Modernleşme Yolunda Devrimlerin Etkisi - rahle.org

Modernleşme Yolunda Devrimlerin Etkisi - rahle.org

Modernleşme Yolunda Devrimlerin Etkisi


Facebookta Paylaş
Tweetle

Muaz Öz

1071’de Alparslan’ın Anadolu’yu fethi ile başlayan Anadolu’nun İslamlaşma hadisesi Osmanlı Devleti’nin tüm Anadolu’yu fethi ile zirve noktasına ulaşmıştır. Halifeliğin Osmanlı Devleti’ne geçmesi ile İslam’a önderlik etmeye başlayan bu toprağın insanları, halifeliğin ilgası ile hem İslam ümmetini başsız bırakmış hem de İslam’a önderlik etme vasfından vazgeçmiştir. Halifeliğin ilgasından daha öncelere uzanan modernleşme ise İslam’ı toplum hayatından kopararak ve İslam’ı Batı toplumlarında olduğu gibi vicdanlara hapsederek ‘hayatın her anına müdahil olan din’ özelliğini yok etmeye çalışmıştır.

Abdurrahman Arslan modernleşme sürecinde yaşanan değişimin iki farklı şekilde gerçekleştiği tespitinde bulunarak şunları zikreder: “II. Mahmut örneği formun ve içeriğin tümünü reddederek yeni bir yapılanma arzusudur ki radikal özellik taşımaktadır. II. Abdülhamit örneği ise formu muhafaza etmeye çalışan, içeriğini değiştiren bir yapıdır. Genel olarak insanlar bunu sempatiyle karşılamışlardır ve karşılıyorlar da; ama bunun gerçekten büyük oranda insanları aldanışa sürükleyen bir modernleşme yolu olduğunu söyleyebiliriz. Benim kişisel kanaatim odur. Burada yanlış, kendisini yerli bir form içinde gizleyebilmektedir; ama insanların bu yönü daha sempatik bulduklarını da söyleyebiliriz.”¹ Sonuç itibari ile her iki tarzdaki modernleşme de İslamî yaşantıda büyük kırılmalara neden olmuş ve farklı yolları kullansalar da aynı hedefe hizmet etmişlerdir.

Tanzimatın ilanı ile bu kırılmaların en büyüklerinden biri yaşanmıştır. “Tanzimat Fermanı, Müslümanlarla Müslüman olmayan tebayı eşit ilan etmekle, Müslümanları devletin asli unsuru olmaktan çıkarıp, Osmanlı Devleti’nin İslami vasfını aşındırmış oluyordu.”² Bu fermanın ilanıyla yeni bir boyut kazanan dinden ve dinî öğelerden uzaklaşma süreci, cumhuriyetin ilanı ve akabinde yapılan reform ve devrimler ile çok daha büyük boyutlara ulaşmıştır.

Batının teknik üstünlüğü karşısında eziklik içinde olan Osmanlı’nın İslamcı aydınları, içine düşülen bu durumun hal çaresinin İslam’ı asrın idrakine sunmak³ anlayışından geçtiği gibi bir yanlışa düşmüştür. Bu yolla İslam’ın “yüksek bir medeniyet sahibi” olan çağa ayak uydurularak eski şaşaalı günlerine kavuşacağı gibi bir fikir geliştirilmiştir. Hâlbuki “Kur’an ve Sünnet insanlığa nasıl yaşanması gerektiği konusunda yol göstermektedir. Bunun medenî olmak gibi bir ölçüye vurulmasına hiç gerek yoktur. Medeniyet, Avrupa’ya has değildir; Müslüman toplumlar da onun kadar hatta ondan daha fazla medenîdir gibi bir yarışmaya girmek, her şeyden önce medeni olmanın geçerli bir ölçü olduğunu kabul etmek demektir.”⁴ Buna rağmen modern zihniyetin ürünü olan ilerlemeyi, müreffeh yaşamı, kalkınmayı muhkem değerler olarak görmeye başlayan yöneticiler ve sözde aydınlar, sahibi oldukları böyle bir muhayyilenin tesiri ile içinde bulunulan duruma dair şu tespiti yaparlar: “Modernitenin gücü İslam dünyasının sınırlarına ulaştığında, Müslümanlar bütün tarih boyunca hiç düşünmedikleri bir şeyi yapmaya kalkarak, mağlubiyetlerinin sebebini hep kendilerinde bulurken, bu kez başka yerde arayacaklardır. Ve ilk defa mağlubiyetin sebebini kendi dışlarında yani dinlerinde görecek; dinlerini tartışma konusu yaparak onu suçlayacaklardır.”⁵ 

