Furkan Sancaklı
Modern yaşama biçimi küfür ile iman arasına çizgi çekmeyi bilen hiçbir Müslümanı yozlaştırmaz. Yozlaşanlar modern yaşama biçimiyle karşılaşmadan önce de böyle bir çizgiyi hayatlarında önemli saymamış olanlardır. (İsmet Özel)
İnsanlık tarihte farklı fikir akımlarından etkilenerek farklı hayat tarzları geliştirmiştir. Bu hayat tarzları kimi zaman ilahî kaynaklı, kimi zaman ise beşerî kaynaklı olmuştur. İlahî kaynaklı şekillendirilmiş hayatın adı İslam iken, beşerî kaynaklı şekillendirilmiş hayatlar farklı formlar ve isimlerde tezahür etmiştir. Her anlayış, fertlerinin hayatlarına bazı sınırlar getirmiş ve hatta kimi kırmızı çizgiler bile koymuştur. Bu pek doğaldır ki İslam dini için de geçerlidir.
Akidevi anlamda tarihin her döneminde aynı eksende kalmış olan İslam dini, şer’i anlamda dönem dönem farklılıklar göstermiştir. İslam dininde sınırlar son peygamber Hz. Muhammed (sa) ile son halini almış ve ebediyete kadar geçerli olacak şer’i düzen kurulmuştur.
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim.” (Maide: 3)
Müslümanlar inançlarının gereği olarak hayatlarını bu sınırların dışına taşmayacak şekilde tanzim etmekle yükümlüdürler. Yani haramlara bulaşmadan helal dairesi içerisinde bir hayat sürdürmelidirler. Bunu hayatlarının merkezine koymalıdırlar çünkü kişinin inancı aynı zamanda yaşama gayesidir de ve inancı doğrultusunda yaşamaması kendi varlığına ihanet hükmündedir. Dolayısıyla sınırlara riayet etmenin bu derece önemli oluşu bu hususta hassas olunmasını da gerektirmektedir.
Hassas olunduğu oranda sınırlar içerisinde kalınabilir. Gerekli hassasiyet gösterilmediği takdirde sınırları çiğnemek an meselesidir. Helal dairesinde kalma hassasiyetinin, sınırları aşma korkusunun adı ise takvadır.
Takva, Müslümanın inancına duyduğu saygının adıdır. Rabbine duyduğu saygının adıdır. Rabbinin buyruklarına riayet etme hassasiyetinin adıdır. Sınırlarını aşma korkusunun, Rabbine karşı gelmiş olma korkusunun adıdır. Sınırlarını aşmama adına haramlığı kesin olmadığı halde şüpheli şeylerden kaçınmanın adıdır. Helal dairesinin dışına çıkma korkusuyla sınırdan olabildiğince uzak durma gayretinin adıdır. Sürekli bu korkuyu taşımanın ve böylesi bir dikkat ile yaşamanın adıdır. Kısacası takva Allah’a ait değerlere saygılı olmanın, saygıda kusur etmeme çabasının adıdır.
“Kim Allah’ın emrettiği ibadet biçimlerine saygı gösterirse hiç kuşkusuz bu saygı kalplerdeki takvadan kaynaklanır.” (Hac: 32)
Allah Teâla Müslümanların takvayı kuşanmalarını ister ve üstünlük vesilesinin takva olduğunu belirtir:
“Siz ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir. (Ahiret için) azık toplayın. Kuşkusuz, azığın en hayırlısı takvadır. Ey akıl sahipleri, bana karşı gelmekten sakının.” (Bakara: 197)
“İnkâr edenlere dünya hayatı süslü gösterildi. Onlar iman edenlerle alay etmektedirler. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar ise, kıyamet günü bunların üstündedir. Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.” (Bakara: 212)
“Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır.” (Hucurat: 13)
***
Asrı Saadet’te takvanın önemini kavramış Müslümanların hayatlarını takva merkezli şekillendirmeye çalıştıkları görülmektedir. Sonrasındaki zamanlarda bir süre daha bu durumun geçerli olduğu söylenebilir.
Yıllar içerisinde Müslümanlar farklı coğrafyalara yayıldıkça çeşitli toplumlarla (ve dolayısıyla inanç ve kültürleriyle de) etkileşim içine girmişlerdir. Farklı toplumları inanç ve kültür yönünden etkiledikleri gibi bu toplumların inanç ve kültürlerinden etkilenmişlerdir de. Bu etkileşimin her ne kadar kimi olumlu sonuçları olduğu söylenebilirse de olumsuz sonuçlarının daha fazla olduğu acı bir gerçektir. Takva merkezli hayattan uzaklaşılmaya başlanması bu olumsuz sonuçlardandır.
