[Mehmet Akifoğlu] Arkadaşlar açık oturumumuza hoş geldiniz. Ortaasya'ya özgürlük getiren Amerika bunu demokrasi için yaptığım söylerken, kimileri cumhuriyetsiz, kimileri laikliksiz bir demokrasi olmaz diyorlar. Bu kavramları nasıl anlamalı? önce kitabi değerleriyle inceleyelim isterseniz. Demokrasi nedir?
[Ensar Kara] Demokrasi Yunancada halk anlamına gelen dimokratia ile iktidar , yönetim manasına gelen kratia sözcüğünden türemiştir. En basit şekilde halkın yönetimi şeklinde tanımlayabileceğimiz demokrasi insanların kurguladıkları yönetim biçimlerinden biridir.
Demokrasinin ana yurdu olan Eski Yunan'daki filozoflar Aristo ve Eflatun demokrasiyi eleştirmiş, o zamanlarda halk için de "ayak takımının yönetimi" gibi aşağılayıcı kavramlar kullanılmıştır. Fakat demokrasi diğer yönetim şekillerinin arasından sıyrılarak günümüzde en yaygın olarak kullanılan devlet sistemi haline gelmiştir. Artık siyaset bilimciler hangi sistemin daha iyi işlediğinden çok hangi demokrasinin daha iyi işlediği tartışmalarına girmişler ve liberal, komünist, sosyalist, muhafazakar, anarşist ve faşist düşünürler kendi demokratik sistemlerinin erdemlerini ön plana çıkarmaya çalışmışlardır. Bu sebeple demokrasinin çok fazla sayıda değişik tanımı oluşmuştur.
Demokrasinin tanımı tartışması günümüzde hala devam eden bir tartışmadır. Bunun sebepleri; ülkelerdeki bazı durumların görüşlerini haklı çıkartmak adına demokrasi tanımını kullanmaları, demokratik olmayan devletlerin kendilerini demokratik olarak tanıtma çabaları gibi sebepler gösterilebilir.
Demokrasi genel çerçeve olarak halkın yönetimi olarak kabul edilse de problem bu yönetimin uygulama safhasında ortaya çıkmaktadır* kanımca. Halk yönetecektir ama hangi kanunlarla, hangi şekilde vs. bu tip sorulara verilen cevaplar demokrasiye ön ek olarak gelmekte ve anayasal demokrasi, sosyal demokrasi, liberal demokrasi gibi değişik demokrasi türleri ortaya çıkmaktadır.
[Mehmet Akifoğlu] Demokrasi ile Cumhuriyet ayrılmaz kardeş gibi. Cumhuriyet ne o zaman?
[Ammar Ziya] Cumhuriyet, başta devlet başkanı olmak üzere, devletin başlıca temel organlarının: hükümet başkanının, kamu tüzel kişiliğini temsil eden bir heyet tarafından belli bir süre için ve belirli yetkilerle seçildiği yönetim biçimidir. Egemenlik hakkının belli bir kişi veya aileye ait olduğu monarşi ve oligarşi kavramının zıddıdır. Cumhuriyet adı verilen yönetim biçimleri, yöneticilerin göreve getirilmesinde veraset yöntemini reddetmiştir. Monarşi bir hükümdarın devlet başkanı olduğu bir yönetim biçimidir. Bu hükümdar, Türkçede kral, imparator, şah, padişah, prens, emir, kont, oymak beyi gibi çeşitli adlar alabilir. Bir monarşiyi diğer yönetim biçimlerinden ayıran en önemli özellik, devlet başkanının bu yetkiyi yaşamı boyunca elinde bulundurmasıdır. Cumhuriyetlerde ise devlet başkanı seçimle işbaşına gelir.
Oligarşide, genelde yönetimdeki grup askeri, siyasi veya maddi olarak ülkenin önde gelen gruplarından birisidir. Bazı siyaset bilimcileri, yönetim şekli ne olursa olsun, her devletin yönetiminde mutlaka bir oligarşi olduğunu belirtirler. Oligarşi, küçük bir azınlığın yönetimde olduğu devlet biçimidir. Bu açından ele alındığında, oligarşi kavramı, devletin tüm kurumlarının küçük bir azınlığının kontrolünde olması demektir.
Cumhuriyette halk, yönetimini beğenmediği yöneticileri, belli aralıklarla yinelenen seçimlerde değiştirebilmek olanağına sahiptir. Bu nedenle yöneticiler, toplumu keyfi biçimde yönetemezler; halkın isteklerini ve beğenilerini göz önünde tutmak zorunda kalırlar. Bir başka deyişle, yöneticilerin iradesi mutlak değil, halk iradesi ile sınırlıdır.
Cumhuriyetlerde bu özellikler, yönetenleri siyasal bakımdan halka “sorumlu” duruma getirir. Cumhuriyet bir devlet şeklidir.
Osmanlı Devletinde cumhuriyet fikri ilk kez 1870'li yıllarda Genç Osmanlılar ve Mithat Paşa tarafından (açıkça savunulmaksızın) tartışılmıştır.
Cumhuriyet halkın kendi kendisini yönetmesi değildir. Halktan binlerinin yönetmesidir.
