Doğduğumuz günden beri, farkında olmasak da, bir yurda sahip olmanın güvencesiyle yaşıyoruz. Bir yurda, bir eve sahip olmanın ayrıcalığını unutacak kadar derinden bağlanıyoruz üstelik. Bir tasavvur olarak bile olsa, dünyaya kapatılacak bir kapının, sağ ayağını hep içeride tutacağı dört duvarla çevrili bir mekanın varlığı insanın kendisiyle, düşüncesiyle, duasıyla baş başa kalmasının tek imkanıdır. Siperde tüfeği omuzunda nöbet duran asker bile bir yurt, bir sıla, bir ev düşüncesiyle ayakta kalır. Bir yurda sahiplenmenin güçlü bilinci öldürme eyleminin bile anlamını değiştirir çoğu zaman; kendi evinde saldırıya uğrayan kişi işlediği cinayetten sorumlu tutulmaz.
Bugün, Filistin’de, Çeçenistan'da, Bosna’da ve Müslümanların yaşadığı başka yerlerde de pekala, yurtlarından edilmiş, evleri ellerinden alınmış insanlar var.
Bir an kendimizi bu başkalarının yerine koyalım.
Sabah kapınız gürültüyle çalınıyor. Evin küçükleri diyelim ki dört beş yaşlarında bir oğul ya da kız var, henüz uykudalar. Günlerdir haberlerini işittiğimiz facia kapıyı vuruyor. Kapıyı siz açıyorsunuz; evin annesi, babası, büyük ağabeyi ya da ablası. Oysa gelenler kendi yurdunuzun polisi, ya da bir akrabanız, ya da yokluk günlerinizde omuz omuza verdiğiniz yakın bir aile dostunuz. "Gidiyoruz." diyor. Kentin uç kesimlerindeki direniş kırılmış, işgalciler tankları ve ağır silahlı askerleriyle taş üstünde taş bırakmadan yaklaşıyor.
Hemen toparlanılıyor. Kapıya gelenler bir otomobil ayarlamışlar güç bela. Üst baş, altın, döviz gibi yükte hafif pahada ağır şeyler, nüfus cüzdanları ve mevsimine göre gerekecek birtakım ev eşyasını yüklenip çıkıyorsunuz. Uyuyan çocuklar apar topar battaniyeler sarılıyor. Evi eşyalarıyla birlikte bırakmak canını yakıyor biraz. Son kez içeri giriyorsunuz. Kaldığınız size aşina olan eşyayı gözden geçiriyorsunuz. O denli bağlandığınız şeylerin geçiciliği ölüm korkusunu pekiştiriyor, ama bir yandan şaşırtıcı bir dirayet veriyor. Bir şeyler daha almanız gerektiğini hissedip, bir kitap, bir küçük hatıra bir bardak ya da örneğin bir cep radyosu ne görmüşseniz alıyorsunuz. Ama bu duygu bir daha değişmeyecek; hep bir şey daha almış olmayı umacaksınız.
Zaman çabuk geçiyor. Araba sandığınızdan daha kalabalık Eşya tavana bağla
nıyor çabucak. İki kişilik koltuklarda üç, hatta kucaktaki çocuklarla dört beş kişi oturuyor. Çok az konuşuluyor. Hep bir ümit var. Filanca ülkeden yardım geleceği konuşuluyor mesela. Ya da falanca köyde direnişçilerin başanlı olduğu. Oysa haftalardır., bunca söylenenin arkası boş çıkmadı mı? Olsun diyorsunuz. Allah büyüktür.
Kentten henüz işgalci ayağının değmediği tepelere sürüyorsunuz arabayı. Yolda başka arabalar var. Hatta kimi yerde arabalar duruyor. İnsanlar iniyor. Söyleniyor. Suyunuz bitiyor. Su satın almak için duruyorsunuz. Bir benzincide sözgelimi. Yeni sınırlara yakın bir yerde adam dilinizi konuşuyor. ama su ne kadar pahalı.