Bu etkileşimlerin en önemlilerinden biri hiç kuşkusuz ki 15. yüzyılda büyük bir değişim geçirmeye başlayan Batı Medeniyeti ile yaşanmıştır. “Modernleşme” diye tabir olunan sürece giren Batı Medeniyeti zamanla kabuk değiştirerek büyük bir dönüşüm geçirmiştir. O zamana kadar benimsedikleri hayat tarzlarındaki sınırların kendilerini “yavaşlattığını” keşfeden Batı dünyası hızla zincirlerini kırıp atmıştır.¹ Çarpık bir şekilde düzenledikleri “kutsal” ile bağlarını koparıp, tamamen aklın güdümünde “madde/dünya”ya endeksli bir anlayışa yönelmişlerdir.² “Aydınlanma” diye tanımladıkları yeni süreçte fikrî anlamda yeni değerler benimseyen Batı dünyası hızla dünya üzerindeki etkinliğini artırmaya başlamıştır. Etkinliği artıkça etkileşim içine girdiği diğer toplumları etkileme gücü de artmıştır.
Fransız İhtilali, sanayileşme, kentleşme gibi olgular hem muhtevasının şekillenmesinde, hem de dünya üzerindeki etkinliğinin yayılmasında büyük rol oynamıştır. Artık modernizm her alanda etkin bir güç olmuş ve sadece Avrupa’yı değil, çeşitli sebeplerle kendi hızına ayak uyduramayan “geri kalmış” diğer coğrafyaları da dönüştürmeye başlamıştır.
***
Gelinen noktada birkaç yüzyıldır insan hayatının “modernizm”in tesiri ile şekilleniyor oluşu bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Öncelikle batı toplumlarında hayat bulmuş olan bu anlayış, giderek tüm dünyada hâkim unsur halini almaya başlamıştır.
Kodları Batı tarafından yazılmış modernite, insanlığa bir hayat tarzı sunmaktadır. Kapitalizme, ahiretten kopuk hayatın temsili olan sekülerizme, insanı putlaştıran hümanizme, sınır tanımaz bir özgürlüğe, “insan”ı tekil bir “birey”den ibaret hale getiren bireyselleşmeye, her türlü değerden yoksun bir pragmatizme, çılgınca, hesapsızca tüketmeye… dayalı bir hayata davet etmektedir muhataplarını. Tamamen insan nefsine hizmet eden bu davet, ulaştığı yerlerde kabul görmekte zorlanmamıştır.
Modernizm nüfuz etmeye çalıştığı bölgelerdeki diğer hayat tarzlarına, kendi özlerine sadık biçimde yaşama fırsatı sunmadan onları kendi potasında eritmeye çalışmıştır tarih boyunca. Modernite ile karşılaşan inançlar modernitenin değerler dünyası süzgecinde bir dönüşüm geçirme ile yok olma arasında bir tercihe sürüklenmişlerdir. Asli değerlerini, anlam dünyasını yitirmiş bir şekilde var olmaya devam edebilmek ile yok olmak arasında ne kadar fark vardır ki?
Küreselleşen dünyada yerel değerlerin yok olmaya yüz tutuşu ve dünyanın her yerinde Batı değerlerine dayalı tek tip bir hayatın yürürlüğe girişi acı bir gerçektir. Artık hayat tarzlarındaki sınırları Batı dünyası belirlemektedir, diğer hayat tarzlarının sınırları mensuplarının gözünde gittikçe silikleşmektedir. İnsanların, ait olduklarını iddia ettikleri inançlara ait sınırlara gösterdikleri hassasiyet gitgide zayıflamakta ve “modernleşebilme” adına Batılı değerlerle Batının hayatı yaşanmaya başlanmaktadır. Her yerde “modern ahlak”ı kuşanmış “modern birey” türemektedir.
İnsanları asli değerlerinden koparmakla yetinmeyerek etki alanındaki bireyleri sistemin çarklarının işlemesi yolunda bir dişliye de dönüştüren modernizm, insanları bilinçli veya bilinçsiz şekilde kendi sisteminin devamına hizmet eder hale getirmektedir.