Bu düşüncelerin akabinde bir dizi reform hareketine iştiyakla girişilir. Tanzimat’tan beri sürdürülen reformlar ve devrimlerde o derece ileri gidilmiştir ki devletin resmi dininin değişmesi dahi mecliste tartışılmıştır.⁶ Belki de bu kadar radikal bir değişikliğin doğuracağı tepkilerden çekinilerek bu tartışma sonuçsuz bırakılmıştır. Lakin bu olay bize dönemin zihniyetini göstermesi açısından önemli bir veridir.

Paris’te ve Londra’da elçilik görevinde de bulunan Mustafa Reşit Paşa’nın (d.1800-ö.1858) Sadrazam olması ile hız kazanan, Batı özentisi şeklinde tezahür eden modernizm, cumhuriyetle birlikte ‘şaşmaz bir doğru’ olarak kabul görmüştür. Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya çıkan, batının ilmini alalım, ahlakını bırakalım görüşünün de geçerli bir görüş olmadığı zamanla açığa çıkmıştır. Önce askeri bilim alanında alınan örneklik sonrasında yaşamın her alanına sirayet etmiştir. Bu örneklik bazen doğrudan tepeden inmeci bir mantık ile idareciler tarafından dikte ettirilirken, kimi zaman da kullanılan aracın zihin dünyasını etkilemesi gerçeği ile kendini göstermiştir. Hıristiyan Batı toplumunun tarihinden süzülüp gelen, Rönesans ile birlikte sekülerleşen, Protestanlaşan, Sanayi Devrimi ile kapitalizm eksenli düşünmeye başlayan ‘Batılı ahlak’ İslam ümmetini ifsad etmiş ve yaşanan sürecin sonucunda her şeyi ile batının hegemonyasında olan bir toplum oluşmuştur.

Harf İnkılâbı

1 Kasım 1928 tarihinde gerçekleştirilen Harf İnkılâbı yapılan devrimlerin en büyüklerindendir. Yüzyıllarca eğitimini bu alfabe ile yapan, onunla eser veren bir ümmet alfabesinden koparılmıştır. Cemil Meriç’in deyişiyle; bir gecede kütüphanelerimizi ‘tuğla yığınına’ çevirip⁷, sembolik düzeyde Batılı olabilmenin yanı sıra geleneksel değerlerle olan tüm bağları koparmak açısından da önemli bir işlevi gerçekleştirir.⁸ Harf devriminin gerekçesi Arap elifbasının anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretleri⁹ ve Latin alfabesinin okuma-yazma kolaylığına¹⁰ bağlanılsa da asıl sebebin modern Batı uygarlığı ile ilişkileri sıklaştırmak ve İslam dünyasından uzaklaşmak olduğu bilinmektedir. “Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegâne sebebi alfabenin öğrenilmesinin zor olduğu değildi. Uzun yıllar devlet eğitim sorununa eğilmemiş, kitlesel eğitime önem vermemişti; vermiş olsaydı, oran şüphesiz ki daha yüksek olurdu. Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı.”¹¹