Demokrasi ile cumhuriyet kavramı arasında kesin bir çizgi olmamakla beraber; demokrasi kavramı seçimi ve hukukun üstünlüğünü, cumhuriyet kavramı herhangi bir soylunun, kralın vs. olmamasını ve bir parlamentonun gerekliliğini öne çıkarır. İngiltere'de cumhuriyet yoktur, ama demokrasi vardır. Veya Türkiye'de cumhuriyet vardır, ama demokrasi zayıftır.
[Tevfik Uğur] Ben şunları ilave edeyim; Cumhuriyet, sözlük anlamıyla herhangi bir ülkenin, kan yoluyla babadan oğula geçen monarşik bir sistemle yönetilmesi yerine o ülke insanlarının yönetim üzerinde söz sahibi olması demektir. Kelimenin orijinali Latince “res publica” olup Türkçeye “kamusal şey” ya da “toplumsal, toplumla ilgili mesele” olarak çevrilebilir olsa da klasik anlamda devlet, devletin soyut kişiliği ya da hükümdarsız devlet manasına gelir. Arapçadan Türkçeye geçen cumhuriyet ise sözlük anlamıyla “topluluk, toplulukla ilgili” dir.
Geçmişten günümüze insan toplulukları, bir insan tarafından yönetildikten monarşisonra soylu azınlık tarafından yönetilmiş —aristokrasive son 200 yılda kendi kendini yönetmeye başlamıştır — cumhuriyet. Kendi kendini yönetme hakikatte kayıtsız özgürlüğün ortaya çıkardığı bir sorundur. Varoluşçuluğun en büyük çıkmazı olan “insan kendi yolunu kendisi çizmelidir” kaidesi burada toplum kendi yolunu kendisi tercih etmelidir çıkmazına dönüşmektedir. Toplum kendi yolunu kendisi bulacaktır ama hangi yolun doğru hangisinin yanlış olduğuna nasıl ve neye başvurarak karar verecektir?. Tek başına ve saf cumhuriyet, herhangi bir dünya görüşü, din ya da ideoloji tarafından kontrol edilmeyen yönetim biçimi demektir. Bir başka deyişle cumhuriyet, kontrolsüz bir yönetim demektir.
[Mehmet Akifoğlu] Ya Laiklik nedir?
[Faruk Salim] Kitabi bilgilere göre Laiklik bireysel ve toplumsal hayatın yönlendiricileri olarak din ve dünya otoritelerinin etki ve egemenlik alanlarının birbirlerine irca edilemez bir biçimde saha ve sınırlarının ayrılması; din ve devletin hak, yetki görev ve yürütme gücünün yerine getirilişinde birbirlerine karşı tamamen bağımsız davranmasını sağlayan siyasî, hukukî ve İdarî kurallar anlamına gelir.
Terim olarak lâiklik, Yunanca "laikos" sıfatından elde edilmiştir. Yunancada din adamı sınıfından olmayan, halktan kişilere "laikos" denilmekteydi. Lâtinceye "laicus", Fransızcaya "laigue" olarak intikal etmiştir. Terim, sözlük anlamıyla; din adamı sınıfından olmayan şahıs, dini olmayan şey, düşünce, sistem ve prensip demektir.
İngilizcedeki "secularism", "secular" kelimeleri de dünyevî (ci) lik, dünyaya
ait anlamında lâikliği karşılamaktadır. Ancak din devlet ilişkisi bakımından secularizm ile lâiklik arasında hassas bir ayırım söz konusudur. Lâiklik Yunanca bir kökten gelip, Katolik, Ortodox ve Fransız kültüründe kullanılmasına karşılık; secular, Lâtince kökenli olup Protestan, Anglikan Kilisesi, Ingiliz ve Alman kültüründe kullanılmıştır. Secularism din ve devlet (Kral)'in ayrı ayrı özerk ve bağımsız kurumlar olmalarını savunurken; lâiklik, Katolik Hıristiyanlığın etkili olduğu dil ve ülkelerde dinin devletin mutlak otoritesi altında olması gerektiğini savunmayı içerir.
Laikos'un karşıtı "clericus", yani hiyerarşik olarak Katolik dininde emir komuta zinciri içinde papaya dayalı, hukukî, siyasal, sosyoekonomik kural ve ilkeleri olmayan Ruhban(lar)dır.
Felsefî lâiklik, iman karşısında insan aklının kendisini yönetecek ilkeleri yine kendi tecrübelerinden elde edebileceğine olan sonsuz inancı ifade eder..
Siyasi lâiklik, devlet otoritesinin sınırlandırılmasının gelişmesinde, siyasî kudretin dini kudretten ayrılmasıdır.
Hukukî lâiklik ise, temel hak, özgürlük ve eşitlik ilkelerinden harekede, doğrudan doğruya devletin yürütme organ ve ilkelerinden ayrılması prensibine dayanır. İlke gereğince devlet hiç bir dini tanımayacağı gibi, fertlerin bir dine sahip olma ya da dini ihtiyaçlarını tatmin etmedeki tavır, davranış ve eylemlerinde mutlak özgürlüklerini kabul eder. Devlet, dini kurallara dayak kanunlar çıkaramayacağı gibi, dindarların dini yaşantılarını olumlu veya olumsuz yönde sınırlandırıcı ilkeler dikte edemez.