***
Her geçen gün etki alanını genişleten modernizm Müslümanları da kıskacına almış durumdadır. Modernite ile karşılaşan Müslümanların önünde beliren seçenekleri Abdurrahman Arslan şu şekilde ifade etmektedir: “İslam, ya Müslümanların ellerinde modernitenin –değerler dünyası ile; ilerleme, eşitlik, bireycilik, demokrasi, liberalizm, sivil toplum, kapitalizm ve tüketim’in- öngördüğü süreçlere katılarak ona yeni bir “ruh” verecek; ya da kendi “teorik” temellerine yaslanarak içine kapanmadan ve daha önemlisi, anti olmak için “anti” olmadan, öncelikle bir hayat biçimi olarak kendini görünür kılmanın ve korumanın imkan ve çıkış yollarını arayacaktır.”³
Modernitenin içinde erimekle kendi özüne sadık bir hayatın mensubu olmak arasında kalan Müslümanların tercihlerine dair ise şu değerlendirmeleri yapmakta Arslan: “Dün kendini farklı değerlerle anlamlandırdığından dolayı Müslümanın modern dünyaya “muhalif” olmak şeklinde başlayan çabası, bugün modern dünya içinde kendisi için bir anlam arayışına dönüşmüş durumdadır. Muhalefet ve mücadele mevkiinden uyum çabasına dönüşümü, bir “geçiş” olarak görebilir miyiz?”⁴ Sonrasında ise yapılan tercihin Müslümanlar üzerindeki dönüştürücü etkisine dair şunları söylemekte: “Geçiş her şeyden önce Müslümanın değerler dünyasını çözülme ile karşı karşıya getirmiştir. Geçen 200 yıllık deneyim içinde İslamcılık tam tersini düşünmüş olsa bile; geçişin Müslümanda tezahür eden biçimleri farklı olarak İslami özellik taşımış olsa da, muhteva, İslami değerlerin içerik anlamlarında ciddi dönüşümler geçirdiğini göstermektedir.”⁵
Modernizm ile muhatap olan Müslümanların, kendi öz değer ve birikimlerinden filizlenen bir duruşa sadık kalmak yerine -Batı gibi ilerleyebilme adına- modernizmin değerleri doğrultusunda “kısmî” dönüşüme kapı aralamakta bir sorun görmedikleri tespit edilebilir. Dönüşümün ise tahmin edileceği üzere kısmi düzeyde kalmadığı ortadadır.
Günümüz dünyasındaki yerini modernite-nin içinde konumlandırmayı tercih ettikleri görülen Müslümanlar da modern hayat tarzının yaygınlaşması yolunda bir piyona dönüşmüş durumdadırlar. Modernizme ait değerleri içselleştirdikleri görülen Müslümanlar, benimsedikleri hayat tarzını yaygınlaştırma sürecine aktif şekilde katılmış vaziyettedirler.
Müslümanların modernitenin içselleştirdikleri değerlerinin en önemlilerinden biri kuşkusuz ki, kapitalist zihniyettir. Modernizm anlayışının ana direklerinden olan kapitalizm, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi bizim topraklarımızda da hâkim ekonomik düzen halini almıştır. Kapitalizmin bu topraklarda kök salmasında ve büyümesinde muhafazakâr partiler başrolde bulunmuşlardır. 1950’li, 1980’li ve 2000’li yıllarda, İslam’ı yaşama yolunda maruz kalınan baskıların yoğun olduğu dönemlerin akabinde Müslümanlar, kendilerine sunulan kimi “özgürlükleri” tatmanın verdiği sarhoşlukla, içine sürüklendikleri modernleşme ve kapitalistleşme sürecinin farkına dahi varamamışlardır. İslamî değerler de en büyük darbeleri bu dönemlerde almışlardır.
Kapitalizm üzerinden sadece ekonomik anlayış değil, başka birçok anlayış da Müslümanlara empoze edilmektedir. Üretimden ziyade tüketimi⁶, paylaşımdan ziyade yığmayı merkeze koyan kapitalist anlayış, mensuplarına zamanla sirayet ederek onlarda bir ahlak da inşa etmekte ve kanaatkâr olmayan, paylaşımcılıktan uzak, çıkarcı, bencil, parayı başlıca değer kabul edip bu uğurda mevcut diğer değerlerinden feragat etmekten çekinmeyen bireyler türetmektedir. Bu kimselerin dünyalarında artık “bereket”e yer yoktur. Dünya malı ile aralarındaki ilişki giderek “emanet” anlayışından “sahiplenme” anlayışına doğru dönüşmektedir.