Böylece “Türk kafasını, köklerine kadar, Arap kaynaklarından sökecek ve milli kılacaktık.”¹² “1928’de yapılan harf devriminden sonra ‘eski yazı’ okumak-bulundurmak yasaklandığından çoğu yörede işgüzar yöneticiler Kur’an öğrenmeyi ve öğretmeyi bile yasaklayacaklardı. Hatta 40’lı yıllarda evinde Kur’an dâhil, eski yazı kitap bulundurmak suç haline gelecek, savaş bahane edilerek bazı camiler depo olarak kullanılacaktır.”¹³

Yapılan bu devrimin etkisini şu anda rahatlıkla müşahede etmekteyiz. Kur’an’ı anlamak bir yana, yüzünden bile okuyamayan bir toplum oluşturuldu. Birçok temel eserin yıllarca yeni alfabeye çevrilmemesi ile Müslümanlar temel dini konularda bile eksik kaldı. Ve halen birçok eserin yeni alfabeye tercüme edilmemesi ile bu güzide eserlerden mahrum kalmaya devam ediyoruz.

Hilafetin Kaldırılması ve Tevhidi Tedrisat Kanunu

3 Mart 1924’te üç önemli kanun çıkartılmıştır: Diyanet İşleri Reisliği’nin kurulması ve Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin (Şeriatla alakalı işler ve Vakıflar Bakanlığı) kaldırılması; Tevhidi Tedrisat Kanunu ile tüm eğitim-öğretim kurumlarının Maarif Vekâleti’ne (Milli Eğitim Bakanlığı) bağlanması; hilafetin kaldırılması -ki böylece İslam ümmeti başsız kalmış; aynı zamanda bu yasa ile ‘resmi’ bir dinî muhalefetin önüne de geçilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı’na itikat, ahlak ve ibadet konularında söz söyleme yetkisi verip insan-devlet, insan-insan, insan-cemiyet arası kurallara müdahale etme izni verilmemiştir. Böylece din vicdan meselesi getirilerek seküler aklın parçalı düşünme mantığına uygun hale getirilmiştir. TBMM İsviçre’den Medeni Kanunu’nu, İtalya’dan Ceza Kanunu’nu, Almanya’dan Ceza Muhakemeleri Hukuku Kanunu’nu ithal edip biraz değiştirerek toplum hayatına sunmuştur. Türk Ulus Devleti’nin fikir babası Ziya Gökalp’in “Milli hukukun bütün dalları dinsel etkilerden ve din adamlarının tahakkümünden tamamıyla kurtarma”¹⁴ ideali böylece gerçekleştirilmiştir.

Tevhidi Tedrisat Kanunu gereğince Milli Savunma’ya bağlı askeri mekteplerle sağlık, tarım vs. bakanlıklarına bağlı okullar; Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’ne bağlı mektep ve medreseler Milli Eğitim’e verilmiştir. Fakat bir yıl sonra askeri okullar Milli Savunma’ya iade edilmesine karşılık İslami okul ve medreseler kapatılmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında herhangi bir İslami öğretiye izin vermeyen ve gazetelerde dahi dini yayın yapılmasını yasaklayan devlet ‘vatandaşın ölü yıkayacak adam bulamaması’nı göz önüne alınarak 1949’da imam hatip okullarını ve sonrasında da İlahiyat Fakültesi’ni açmıştır.¹⁵ Bu okullar açılması ile birlikte halktan çokça destek görmüştür. İslamî eğitime özlem duyan halk; bu okulların müfredatının resmi ideoloji tarafından belirlenmesine, modern zihniyet inşa eden öğretim tarzına bakmadan her türlü desteği vermiştir. Lakin “Eğitim dediğimiz mesele tarafsız veya nötr değildir; bütünüyle taraflıdır, dolayısıyla her eğitimin kendine göre ideolojik bir amacı vardır; bu amaç kendinin öngördüğü bir insan modeli yetiştirmeyi esas alır”¹⁶ gerçeği Müslümanlar tarafından göz ardı edilmiştir. Ve bir kez daha forma yönelik değişikliğe karşı çıkan halk içeriğe yönelik değişikliğe tepkisiz kalmış ve hatta bunu bir kazanım addetmiştir.