Siyasî-hukukî bir anlam taşıyan "lâiklik" ile doktriner anlamdaki "laisizm" kapsam bakımından birbirinden farklıdır. Doktriner anlamda laisizm, temelini felsefi lâiklikten alan ve bireysel ya da toplumsal hayatın en geniş bir biçimde dünyevî-uhrevî diye ikiye bölünmesini ifade eder. Bu anlamda din, iman, vahiy, ahlâk, ilim, sanat, hayat ve akıl gibi genel kavramların lâik fikir akımları çerçevesinde yorumlama girişimlerinin genel bir formudur.
Meselâ; "lâik ahlâk" denilince, dini olan ve tevhidi inanç ilkeleri ile ilişkisi olmayan, otoritesini ya toplumdan ya da ferdin vicdan ve iradesinden alan, kendisini akıl ilkelerine göre düzenleyen ahlak demektir. Bu anlayışın felsefî kökeninde, ilkçağın "mutlu olmak için nasıl yaşamalıyım?" sorusuna bireysel haz (—he done) düzleminde cevap arayan, bireyin eylem ve isteklerinden hareket eden faydacı (=utilitarist) ilkeleri gözeten ahlâk söz konusudur. Lâik-atilitarist ahlâk yüzyıllar boyunca bizzat kilisenin daha sonra feodal senyörlerin çıkarlarına; Burjuva devrimi boyunca zengin elitizmin sermaye biriktirmesine kapitalizmin evrensel sö^ mürü anlayışının teşekkülü ve nihayet, Marksist ideolojinin kurmaya çalıştığı siyaset teorisine kaynaklık teşkil etmiştir.
Lâik ahlâk, ahlâkî değer ve davranışların temelinden dini çekip almak; yerine din dışı, söz gelimi liberalist veya Sosyalist ilke ve kuralları yerleştirmek demektir. Lâik ahlâk, zaman zaman toplumsal özelliklerde de ortaya çıkmıştır. Bu anlamda, dini ahlâk bir "Cemaat ahlâkı" iken; lâik ahlâk putlaştırılmış akıl olan üniversal aklı kendisine prensip olarak seçen bir "vatandaş ahlâkı" dır. Bu vatandaşlık ahlâkı Fransa devriminde burjuva sınıfının çıkarlarını korumak için ihdas edilmiş ve ilkçağın ateizmini örnek almıştır. Böyle bir ahlâk da Kapitalist ahlâkın ilk kaynağıdır. Kârı ve kazancı tahrik eden her şey (Kapitalist anlayış çerçevesinde) ahlâktır. Böyle bir ahlâka göre dünyada kim daha zengin olursa, Cennette de o kadar rahat ve müreffeh olacaktır.
Lâik bilim, ilkçağ Grek aklının fizik (—pyhseos =doğa) üzerine dile getirdiği görüş ve düşüncelerle, geleneğin Rönesans'tan beri süregelen kesintisiz açıklamaları yoluyla, kozmik yapıda meydana gelen oluş ve bozuluş (mebde ve mead) ların temelinde bulunan İlâhi iradeyi inkâr eden anlayıştır. Kâinatta meydana gelen değişmelerin Allah'ın tasarrufu ile değil, yalın kat niceliklerle (ölçülebilen değişmeler) açıklamasını yapan ve fizik değişmelerin nedenlerini, değişenin kendi iç dinamiğinde gören, sebep sonuç ilişkisini nesneler dünyasında arayan ve bulduğunu sanan, dolayısıyla âleme hükmeden bir İlâhi güç ve iradeyi kabul etmeyen açıklama tarzı, bilimin lâik tarzıdır.
Grek düşüncesinde yaratma dışta bırakılmıştır. Aristo varlıksal özü (onsia,essentia) yani "hep olmuş olan varlık (=tatien einos)", salt madde (olabilirlik) den, salt forma doğru gaî bir gelişme olarak kabul etmiştir. Tanrı sadece ilk hareket ettirici olup kâinatın işleyişine karışmaz. Bu aleme müdahale etmeyen ulûhiyet (deism) anlayışı Rönesans döneminde bilimi laikleştiren Aristoculara oldukça ilginç geldi. Bu akım en güçlü dönemini Fransa devrimini de içine alan XVII. ve XVIII. yüzyılda yaşadı. Bu deist görüş lâik Ligin kaynağı olarak;
a) Eğer Tanrı alemi şekillendirme süresinden sonra ona müdahale etmiyorsa, ne bir kişinin ne de bir teşkilatın alem hakkında araştırma yapanlara müdahale hakkının olmadığı.
b) "Mademki Tanrı âleme müdahale etmiyor; o halde tarihte olup biten hiç bir şey dokunulmaz yahut kutsal sayılamaz" gibi görüşlere kaynaklık ederek bilimsel çalışmaları yalınkat tabiat fenomenlerinin incelenme ve araştırılmasına yönelimini sağlamak suretiyle pozitif bilim geleceğinin doğmalarını inşa etmeye yardımcı oldu. Böyle sınırlı bir tanrı anlayışı, batı kültürü içinde "sonsuz Tanrı" anlayışından daha itibar edilir oldu. Bu bir taraftan öte dünya (ahiret) sorunundan kurtulmaya ve bir takım sistemlerle karizmatik kişileri tanrılaştırmaya, kişinin kişiye kulluğunun devam ettirmesine açık kapı bırakırken; bir taraftan da bireysel ve toplumsal hayatın her alanı tam bir birleştirme programı içine alınabilecektir. Nitekim kilisenin doğmalarına boğulmuş olan Batı, Aydınlanma çağı düşüncesinde evrenin mekanistik bir izahını yapıp Tanrıya gerek duyulmayacağını dile getirerek insan, kâinat ve Allah arasındaki rabıta noktalarını kopardı.