İşgalden uzak küçük bir kasabaya sığınıyorsunuz. Burada sizinki gibi aileler var. Daha küçük bir eve yerleşiyorsunuz. Başka bir aileyle birlikte kalınacak. İlk gecede bütün yüzleri ezberliyorsunuz. Ancak sizin gibi olmamalan gerekirdi. Ama sizin gibiler.
Silah seslerine, patlamalara, gökyüzündeki soğuk parıltıya bir gece daha katlanamayacağınızı düşünüyordunuz. Ama yine oluyor. Sabaha karşı bütün bir birlik sığındığınız kasabaya giriyor. Herkes uyanık Evin ortasındaki odaya toplanılmış, bekleşiyorsunuz, evin erkeklerinden biriyseniz ötekiler gibi elinize bir sırık bir demir çubuk hatta varsa tabancanızı alıp bekliyorsunuz Bir ara gerçekten kapı çalınıyor. Çalınmıyor hatta; bağırışlar içinde kapının çalındığına karar veriyorsunuz En cesur olanı açıyor.
Suratsız bir düşman askeri içeri girip arama yapılıyor. İtilip kakılanlar, yüzü gözü dağılanlar oluyor. Yanlarında sizin dilinizi konuşan müfettişler var. Herkesi süngüleriyle öldürebilirler. Kadınların ırzına geçerken erkekleri bağlayıp izlettirebilirler. Bunlar hep duyduğunuz gerçek hikayeler ama Allah yardım ediyor. Kimliklerinizi alıp defolun diyorlar belki yanınızda getirdiğiniz ziynete tav oluyorlar belki de kasaba yakınlarında park etmiş BM ciplerinden inmeyen uluslar arası görevlilerden Çekinecekleri tutuyor.
Ya da başkalarına işkence edildiği sırada siz ağzını boğarcasına kapattığınız bir çocukla tavan arasında, eski bir su deposunda ya da harap bir mağazanın aslında askerden müşterilerden gizlenmiş gömme dolabında titriyorsunuz Başka titremeler gibi değil bu kanınız donmuş, yüreğinizi cin tutmuş gibi titriyorsunuz
Sonra sabah. Saklanılan, sığınak yerlerden bir şekilde çıkmak gerekiyor. Yiyecek bir şeyler bulmak gerekiyor. Yiyecek bir şeyler bulunacak örneğin size görev veriliyor. Ya da bu iş kendiliğinden size düşüyor.
Başkalarının başına gelen sizin başınıza gelmemiş. Kaldırımlarda cesetler var. İnsanlar direnmiş ya da yakalanmış. Ne olmuşsa olmuş, ama o halde bile suçluluk duygusu bitmiyor. Köşelerde karakol yapan askerleri görüyorsunuz birkaç sokaktan sapıyorsunuz önlerinden geçmemek için bir patlama duyup duvara siniyorsunuz. Ağır ağır yürüyüp devrilmiş bir otomobili siper edinerek ilerliyorsunuz. Nereye? En sonunda düşman askerlerinin yanından geçmek gerekecek
Ona torbanızı gösteriyorsunuz. "Ekmek alacağım." Mırıldanıyor. Bir altın bilezik bir karton sigara, bir çift az kullanılmış ayakkabı. Bu adamın gönlünü yumuşatıyor. Anlıyorsunuz ki o geldiği ülkenin ya çiftçisidir ya da işçisi. İzin veriyor geçmenize.
Sadece ekmek alabiliyorsunuz. Sağ kalanlar ne kadar çok İki düşman askeri uzaktan bakarken bir kamyonun kasası etrafından onlarca kişi bağrışıyor, kapışıyor. Yumruklaşanlar bile oluyor.
Günler geçiyor. Yaşıyorsunuz. Belki yeniden cephe açılıyor, savaşa katılıyor, belki yılgınlıkla kendi yurdunuzun son sınırını da geçiyorsunuz. Artık herkes düşman oluyor. Ev unutulmuyor, ev hafızanın ta kendisi oluyor. Dünyanın öbür ucunda olsanız bile yurt bilinciniz size evi unutturmuyor. Önce tasavvur., sonra inşa etmeye başlıyorsunuz.
* Selçuk Orhan, Gerçek Hayat 2-8 Ağustos 2002