Kıyafet Alanındaki Değişiklikler

28 Kasım 1925 tarihli kanun ile her ferdin şapka takması zorunlu hale getirilmiştir. Fes özellikle kent kesiminde Müslüman halkın sembolü durumunda idi.¹⁷ Ama ne var ki “Dinin somut izlerini ortadan kaldırmak ve kişiyi değişiklik fikrine alıştırmak için Şapka Kanunu çıkarılmış ve fes giymek yasaklanmıştır.”¹⁸ Bu yasanın korunması da çok sert şekilde olmuştur. “Şapka kanununun çıkmasından sonraki 2,5 ay içinde 57 kişi idam edilirken, yüzlerce kişi hapse atılmıştır.”¹⁹ Bu idamlardan biri de yasa çıkmadan önce yazdığı Frenk Mukallitliği ve Şapka ile Tesettür-i Şer’i isimli kitaplar yüzünden İskilipli Atıf Hoca’ya verilir.²⁰ İşin en vahim tarafı bu cezaların verildiği mahkeme, asker kaçakları ve vatan hainlerini yargılamak üzere kurulan ama sonra devrim karşıtlarını susturmak için kullanılan İstiklal Mahkemeleri’dir. “İslam’da, ister sivil olsun ister asker kesiminden olsun, baş giysilerinde kenar çıkıntısı bulunmazdı. Zira bu çıkıntı, namaz kılarken alnın yere dokunmasına engel oluyordu.”²¹ Ve belki de sırf bu yüzden özellikle fötr tipi şapkalar gündeme sokulmuştur. “İslam’ın sembolü durumuna gelmiş ‘fes’, Türk halkının başından atılmalıydı… Bütün sorun, dinsel hayatın simgelerini günlük yaşayıştan uzaklaştırmaktan ibaretti.”²² Bu yasa kullanılarak sisteme ve devrimlere karşı olan kişiler susturulmayı çalışılmıştır. Böylece insanlar can korkusu ile yanlışlıklara ‘dur’ deme konusunda çok pasif kalmıştır. Fes ile başlayan kılık kıyafet değişiklerine belki de bu dönemde verilen idamların etkisiyle insanlar ses çıkaramamıştır.

Kadınların kıyafetinde yapılan değişiklik ise ani bir değişiklik ile değil, süreç içerisinde özendirme ve yönlendirme ile olmuştur. Zaman içerisinde önce örtünün kötülenmesi, açıklığın güzelliğinden bahsedilmesi ve teşviki, daha sonra ise yasaklama ve zorlama ile modern kıyafetler topluma kabul ettirilmeye çalışılmıştır. 1923’te Mustafa Kemal yaptığı bir konuşmada: “Şehirlerdeki kadınlarımız iki aşırı kılık içinde görünüyorlar. Ya dışarıdan ne olduğu bilinmeyen çok kapalı ya da Avrupa’nın en serbest balolarında bile gösterilmeyecek kadar açık bir giyiniş. Her ikisi de dinimize aykırıdır.”²³ Bu sözlerin üstünden çok geçmeden değişik kanallardan kadının örtüsüne ve tesettürüne gizli saldırılar başlatılmıştır. Halk plajları kadınlara açılmış, yurt gezilerinde Avrupai görünüme sahip kadınlar gezi heyetine dâhil edilmiştir. 4 Eylül 1925’te ‘güzel bacak yarışması’ düzenlenmiştir. Bunun bir ileri boyutu olan ‘güzellik yarışması’ ise 2 Eylül 1929’da yapılmıştır. Pilot bölgelerde (Trabzon’da uygulanır ilk yasak) uygulanmaya başlanan çarşaf giyme yasakları kayda değer tepki görmeyince alanı genişletilerek devam ettirilmiştir.²⁴ Yeterli ortam hazırlandıktan sonra 5 Aralık 1934’te bütün dinî kıyafetler yasaklanmıştır.