Siyasî hukuki bir ilke olarak Lâikliğin varlığı tümüyle "teokrasi" diye nitelenen "dine dayalı tanrısal devlet" karşısında anlam kazanmaktadır. Bunun için lâikliğin açıklanabilmesi, tanrı ve din kavramlarının Batı tarihi içinde ne gibi bir anlama sahip olduğunu açıklığa kavuşturmaya bağlıdır.
Lâikliğin anlaşılabilmesi için "teokrasi"nin elde edildiği theos (— Tanrı) kavramının Batıda hangi anlama geldiğini açıldığa kavuşturmak gerekir. Theos, Yunanca tanrı (= ilâh) anlamına gelir ve Lâtincedeki karşılığı "deus'tur. Deus, âleme müdahale etmeyen ilâh demek olup insan zihninde uyandırdığı anlam Aristo'ya kadar geri gider. Aristo'nun ilâh anlayışında "yaratma" ve "müdahale" yoktur. Böyle bir tanrı (=ilâh) anlayışı bütün İlâhi sıfatları kendisinde toplayan "zat" olan Allah (c.c.)'a ortak koşulan ilâh veya "ilâhları dile getirir. Allah (c.c.) isminin Hak Tanrıdan başka bir şeye verildiğine dair hiç bir tarihi bilgi yoktur. Arapların tapmış oldukları hiç bir ilâh bu isimle anılmamıştır. Zira O'nun eşi, benzeri ve ortağı yoktur. İlâh: tanrı (= theos), ma'bud demek olup; ibadet etmeyi i İade eden "te'ellehe" den gelir ve yine anlam bakımından ismi meful (=pasif, edilgen) sayılır, ilâh kelimesi gerçek tanrıya (Allah) ait bir isim olmakla beraber, Arapçada "genel" anlamda tann(lar) için kullanılan "cins isim" durumunda olduğundan, batıl tanrı (= theos) 1ar hakkında bolca kullanılmıştır. Gerçek ilâh olmasa bile, çeşitli kimseler tarafından tapılmaya konu edilmiş olan her varlık, bu kelime (=ilâh-theos) ile gösterilir.
[Mehmet Akifoğlu] Bu sistemleri tanımsal değerlerinin yanında pratik ha
Bu tanımlamalar demokrasinin toplumu ilgilendiren her kararda toplumun tüm fertlerinin katılımını gerektirir ki tek bir küçük ölçekli şehirde uygulanabilmesi kolaydır. Nitekim antik Yunan'da da bu tanımıyla ve bu form ile uygulanmıştır. Ancak ayrık şehirlerde, büyük ülkelerde herkesin her karara katılması imkansızlaşacaktır. Bu nedenle uygulanabilir bir model belirlemek zorunludur.
Model olarak 2 tip demokrasiden bahsetmek mümkündür.
“Klasik demokrasi: Eski Yunan şehir devletlerine dayanır. Başlı tüm kararlar, bütün vatandaşların üye olduğu meclis veya Eklesya tarafından alınır.
Korumacı demokrasi sınırlı ve dolaylı bir demokrasi modeli sunar. Pratikte, yönetilenlerin rızası düzenli ve rekabetçi seçimlerle sağlanır. Siyasi eşitlik böylelikle eşit oy hakkını ifade eden teknik bir kavrama dönüşür.”
“Bireyin ve toplumun gelişimi”, “özgürlük ve siyasi eşitlik” demokrasinin süreğenliği açısından gerekli görülmektedir.
“Cumhuriyet yöneticilerin ve devlet başkanlarının halk tarafından seçilmesine dayanan siyasî bir rejim şeklidir.
Cumhuriyet tek başına bir değer taşımaz. Sosyalist cumhuriyet, İslam cumhuriyeti, laik demokratik cumhuriyet örneklerinde olduğu gibi, cumhuriyeti taşıyacak bir egemenlik sistemine ihtiyaç duyar.