Bankalar ve alışveriş merkezleri bu sistemin çarklarının işleyebilmesi için çok önemli roller üstlenmişlerdir. Bu iki unsurun önderliğinde Müslümanlar para merkezli bir hayata sürüklenerek, önce bu parayı temin edebilmek ve koruyabilmek adına her türlü yola sevk edilmekte, sonra da elindeki mevcut birikimi ihtiyaç dâhilinde olup olmamasını gözetmeksizin nefsi dürtüleri, hırsları tatmin edebilme yolunda sürekli tüketmeye teşvik edilmektedirler. Paranın hâkim unsur olduğu bankacılık sistemine ve alışveriş ağına tamamen dâhil olmuş olan Müslümanlar, mevcut durumlarını zamanla kanıksamış gözükmektedirler.
Banka sistemine entegrasyon bu sürecin en önemli ayaklarındandır. Başlangıçta tepkisel yaklaşılan bankalara karşı Müslümanların tutumu zamanla dönüşerek önce belli bir mesafe koyma, ardından kısmen “istifade” etme, daha sonra da tam anlamı ile benimsemeye başlama gibi bir seyir izlemiştir. Müslümanlar bu sistemi, “İslami finans kurumları”, “faizsiz bankacılık” gibi formda İslami bile gözükse özü itibarı ile kapitalist düzenin parçası olan kurumlar aracılığıyla benimsemekte zorlanmamışlardır. Kredi kartı kullanımının Müslümanlar arasında yaygınlaşmakta oluşu bir vakıadır. Kredi çekmeye karşı benimsenen katı olumsuz tavır, ev, araba vb. sahibi olma arzusuna yenik düşmüş durumdadır. Gelinen noktada Müslümanlar bankalardan uzak durma hassasiyetlerini büyük oranda yitirmiş, hatta sunulan kimi imkânlardan yararlanmanın gönüllüsü olmuş vaziyettedirler.
Kapitalizmin tüketim ağına dâhil olmanın belki de en önemli basamağını günümüzde alışveriş merkezleri teşkil etmektedir. Bu tip mekânların anlamı alışverişin ötesinde bir boyuta taşınmış, “yaşam merkezleri” haline getirilmiştir. İnsanların bu tip mekânlarda “zamanlarını tüketmeye” alıştırılmaları ile tüketim de bir yaşam tarzı haline getirilmiş olmaktadır. Tüketimin yaşam tarzı haline gelmesi ise kapitalist organizmanın ana damarlarındandır. Bu meyanda Ömer Faruk Dönmez’in tanımı alışveriş merkezlerinin mevcut sistem içerisindeki önemini belirtmesi açısından manidardır: “Alışveriş merkezleri modern çağın tapınaklarıdır.”⁷ Söz konusu mekânlara “dindar Müslümanların” rağbeti göz önünde bulundurulduğunda, bu Müslümanların tüketimin ne kadar büyük oranlarda nesnesi haline geldikleri görülebilir. Modern çağın tüketim çılgınları safında birçok “dindar” Müslüman da yer almaktadır artık.
Modernizmin içselleştirilen değerlerinden bir diğeri ise modadır. Modernizmin önemli ayaklarından olan moda benimsenmesi kolaylaşsın diye “İslami moda” kisvesinde sunulmuştur. Bu da zaten Modernizmin bünyesinde İslam’ı yaşama yolunu seçen Müslümanlar nezdinde kabul görmek için yeterli sebebi temin etmiştir.
Bu süreçte tesettür asli anlamından kopartılmış ve sadece “örtme” olarak benimsenmeye başlanmıştır. Bu durum Müslümanların kimi sınırlarının ortadan kalkmasına sebep olarak moda rüzgârına teslim olma yolunda uygun zeminin oluşmasını sağlamıştır. Kavram itibari ile büyük bir çelişkiyi bünyesinde barındıran “tesettür defileleri” ve “tesettür reklamları”, yaşanan kavramsal ve ahlaki dejenerasyonun tipik göstergeleridir. Fatma Barbarosoğlu’nun tespitine göre, “Müslüman kadını hiçbir şey ‘başörtü reklamları’ kadar taciz etmemiştir.”⁸
Giysinin dikkat çekici olmaması, hatları belli etmemesi gibi hususlar arka plana atılmış ve Müslümanlar için rengârenk, vücudu daha çekici gösterebilecek, güzelliği ortaya çıkarıp daha da güzelleştirecek kıyafetlerin giyilebilmesinin önü açılmıştır. Artık ne mutlu ki modanın ürettiği giyim tarzına tabi olunabilecektir!