Tüm bu yaşananlara rağmen toplumun giyim anlayışının değiştirilmesi çabasının Mustafa Kemal ile başladığını düşünmek hata olur. “Mustafa Kemal’in yaptığı, 19. Yüzyıl Osmanlı toplumsal hayatında, üst tabaka kadınlar arasında başlayan modern hayat anlayışını, alt ve orta tabakalar için mecburi hale getirmek olmuştur.”²⁵ Osmanlı’daki modernleşme hareketleriyle başlayıp cumhuriyet ile hız kazanan dönüşüm toplumdaki giyim anlayışında büyük değişimler yaşattı.

Türkçe İbadet Projesi

Bütün bu yapılanlar ile beraber büyük bir proje daha vardı: Türkçe ile ibadet. Bu sayede hem din milli bir havaya bürünecek hem de Arapça hayattan tamamen atılacaktı. Hazırlanan “Türkçe Kur’an(!)”, ve hutbeler yeterince tepki görmezken, 1926 yılının ramazan ayında bir cami imamının cuma hutbesini Türkçe yapıp ardından namazı Türkçe kıldırması cemaat tarafından büyük bir tepki ile karşılanmıştır. Ve bireysel bir uygulama görüntüsü altında olan bu uygulama günün yöneticilerine de bir ihtar olmuştur. Projenin yeterince başarılı olamaması nedeni ile Modern Ulus Devlet milli bir din meydana getirme idealinden mecburen taviz vermek zorunda kalmıştır. Türkçe namaz projesi hayata geçirilemese de Türkçe ezan yıllarca (1932’den 1950’ye kadar) camilerde okunmuştur. Velhasıl Türkçe ibadet projesi kısmen sonuç vermiştir.²⁶

Modern Ulus Devlet’e Geçiş

Cumhuriyet ile kurulan devletin en önemli vasıflarından biri ulus devlet oluşudur. Gözünü Batılı devletlere diken yöneticiler modern dönem örgütlenme biçimi olan ulus devleti de sahiplenmiştir. “19. yüzyıla gelinceye kadar Tanrı-Kral devlet, sanayi devrimiyle yerini modern ulus-devlete bıraktı.”²⁷ Seküler temelde örgütlenen bu devlet yapılanması için Ali Bulaç şunları söylemekte: “Bu devlet insanoğlunun bilinen siyasi tarihinde yepyeni bir olgudur. Varlığı kendi zihninde parçalayıp yeniden bir bütün içinde kuran Batılı insan, toplumu da parçalayıp yeniden kurmanın en güçlü aracı olarak devleti keşfetti. Bu yeni anlamı ve fonksiyonuyla devlet, Doğuda olsun Batıda olsun geleneksel devlet biçimlerinin hiçbirine benzemez.”²⁸

“Bu tarih anlayışının sonucunda İslam’ın yaşandığı uzun tarihsel dönem atlanarak her topluluk kendisine bir tarihsel meşruiyet zemini aramaya girer; Türkler Ergenekon’u/Orhun Abidelerini, Mısırlılar Firavun mezarlarını, İranlılar Perslileri, Cezayirliler Kartacalıları, Kürtler Mezopotamya’yı, Iraklılar Babillileri “keşfetmiş” olurlar.”²⁹ Kurulan yeni devletin de ulus devlet olabilmesi için Osmanlı Devleti’nin çok uluslu yapısından kurtulunması gerekmektedir. Bunun için Osmanlı ile her türlü bağ koparılmalıdır. Türk ırkının üstün olduğu ön kabulünden hareketle bu üstünlüğün antropolojik, filolojik, tarihsel ispatları da yapılmaya çalışılmıştır. Bu amaç da gözetilerek 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmıştır. Türk Tarih Kurumu kurularak Türk Tarihi’nin Müslüman olunmadığı zamanlarının övgü dolu (!) yanları ortaya konulmaya çalışılmıştır. Türk Dil Kurumu yardımıyla yapılmaya çalışılan dil devrimi ile Arapça ve Farsça kelimeler dilden ihraç edilip Öztürkçe denilen yine İslam öncesi Türk Tarihi referanslı kelimeler üretilmeye çalışılmıştır. Çeşitli yerlerden toplanan 64 bin kafatası ile gerçek Türk kafatasının ölçülerine ulaşılmaya çalışılmıştır.³⁰