Cumhuriyet bir rejim, demokrasi ise cumhuriyetin uygulanabildiği egemenlik sistemlerinden biridir. Demokratik cumhuriyetin yanında dini cumhuriyet, oligarşik cumhuriyet ve sosyalist cumhuriyet biçimleri de vardır. Demokratik cumhuriyetlerde, meclisi ve ülkenin başkanını belli aralıklarla halkın seçmesi temeldir. Bu sistem genellikle Kara Avrupa’sında kabul görmüşken örneğin İngiltere’de ülkenin başında görünüşte halicin seçmediği bir kral ya da kraliçe bulunmasına rağmen yönetim halkın elindedir”
Laiklik dini otorite ile kamusal otoritenin birbirinden ayrılması sistemidir. Esasen Kralın iktidarı ile Kilisenin iktidarının aynı coğrafyada aynı teba üzerinde ayrı çalıştığı, birbirine karışmadığı sekülerizm felsefesinin günümüzdeki halidir. Bu anlayışa göre vatandaş hem kiliseyi hem de kralı vergileriyle destekleyerek her iki otoriteye de bağlılığını sunar. Bu iki otorite birbirlerinin alanına karışmazlar. Türkçede genellikle “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” şeklinde tanımlansa da, pratikte ulus devlet din eğitimini tevhidi tedrisat kapsamında tekeline almıştır.
[Faruk Salim] Allah (c.c.), ilah kelimesini batıl tanrılar hakkında kullanırken, ya müşriklerden nakil ve hikâye ettiği sözlerle getirir veya bir zamirle onlara isnat eder: "Allah 'tan başka taptıkları ilâhlar kendilerine fayda vermedi, piyanlarını artırmaktan başka bir şeye yaramadı" (Hud 101). Bu ayette olduğu gibi Allah (c.c.), bu sahte tanrı (=theos)lara bir hakikat tanımadığını ortaya koymaktadır. Bizzat Allah (c.c.)'ın şehadetine dayalı olarak batılı tanrı (theos) anlayışı ile İslâm'ın ilâh anlayışı arasındaki temel ayırım ortaya çıkmış olmaktadır. İşte Batıda Fransa ihtilâli ile gerçeklik kazanmış olan lâiklik, batı ta
rih ve kültür kavramı içinde özel anlamlar taşıyan theos-religion kavramında hayat bulan din-devlet ilişkisine "karşı olma" tarzında kurumlaşmıştır. Bu anlamda lâiklik, dünya tarihinin belirli bir kesitini işgal etmiş olan Greko Lâtin medeniyetinin aşama aşama belirleyip şekillendirdiği, Avrupa'nın uzun ve karanlık tarihi gelişiminin sosyal, siyasal ve psikolojik şartlarının ortaya çıkardığı ve özellikle 1789 Burjuva ihtilâlinden sonra devletin varlığını ve siyasî gücünü Hıristiyanlık (Katoliklik) dini ve din adamları sınıfına karşı koruyabilmenin vazgeçilmez bir şartı olarak kabul edilir.
Bana göre laiklik; zati ve sıfatlarıyla mükemmel yüceler yücesi her şeye hilkatini ve ismini koyan zatı kuddusun kafirler/yaratılış gayesinin dışına çıkanların müminlerin tersine ki o müminler Allah'ı teşbih tenzih ve takdis ederler. Allah (c.c.) noksan sıfat iltihaz etmekle Rabbül alemine şaki, baği, isyankarlık ile sınır hukuk tanımazlıkla iftira ve saygısızlık göstererek Allah'tan azade yol bulabileceği vehmine kapılmış kibir mağrurizm düşüncesinden başka bir şey değildir.
[Tevfik Uğur] Ben Cumhuriyet kapsamında değerlendirmelerimi şöyle sürdüreyim. Önünde, iyi ve kötüyü birbirinden ayırt edecek kriter olmayan bir toplum kendini nasıl yönetecektir? Bir başka deyişle toplumsal akıl, hangi kıstasa göre iyiye ve kötüye varacaktır, davranışların doğruluk ve yanlışlığı konusunda neye göre karar verecektir. Kısaca cumhuriyetle yönetilen bir ülkede hukuk ve adalet hangi normlara dayanacaktır? gibi soru(n)ları beraberinde getiren cumhuriyet toplumsal aklın mutlak doğruluğuna dayanır. Eğer toplumsal akıl ya da çoğunluğun duygusu, hukuk ve adaled doğru bir şekilde ortaya çıkarabilirse bu durumda çoğunluğun her zaman için doğru yolda olduğunu söylemek mümkün olacaktır. Oysa bu durumda da başka bir sorun ortaya çıkacaktır; Çoğunluğun iyi olduğuna kim karar verecektir? Eğer çoğunluk karar verecekse bu takdirde cumhuriyet, toplumun “ben kendi kendimi istediğim gibi yönetirim, kendime istediğim gibi davranırım, istediğim hukukun kurallarını sadece ben koyarım” isteğine dönüşür ki bu da bireyler arasındaki anarşinin toplumlar arasındaki anarşiye dönüşmesi demektir. Özetle saf anlamıyla ve tek başına cumhuriyet, anarşinin ortaya çıkmasına neden olan her koşulda her türlü otoriteyi reddetme bireysel duygusunun toplumun çoğunluğuna sirayet etmesinden başka bir şey değildir. Bireyin, kendi kendini ve bir başkasını kendi kurallarına göre yönetmeye çalışması ne kadar yanlışsa, toplumun da kendi kendini sadece kendi kurallarına göre yönetmesi o oranda yanlıştır.
