İnsanoğlu yaratılma ile beraber tercih edilebilir bir varlık olarak iki temel hususu seçmede özgür bırakılmıştır, iman ile küfür.(l)
Her iki tercihinin sahipleri de diğerini kendileştirmek için yüklendiği misyon gereği tüm gayretini ortaya koymuştur. Haddi zatında bu durum kaçınılmaz olmuştur. (2)
Söz konusu kendileştinme ameliyesi içerisinde iman edenlerin karşısında kendilerine konum biçenlerin uygulamaya soktuklan metodlann başında karşısındakini profonlaştırma, içi boş ve anlamsız bir hale getirme, etkisizleştirme, ne ise o olmaktan çıkarma ve kendine payanda olarak konumunu meşrulaştırma gelmektedir. Esasında bu metod hakkın karşısında saf tutan batılın yol göstericisi iblisin de metodur. Zira o Adem (a.s.) ve eşini saptırmak için aynı yolu kullanmıştır. Onlara kendini bir nasihatçi olarak tanıtmış ve Allah'ın (c.c.) yasağını ne ise o olmaktan çıkararak onlan aldatmıştı. (3)
Daha sonra bu uygulama tarzı, kendi varlık sebebini ve güç kaynaklı meşrutiyet konumunu kaybeden her batıl oluşumun vazgeçilmez yaklaşımı oldu.
Bunun en tipik örneğini Roma İmparatorluğunun son evrelerinde görmekteyiz; İnsanlığın karşısında artık miadını doldurmuş, varlık misyonunu tamamlamış, meşrutiyetini zorbalıkla sağlamaya çalışan bir güç odağı kalmıştı. Yinede geçmişinden tevarüs ettiği güçlülük olgusu, bir heyula olarak varlığını sürdürmesine imkan tanıyordu.
Tamda bu sırada Roma sömürgelerinin birinde, Filistin topraklannda(3), zeytin dağının eteklerinde insanlık tarihinin dönemeçlerinden birinin müsebbibi bir zat; Hz. Isa (a.s.) peygamberlik görevine başlar.
Bu başlangıç bir devrin bitip bir başka devrin başladığı ve tarihin yeni bir sürece evrildiğinin habercisi olur.
öncelikle kendilerinden birisi olarak İsrail oğullannı uyanr. İsrail oğulları bu uyarıya Yahudileşme mantığı ile cevap verir ve O’nu (as) suikasta uğratırlar. Daha sonralar Hıristiyanlaşmanın temel retoriğini oluşturacak olan çarmıha gerilme hadisesi cereyan eder. (4)
Bununla beraber Hz. Isa’nın (a.s.) tevhid daveti geniş kitlelerden cevap bulur. Tevhid davetinin büyük ilgi görmesi önce Yahudileri rahatsız eder.
Yahudilerin kışkırtması ile Roma otoriteleri bu yeni muvahhidlere korkunç baskılar uygulamaya başlarlar. Hz Isa’nın havarileri, bütün baskı ve işkencelere rağmen tevhid davetini geniş coğrafyalara ulaştınrlar. Sorun, artık belirli bir coğrafya ve yalnızca israiloğullannın sorunu olmaktan çıkmış, Roma imparatorluğunun temel problemine dönüşmüştür.
Kölelik ve sömürü üzerine kurulu Roma için, insanı insana karşı özgürleştiren ve yalnız Allah’a kul olmaya davet eden tevhid inancından daha tehlikeli bir düşman bulunamazdı. Roma da bunu yaptı ve yeni bir düşman konsepti belirledi; TEVHİD DAVETÇİLERİ.
Artık Roma’nın kurduğu güç ve otoritenin ilahlaştırıldığı dünya düzeninin karşısında ‘Rabbimiz yalnız Allah tır’ diyen bir avuç muvahhid duruyordu. (5)
Roma, önceleri karşısında duran bu güçsüz ve zayıf düşmanı zorla, baskıyla ve zulümle yok etmek istedi. Bu yoketme çabası tüm zorba ve terörist düzenlerin ilk başvurduğu yöntemdi, özellikle yönetsel bir gelenek sahibi olmayan düzenler sadece bu yöntemi bilir ve uygularlardı.
Bu uygulamaya maruz kalan Isa'nın (as) takipçileri varlıklannı koruma ve sürdürebilme için tabii bir refleks geliştirdiler; GİZLENME.
Geliştirilen refleks süreç içerisinde sistematik bir hayat tarzına dönüştü. Yeryüzünün çeşitli yerlerinde yer altı şehirleri oluşturuldu. Issız çöllerde manastırlar, ulaşılmaz dağlarda ibadethaneler meydana getirildi. Roma’nın baskısına karşı direniş sürüyordu.
Müminlerin yaşadığı bu süreç, pek çok riski de beraberinde taşıyordu. Bunların en başında kontrolsüzlük vardı. Birbirinden uzak ve irtibatsız bu insanlar, ilk o kaynak ve ilk nesilden uzakaştıkça dini esasları yorumlamada sapmalara uğradılar. 3 Bu sapmalar karşısında birbirini uyarma ve kontrol etme imkanına sahip olamıyorlardı ve gittikçe orijinal kaynaktan uzaklaşıyorlardı.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen tevhid daveti her geçen gün yeni insanlara ve yeni kitlelere ulaşıyor ve kabul görüyordu. Tam burada Roma, çıkmazla karşılaşan her egemen sistemin uyguladığı yeni bir metoda yöneldi; KENDİNLEŞTİRME.