Laikliğin İlanı

Bütün bu dinden kopuş hazırlıklarına ve çabalarına rağmen 24 Anayasası’nın 2. maddesinde “devlet dini, din-i İslam’dır” ve 26. maddedeki TBMM’nin görevi olan ‘ahkâm-ı şeriyenin tenfizi’ (şeriat hükümlerinin yerine getirilmesi) hükümleri yer almakta idi. Bu hükümler 10 Nisan 1928’e kadar anayasada kalmaya devam etmiştir. Bu tarihte ‘devletin dini, din-i İslam’dır’ ibaresi anayasadan çıkartılmış, 1937 yılında ise laiklik ilkesi benimsenmiştir. Bu yolla adeta hayatı birbirinden kopuk parçalar halinde tasnif etmeyi kendine vazife biçen modernleşme yolundaki en önemli adımlardan biri atılmış olmakta ve laiklik aracılığı ile din yönetimden kopartılarak vicdanlara hapsedilmiş olmaktadır. Dinden kopuşun en önemli aşamalarından biri daha geçilmiş, laiklik ile tüm dinlere eşit mesafede durduğunu söyleyen ama uygulamada, İslam’a ve Müslümanlara baskı yapan, diğer dinleri korumasına alan bir sistem peyda olmuştur.

Sonuç

Elbette ki devrimlerin İslamî yaşantıya etkisi bunlarla sınırlı değildir. Burada sadece konuya örneklik teşkil etmesi açısından belli başlı devrimlerin etkisi aktarılmıştır. Daha derinlikli ve geniş çaplı bir inceleme ile konu bir kitap hacmini kapsayacak kadar genişletilebilir. Burada cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan devrimleri öncelendiği için daha sonraki yıllarda yapılan ve çoğunlukla formu muhafaza ederek modernizme ayak uydurmaya çalışan eylemler kapsam dışında bırakılmıştır.

II. Mahmud’dan itibaren modern bir toplum oluşturma gayesinde olan yöneticiler yaptıkları reform ve devrimler ile Müslümanları modern toplumlar ile aynı seviyeye getirmeyi gaye edinmişlerdir. Yapılan tüm yeniliklerin ülkeyi içinde bulunduğu varsayılan geri kalmışlıktan ve teknolojik yenilgiden kurtarmayı amaçladığı bir vakıadır; bu yeniliklerin Müslümanları sekülerize ettiği ayrı bir vakıadır.

Halil İnalcık’ın belirttiğine göre; Cumhuriyetin kurulması ile birlikte, yeni devletin güçlü bir devlet olmasını arzulayan Mustafa Kemal güçlü olduğunu düşündüğü batı gibi olmaya çalışmıştır. Bunun için önüne çıkan engelleri aşmak adına güç kullanmaktan çekinmemiştir. “Sosyal Darvinizm teorisi Mustafa Kemal’de güçlü bir mümessilini bulmuştur: Hayatta kalmak, var olmak yalnız ve yalnız güçlü olmaya bağlıdır. Bu hedef her şeyi haklı ve meşru kılar.”³¹