Modaya uyum giyim anlayışında bir değişikliğe yol açmakla yetinmemiş, Müslümanların giysi tüketimi anlayışlarını da büyük bir dönüşüme uğratmıştır. Masumane bir tanımla toplum hayatına giren geçici yenilikleri ifade eden moda, toplumun tüketim alışkanlıklarına önemli bir dinamizm katmıştır. Geleneksel zamanlarda giysi tüketiminde ihtiyaç unsuru belirleyici iken ve bu da giyim alışverişi anlamında bir durağanlığa sebep olurken, yeni dönemde modayı takip edebilmek tüketimde ana gaye haline gelmiş durumdadır. Bunun sonucunda da mevsimsel olarak belirlenen kıyafet modası doğrultusunda insanlar demode kalmamak adına -ihtiyaçları olmadığı halde- yeni ürünleri edinmeyi bir vazife addeder olmuşlardır. Modanın esiri haline gelmiş Müslümanlarda da bunu gözlemlemek mümkündür. Müslümanlar “İslami moda”nın markalarını takip eden, üretilen yeni moda kıyafetlerden edinmeyi bir mecburiyet olarak kabul eden; bu sayede de onlarca eşarba, çeşit çeşit renkte pardösüye, her tür desende gömleğe vs. sahip olan modanın esiri bireyler haline gelmişlerdir. Peygamber Efendimiz’in pazar yerlerinden uzak durulması yönündeki uyarılarına rağmen günümüzde modernleşmekte olan Müslümanlar, tüketim anlayışının yaygınlaşabilmesi için her geçen gün bir yenisi açılan devasa alışveriş merkezlerinden çıkmaz olmuşlardır. Boş vakitlerde bu mekânlarda dolaşmak ve yeni moda ürünleri takip etmek bir alışkanlık haline almıştır.
Kısacası moda vesilesi ile Müslümanlar hem kimi ahlaki hasletlerini kaybetmiş hem de modern hayatın tüketim çılgınlığına daha da çok dâhil edilmişlerdir.
Kadın-erkek ilişkilerindeki dönüşüm de modernizmin Müslümanlar üzerindeki etkilerini okuyabileceğimiz bir diğer alandır. Müslümanların, modern hayata ayak uydurmaya çalıştıkça bu husustaki hassasiyetlerini yitirmeye başladıkları gözlenmektedir. Kendilerine bu hususlarda belirlenmiş sınırlara riayet noktasında çok hassas davranan ve bundan dolayı da karşılıklı ilişkilerini yok denecek düzeye indiren bir zamanın Müslümanları, günümüzde ilişki zeminlerini çoğaltmanın meşru yollarını aramada gayet gayretli davranmaktadırlar. Kadın-erkek ilişkilerindeki takva zemini terk edilmekte, rahat arkadaşlık ilişkilerine doğru yol alınmaktadır. Aynı ortamda bulunmaktan bile imtina edilirken, ortak muhabbet ortamlarında karşılıklı gülücükler dağıtmakta bir beis görülmemektedir. Flört ilişkileri bu kişiler nezdinde gitgide normalleşmekte ve bu husustaki sınırlar çeşitli zorlama tevillerle genişletilmeye çalışılarak yapılanlara meşruiyet kazandırmaya çalışmak ta ihmal edilmemektedir. Tarafların niyetlerinde “ciddi” oluşları, kendilerince aralındaki bu tip bir ilişkinin masumiyeti adına yeterli delili teşkil eder hale gelmiştir. Hatta bu kişiler için, -gizlice de olsa- kıyılacak bir imam nikâhı ilişkilerini tamamen meşru bir düzleme taşıyabilmek için yeter sebeptir!
Müslüman kesimde -özellikle gençlerinin arasında- bu hususta gözlenen yozlaşmanın boyutları; edep, hayâ, iffet gibi özellikle hassas olan hususlardaki sınırlarda maalesef ne derece büyük gedikler açıldığının bariz göstergeleridir.
Modernitenin Müslümanları sürüklediği bir diğer saha da bireyselleşme batağıdır. Modern anlayış tarih boyunca hâkim olduğu toplumlardaki insanları tekil “birey”lere dönüştürerek yalnızlaştırmaktadır. Zamanla yalnızlığa ittiği kişiler arasında yapay ilişki biçimleri doğurmuştur. Yalnızlaşan bireyler maskelerin ardına sığınmış ve sahicilikten yoksun sahte birliktelikler geliştirmişlerdir. Düne kadar Batı dünyasının muzdarip olduğu bu durumdan, günümüzde Müslümanlar da yakınmaya başlar olmuşlardır. Tarihte birbirlerine kuvvetli bağlar ile bağlı kalmış Müslümanlar, günümüz sosyal hayatı içerisinde yalnız Müslüman bireyler haline gelmişlerdir. Buna ek olarak Batının kendilerine süsleyerek sunduğu “özgür birey”ler olma pahasına çok önemli değerlerinden de tavizler vermişlerdir.