Madem yok edilemiyor o halde dönüştürme ve başkalaştırmaya gidilmeli idi. Roma da bunu gerçekleştirdi. Böylelikle hem kendi meşrutiyetini ve varlığını kaybetmedi hem de muhalif unsur olgusunu bertaraf etti.
Tabii ki bu durum birden bire olmadı. Uzun bir değişim ve başkalaşım evresi geçirildi. Geçirilen evre hem Roma ve egemenleri için hem de tevhidi düşüncenin mensupları için söz konusuydu.
Romalıların geçirdiği evre kendilerine fazla bir şey kaybettirmedi. Meşrutiyetini yeniledikleri saltanatları aynı hayat tarzı ile bir süre daha devam etti. Daha sonra bu tarz, isim ve form değiştirerek günümüze kadar geldi ve global bir isim olarak ‘BATI’ adını aldı.
Batı, dün Roma idi. Hakkın karşısında ve batılın temsilcisi olarak. Hakkın temsilcileri hakkı terk ettikçe ve haktan uzaklaştıkça, batılın temsilcisi ve sureti haktan gözüken Roma'ya -batı - yanaştılar sonuçta bu yanaşma Romalılaşmış yani batı- laşmış hıristiyanlığı doğurdu. (6)
Batı artık Hıristiyanlaşmış -İsevileşmiş- ama Hıristiyanlık da batılılaşmış ve ne ise o olmaktan çıkmış, Hz Isa’nın (as) tevhid akidesinden eser kalmamıştı. Hıristiyanlık bu noktaya gelirken geçirdiği evrelerde, Hz Isa'nın getirdiği hanif ve muvahhid İslam dini olmayı bırakmış ve ‘Aziz Pavlos’un dini’ haline gelmişti.
Hiç şüphesiz Hıristiyanlık yukarıda ifade edildiği gibi kolay, ve basit ve kısa sürede batılılaşmadı. Uzun yüzyıllar boyunca pek çok form değişiklerine uğradı. Kimi zaman ruhbanlaştırıldı ve dünyadan koparıldı. Kimi zaman tamamen seküler bir yapı kazandı. Ama hiçbir zaman kendi asli ve sahih kimliğine dönemedi.
O artık Hz Isa’nın (as) Islamı değil, batının dini olan Hıristiyanlık olmuştu. *
(I) "Gerçek şu ki, biz ona (doğru yolu) gösterdik; isterse şüknedici -mümin-(olur) isterse nankör —kafİr- olur." (76/3)
(2) iman edenler Allah yolunda savaşırlar, küfredenler de tağut yolunda savaşırlar..." (4/76)
(3) "Ve onlara; ‘ben sizin iyiliğinizi isteyen -nasihatçilerden-im’ diye yemin etti. Ve böylece ontan yanıltıa düşüncelerle yönlendirdi..." (7/21-22)
(4) 'Çarmıh' olgusu dini bir argüman olarak bugün hıristiyanlığın temel ritüellerinden biridir. Hıristiyanlığın teslis -üçleme - akidesine göne baba -Allah, oğlunu -Isa’yı - insanlığın işlediği asli suçun keffareti olarak, dünyaya göndermiş ve çarmıha gerilmek süreti ile tekrar kendi yanına yükseltilmiştir.
Kur’an-a göre ise hadise çok farklıdır; °.............................. ve bakın, biz, Allah’ın elçisi (olduğunu iddia eden) Meryem oğ
lu Isa Mesihi öldürdük diye böbürlendikleri için. Aslında onu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler, sadece onlara öyle olmuş gibi göründü; ve o konuda farklı görüşler taşıyanlar da gerçekten de şüphededirler. Onunla ilgili gerçek bilgileri yok ve sadece zanna tabii olmak durumundalar. Kesin olan şu ki onu öldürmediler. Hayır, Allah, onu kendi katına yüceltti. Allah gerçekten kudret ve hikmet sahibidir." (4/157,158)
İslam alimleri arasında Hz Isa’nın (as) ölümü ve göğe yükseltilmesiyle alakalı ve aynca çarmıh hadisesinin olup olmadığıyla alakalı farklı görüşler söz konusudur. Bununla birlikte kesin olaran ve bütün İslam alimlerince de kabul edilen Hz Isa’nın (as) öldürülmediği ve çarmıha gerilmediği görüşüdür.
(5) Bunun en güzel örneği Kuran'da Ashab-ı Kehf diye isimlendirilen müslüman gençlerdir.
Kurdan, Kehf süresinin 9 ile 26. ayetleri arasında bu müslüman gençlerin kıssalarını anlatır.
(6) "(Allah) doğunun ve batının Rabbidir. Ondan başka ilah yoktur. Yalnız O’nu vekil tut" (73/9)
"Doğu da, batıda Allah’ındır'* (2/115)
Bat bir yön olarak doğudan farklı değildir. Fakat bir olgu olarak batı, ilahi iradenin karşısına insan iradesini koyan, İnsanı ilahlaştıran ve ilahlaştırılan insanı merkez alan bir hayat anlayışıdır. Bu şekliyle batı Hakkın karşısında ve şeytanın -batıl- yanında yer alan anlayıştır. Bir cihet olarak batı, aydınlığın sembolü olan güneşin battığı ve karanlığın başladığı nokta İse, bir olgu olarak "BATI" da nuriun ve hidayetin kaybolup, delalet ve sapıklıkların
başladığı nokta konumundadır.