Tüm bu yaşanan süreçler sonucunda Batılı gibi düşünen, onun gibi yaşayan, onun gibi giyinen, idealleri onunkinden farklı olmayan bir toplum oluşmuştur. Bunun değişebilmesi için yapılması gereken modern algıları bir kenara bırakıp İslami düşünmenin yollarını aramaktır. □

Dipnotlar:

1. Abdurrahman Arslan, Nehri Geçerken, Beyan Yayınları, sayfa: 24

2. D. Mehmet Doğan, Batılılaşma İhaneti, İz Yayıncılık, sayfa: 32

3. Mehmed Akif Ersoy, Safahat, İFAV, sayfa: 378

4. İsmet Özel, Üç Mesele, Şule Yayınları, sayfa: 137

5. Abdurrahman Arslan, Modern Dünyada Müslümanlar, İletişim Yayınları, sayfa: 20

6. Bkz. Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması 1, Türk Edebiyat Vakfı Yayınları, sayfa:60-62 (Kazım Karabekir’in 13-16 Kasım 1970 tarihli Yeni İstanbul gazetesinde neşredilen hatıralarından naklediyor)

7. Mustafa Armağan, Küller Altında Yakın Tarih, Timaş Yayınları, sayfa: 136

8. Ahmet Cemil Ertunç, Cumhuriyetin Tarihi, Pınar Yayınları, sayfa: 167

9. Mustafa Armağan, Küller Altında Yakın Tarih, Timaş Yayınları, sayfa:135

10. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Doğan Kardeş Matbaacılık, sayfa: 439

11. İlter Turan, Cumhuriyet Tarihimiz, Çağlayan Kitabevi, sayfa: 91

12. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Doğan Kardeş Matbaacılık, sayfa: 439

13. Abdullah Yıldız, İktidar Kavgaları ve Sanal İrtica, Pınar Yayınları, sayfa: 127

14. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, MEB Yayınları, sayfa: 174

15. Bkz. Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması 1, Türk Edebiyat Vakfı Yayınları, sayfa: 221-222

16. Abdurrahman Arslan, Nehri Geçerken, Beyan Yayınları, sayfa: 207

17. Bkz. Ahmet Cemil Ertunç, Cumhuriyetin Tarihi, Pınar Yayınları, sayfa: 155-156

18. Paul Gentizon, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Bilgi Yayınları, sayfa:87

19. Cihan Aktaş, Kılık, Kıyafet ve İktidar, Nehir Yayınları, sayfa: 148

20. Abdullah Yıldız, İktidar Kavgaları ve Sanal İrtica, Pınar Yayınları, sayfa: 121

21. Paul Gentizon, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Bilgi Yayınları, sayfa:96

22. Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkileri, Basnur Matbaacılık, sayfa:1 45

23. Cihan Aktaş, Kılık, Kıyafet ve İktidar, Nehir Yayınları, sayfa: 134-135

24. Ahmet Cemil Ertunç, Cumhuriyetin Tarihi, Pınar Yayınları, sayfa:1 60

25. Fatma Barbarosoğlu, Şov ve Mahrem, Timaş Yayınevi, sayfa: 135

26. Ayrıntılı bilgi için bkz. Dücane Cündioğlu, Bir Siyasi Proje Olarak Türkçe İbadet 1, Kitabevi Yayınları 

27. Ali Bulaç, Modern Ulus Devlet, İz Yayıncılık, sayfa:22

28. Ali Bulaç, Modern Ulus Devlet, İz Yayıncılık, sayfa:40

29. Abdurrahman Arslan, Modern Dünyada Müslümanlar, İletişim Yayınları, sayfa:302

30. Ayrıntılı bilgi için bkz. Haşim Söylemez, 64000 Kafatası Toplandı, Aksiyon Dergisi, sayı:341

31. Halil İnalcık, Atatürk ve Atatürkçülük, Doğu Batı Dergisi, sayı:29, sf:10

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