Kontrolsüz bir cumhuriyet, toplumu koruyamadığından dolayı kendini koruyamayacaktır. Bundan dolayı toplumlar hem kendilerini hem de yönetim biçimlerini koruyacak ek araçlara ihtiyaç duymuşlardır. Materyalist topluluklar cumhuriyeti laiklikle korurken, sosyalistler onu sosyalizm için temel bir araç olarak kullanır. İslam ise toplumu başıboş bırakmadığından dolayı, toplumu sadece dünyevi işlerde kendisini yönetmesine izin vererek hukukun sadece kendi kurallarına göre ortaya çıkması gerektiğini emreder. Bu bağlamda Laik cumhuriyet, yegane amacı ve dünya görüşü kendi kendini yönetmek olan bir toplulukta ortaya çıkarken, sosyalist cumhuriyet sosyalist dünya görüşüne sahip olan insanların diktatörlüğü demektir. İslam cumhuriyeti ise, her koşul ve zamanda dünyevi hayata meyilli olan bir İslam topluluğunun dünyevi mutluluğunu tesis etmek amacıyla seçtikleri yöneticilerin İslami kurallar tarafından kontrol edilmesidir. İslam’da cumhuriyet ya da toplumsal akıl, sadece dünyevi işlerde karar verebilir ve bu kararı atanmış imamlar tarafından onaydan geçirildikten sonra yürürlüğe girebilir. Onay işlemi, adaletinden ve doğruluğundan şüphe bulunmayan ve kararlarını sadece Kuran ve sünnet doğrultusunda veren imam tarafından gerçekleştirilir. İslam’da imam seçilmez ama bir şura tarafından atanır ya da kendini ortaya çıkarır. İslam’da cumhuriyet, toplumun zamanın ve coğrafyanın şartlarına göre ekonomik, teknolojik, bilimsel, askeri, tıbbi gereksinimlerini karşılar. İslam bu gereksinimlerin nasıl karşılanması gerektiğine karar vermekten çok, cumhuriyetin bu gereksinimleri karşılama biçimini kontrol eder.
[Harun Emre] Belki demokrasi ve cumhuriyet kavramlarını basitçe şöyle özetlemek gerekir. Cumhuriyet yöneticinin ve yönetici kesimin belirlenme usulünü tanımlarken, Demokrasi ise yönetme iradesinin yani hüküm belirleme yetkisinin kime ait olduğunu tanımlar.
Fakat gerek uygulamada gerekse anlam düzleminde kavramlar başkalaşmıştır. Demokrasi daha çok azınlıkta olan kesimin korunması bağlamında uygulanmakta ve bu sebeple de neredeyse herkes bu yönü ile onu bir can simidi olarak görmektedir, iktidarlar veya kurumlar insanlar arasında el değiştirmekte ve bu değişimler sonrasında insanlar kendi yaşam alanlarının ( özgürlüklerinin veya menfaatlerinin ) korunması bağlamında demokrasiyi bir teminat olarak görmüşler veya ister istemez böyle hissettirilmişlerdir. Aslında böyle bir zeminde hiçbir iktidar aslında gerçekten iktidar olamamış ve kendi kimliğini ortaya koyamamıştır. Çünkü kendi iktidarını tam olarak ortaya koyduğunda yani başkalarının yaşam alanlarını şekillendirdiğinde dolaylı olarak diğerlerine de bu seçeneği açmış olacak yani bir fasit döngü olarak demokrat olamadığı için ona da demokratça davranılmayacaklar.
Amerika'da ki cumhuriyetçi ve demokrat ayrımı da böyle bir zeminde gerçekleşmektedir. Demokratlar daha çok azınlık olarak bilinen siyah Amerikalılar, Katolikler, Yahudiler, işçiler, göçmenler ve kadınların haklarını ön plana çıkarırken, Cumhuriyetçiler vergi yükünü azaltarak işvereninin, kürtaja karşı çıkarak dindarların oylarına talip olmuş ve devletin bütünlüğünü korumaya yönelik politikalar üretmiştir.
Türkiye'de ise yaşanan darbe dönemleri ve hukuksuzluklar özellikle demokrasiyi herkes için bir kalkan haline getirmiş, demokrasiye gerçekten inansın veya inanmasın siyasi yelpazenin neredeyse tamamındaki insanlar bunu söylemlerinin başına eklemişlerdir. Nasıl denir “denize düşen yılana sarılır”.
İşin asıl acı tarafı gerçek siyasi kimliğini ifade edemeyen veya inandığı değerleri uygulayamayan insanların iktidar mücadelesinin bu ülkeye hiçbir şey kazandıramadığıdır. Bir tarafta halkın büyük bir kesiminin inanç ve değerleri ile örtüşmeyen düşüncelerini onlara rağmen demokrasi kılıfı ile iktidar yapmaya çalışan mutlu azınlıklar, diğer tarafta halkın inançları ile örtüşmesine rağmen egemen azınlık tarafından yok edilmemek için demokrasiyi kılıf olarak kullanan mutsuz çoğunluklar.
Bu arada birde laiklik var tabi ki. Avrupa'da laiklik dinin daha doğrusu din adamlarının devlet yönetiminden uzaklaştırılmasından sonra bunun bir sistematiğe bağlanması için oluşturuldu . Aslında hedef hiçbir zaman dinin kendisi olmadı. Zaten uygulamalara bakıldığında bu rahatlıkla görülebilir. Bunu dinin referans alındığı veya dinin istekleri doğrultusunda hazırlanan kanunlarda da görmek mümkündür.
Ama Türkiye'deki çarpık laiklik anlayışı zaman zaman direkt dini hedef alan veya dini hayatın yaşanmasını engelleyen adımlar atmayı denemiştir. Bazen karşılaşılan tepkiler, bazen uzun süren hazımsızlık süreçleri, “su akar yatağını bulur” misali yaşanan tecrübeler arasında yerini almıştır. Türkçe ezan, Kur’an kursları, İmam Hatip Liseleri, Başörtüsü, Cuma Namazı bu süreçlerden bazılarıdır. Dinin vazgeçilmezleri olarak düşünülebilen konularda, halkın özündeki inanç değerleri bir şekilde belirleyici olmayı, hayatta kalmayı başarmıştır. Bu süreçte devletin ve düzenin korunması anlamındaki düşünceler sürecin sorunsuz ve kavga gürültü çıkarılmadan atlatılmasına ve tabii ki sürecin uzamasına sebep olmuştur. Bu durumun dini temellerini de, Türkiye coğrafyasında hakim olan ehli sünnet anlayışındaki uzlaşmacı yaklaşımda aramak gerekir.
Demokrasiyi daha iyi bir siyasî sisteme ulaşabilmek için veya ulaşılıncaya kadar benimseyip veya benimsemeyip uygulamaya çalışanları ayrı, onu kutsallaştırıp insanlığın ve uygarlığın ölçütü kılmaya çalışanları ayrı değerlendirmeliyiz. Bunu bu kadar ince düşünmeye mecburuz, çünkü tasnif etmeye çalıştığımız durum hayatın anlamını, var olma nedenimizi belirlemektedir. İnce düşünülmediğinde ya hep ya hiç olarak değerlendirildiğin de önümüzde açılan yolların bizi nerelere kadar götürdüğü ve Müslümanları nasıl töhmetler altında bıraktığı hepimizce malumdur.
[Abdullah Eğilmez] Ben bu kavramların günümüzde birbiri ile ilintili ve birbirinin yerine kullanılmasının galat-ı meşhur olduğu fikrinde değilim. Birbirlerinden ayrılmaz olduğu konusu doğrudur. Ancak bu durum aydınlanma ile başlayan ve post-modernizmde zirvesini bulan ancak aradığım bulamayan ve tıpkı ekonomik kriz sürecinde; liberalizmden devletçi çözümlere yönelmesinde olduğu gibi tekrar modern ve modern öncesi kültürü yeniden şekillendirmeye, kanıksamaya yönelen çağdaş batı düşüncesinin, kendisini tek kelimeyle ifade edememesi neticesinde bu kavramlara duyduğu referans ihtiyacındandır. Nasıl ki 1780'lerin ruh halini tek bir kavram değil de aydınlanma kelimesi ile birlikte “adalet özgürlük kardeşlik” triosu ile modellenmişse, günümüzde bu durum triolar triosu şeklinde daha fazla kavramlar ile ifade edilmektedir.
Amerika'da Demokratlar ve Cumhuriyetçiler şeklinde iki partinin var olması, bu iki kavramın aynı düzlemde birbirlerinden farklı dünya öngörüsü olan iki sistem olduğu anlamına gelmez. Mesela Türkiye'de de TKP veya İşçi Partisinden CHP'ye kadar onlarca sosyalist parti olmasına rağmen bunlar, sol blok partiler olarak adlandırılmışlardır ve ayrılıkları isim olarak kullandıkları kelimelerden ziyade parti tüzüğünden kaynaklanmıştır. Yoksa Amerika'da da sistem aynı sistemdir. Demokratlar ve Cumhuriyetçiler bu sistem üzerinde var olup ülkede iktidar olmaya çalışan iki büyük lobinin teşkilatım oluşturmaktadırlar.
Kullandığı bu kelimelerin birbiri üe farkını ifade edemeyen insanların zihnindeki kavram kargaşası karşısında takınılacak en doğru duruş, bu kavramları önce sözlük anlamına sonra da tarihi süreçteki kavram değerine sorgulatmak olmalıdır. Bu çerçeveden bakıldığında, ben kavram kargaşası görmüyorum. Bu konuda konuşanların bazen demokrasi kavramını Cumhuriyet kelimesinin anlamı yerine kullandığını tespit ediyorum. Bu nedenle Demokrasi ile Cumhuriyet kavramlarının birbiriyle farkını ifade edemeyen hiçbir aydın, yazar vs. nin düşüncelerini de referans olarak almıyorum. Örneğin Hz. Osman ve Hz. Ali'nin halifeliğinin belirlenmesinin veya İslam'da ki meşveret müessesesinin demokrasinin meşruiyetinin delili olduğunu ileri sürenlerin, cumhuriyet konusunda fikirlerinin net olmadığını düşünüyorum.
Bakınız Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 2. Maddesi der ki “Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir”. Anayasayı yazanlar hem de yasanın en başında bu tanımlamaları net bir şekilde yaparak aynı cümlede kullanmışlardır. Bu kelimeler arasında eşanlamlılıktan bahsetmemek gerekir.
Daha öncede sözlük değerini söylediğim gibi, özet olarak Demokrasinin bir sistem olduğunu, Cumhuriyetin ise herhangi bir sistemin işletilebilmesi için bir yöntem bizim tanımlamamızla bir model olduğunu ve ikisinin aynı düzlemde olmadığını bilmek gerekiyor. Bu çerçeve de de “Iran yada Sudan İslam Cumhuriyeti” demenin sadece normal bir ifade değil özenli bir seçim olduğu, bunun yerine “İran yada Sudan İslam Demokrasisi” denemediğini tespit etmelidir. Günümüzde klasik demokrasinin işletilmesinin tümüyle imkansız olması nedeniyle, daha önce korumacı demokrasi dediğim temsili demokrasi uygulanabilmektedir. Temsili demokrasinin işletilebilmcsi için de en uygun form parlamenter sistemdir, parlamenter sistemi olan bir demokraside yöneticilerin de halk içinden bilileri ve halk tarafından seçilmesi demek Cumhuriyet Reji mi demek olacaktır; bu yöntem sadece kolay ve hatta yerine göre gerekli bir tercih olacaktır. Çünkü teorik düzlemde parlamenter demokrasi ile cumhuriyet birbirlerini çok kolay ve uyumlu tamamlamaktadırlar. Burada yaptığımız tespitlere baktığımda bu iç içelikten kaynaklanan bir şekilde cumhuriyet derken bazen parlamenter demokrasinin gereklerinden bahsediliyor olduğunu görüyorum.
Bu tespitlerin üzerine İslam'daki meşveret müessesinde örnek gösterilen iki halifenin seçiminin demokrasi ile değil cumhuriyet ile karşılaştırılabileceği görüşündeyim. Şu farkla ki meşveret neticesinde karar alma sorumluluğunda olan kişi çoğunluğun kararına uymak zorunda değildir. Meşveret çoğunluğun fikrini alma ya da eğilimini belirleme değil, karar alma merciinin doğru karar almasına katkıda bulunma sürecedir. Karar alıcı çoğunluğa uyabilir de, farklı bir bilgide kesin bir kanaat sahibi olması durumunda çoğunluğa muhalefet de edebilir. Ya da Müslümanlardan oluşan bir topluluk ortak karar alma ve bunda da çoğunluğun eğilimini karar olarak belirleme şeklinde kendi aralarında bir prensip belirleyebilirler. Bu da demokratik parlamento işleyişine benzemektedir. Burada aslolan haram olan bir kararın teorik olarak bile alınamayacağıdır.
Bu çerçeveden bakıldığında İslam ile diğer herhangi bir İslam dışı düşüncenin benzer yönlerinin olacağını görmemek imkansızdır. Ancak söz konusu sistemin İslam tarafından içerildiğini söylemek de imkansızdır. Belki “şu, şu şartlar” altında denilerek şerhli bir kabul ile ifadeler kullanılabilir. Ne var ki, “İslam'ın bu konudaki onayladığı düşünceler/yaklaşımlar şunlardır” demek daha doğrudur.
Benim tespitim şudur: Demokrasinin işleyişi ile İslam'ın işleyişinde bir çok noktada benzerlikler, paralellikler veya aynılıklar yani izdüşümlerin karşılığı vardır. Ancak öz olarak İslam da egemenlik kaynağını düzenlemektedir, demokrasi de. İslam'da egemenlik kaynağının tespiti akaid kapsamındadır. Bu nedenle cumhuriyetli bir İslam'dan, parlamento/meclisli bir İslam'dan bahsetmek mümkündür ama “Demokratik İslam”dan bahsetmek demokrasi'ye de, İslam'a da zulmetmektir.
Kaynağını İslam'dan almayan, İslam kültürünün üretmediği kavram ve sistemler karşısında toptan ret ya da toptan kabul yerine daha kontrollü, dengeli, mesafeli yaklaşım sergilememiz gerektiği fikrine katılıyorum. Müslümanların hakim sistemlere kendini onaylatmak yerine kendi işlerine bakmaları ve “kınayıcının kınamasından korkmadan” yürümeleri gerekmektedir. Sosyalist vs. İslam kuramları ile uğraşıp boşa zaman harcayacaklarına Kur'an ve Sünnetin çerçevesini çizdiği İslam'ı yaşamaları gereklidir.
[Mehmet Akifoğlu] Arkadaşlar değerlendirmelerimiz genelde tanımsal düzlem etrafında gelinmekle beraber meşe la demokrasini liberal ekonomik sitemle tamamlanabileceği yada cumhuriyetin aynı gamanda demokrasinin de sürdürülebilirliği için hukuk devletine, sosyal adalete vb. müesseselere olan bağlantısına değinemedik. Aynı şekilde demokrasi i miti ürerine geliştirilen teorik ve reel değerlendirmelere de değerlendirme yapamadık. Konu çok uzun. Her bir başlıkla ayrı ayrı değerlendirme yapmamış gerekmektedir. Bu oturumu burada kapatalım. Ağızlarınıza sağlık..