Müslümanların değerler dünyasında bireyselleşme rüzgârından belki de en çok nasibini alan kurum ailedir. İslam ümmetinin en küçük birimini temsil eden, mü’min ve mü’minelerin bütünlüğünün hasılası olan aile kurumu parçalanmış vaziyettedir. Aile içi sevgi ve saygı bağları gitgide zayıflamış, aile fertleri birbirlerinden farklı dünyalarda gezinen, farklı hedefler peşinde koşan bağımsız bireyler olmuşlardır. Müslüman aileler içerisinde fertler arası kopukluk belki de hiçbir devirde bu derece artmamıştır. Böyle bir ortamda sıla-i rahim de haliyle tüm önemini yitirmiştir.
Müslümanlar arasındaki kardeşlik bağları da erozyona uğramıştır. Kardeşlik önemini kaybetmeye başlamış, ümmet tasavvuru paramparça olmuş, dostluklar yüzeyselleşmeye yüz tutmuştur. Ümmet olma gereğince bir vücudun azası gibi olup birbirlerini tamamlamaları gereken Müslümanlar birbirlerinden habersiz vaziyettedirler. Birbirlerine karşı ilgisizleşmeye de başlayan Müslümanları artık kardeşlerinin maruz kaldığı zulümler etkilemez olmuştur. Onlara karşı vazifeler, bir eylem/miting ortamında birkaç slogan atmakla yerine getirilebilinecekmiş gibi algılanmaktadır bir kısım Müslüman tarafından. Kardeşlik bilincinin ne derece önem arz ettiği, zordaki Müslüman kardeşine zahmete girmeksizin sms ile birkaç TL yardımda bulunmakla vazifesini yerine getirdiğini vehmederek gönül rahatlığı içinde hayatına devam edebilen bireylerin halinden anlaşılabilir. Modernizm Filistin’deki binlerce Müslümanın şehadeti ile sonuçlanan elim bir durumu, en önemli silahlarından olan televizyonlarda izlenen bir “haber” hükmüne indirgeyebilmiştir Müslüman kesim nezdinde.
Modern hayat, bireyleri yalnızlıklarından kurtarmak, sosyal ilişkileri zenginleştirmek gibi misyonlar yüklediği facebook, twitter gibi sosyal paylaşım siteleri aracılığıyla, Müslümanları farkında olamadıkları farklı bir bireyselleşme zeminine çekmiştir. Yalnızlıktan muzdarip bireyler, hiç zahmete girmeden bilgisayarlarının başında söz konusu siteler sayesinde dostları ve kardeşleri ile görüşebilme, yeni kişilerle tanışma, fikirlerini insanlarla paylaşma imkânına bir ekranın gerisinden kavuşmaktadırlar. Bu uğurda kendilerini tüm yönleriyle teşhir etmek, geliştirilen facebook ilişkisinin doğasında olan bir durum olduğundan, kişinin egosunu tatmin ettiği; kibrini, ‘ben’liğini kabarttığı düşünülmemelidir! Göz göze gelinmediği, sıcak bir ortamda olunmadığı, sadece bir monitör üzerinden diyaloga girildiği için kimi küçük (!) maskeler takılarak olunandan daha güzel, yakışıklı, bilgili vs. görünme çabaları mazur karşılanmalıdır! Boş vakitlerde yorulan zihni dinlendirmek için, yapılan söz, resim, video paylaşımlarına bakılarak, yorumlar yapılarak amaçsızca saatler harcanması hoş görülmelidir. Hatta kimilerinin bu sosyal ağları tebliğ vesilesi gibi görmeleri -her ne kadar tebliğin doğasına aykırı bir ortam olsa da, kullanıcıları tarafından yapılan tebliğ sadece bir fikir paylaşımından ibaret görülse de- takdir edilmelidir!
Facebook, twitter üzerinden bayram tebrikleri yapılması, hastalara şifalar dilenmesi kardeşlik bağının hakkının teslim edilmesi için yeterli görülmelidir! Ne de olsa kardeşliklerin, akraba ilişkilerinin geliştirilmesi için var olan bayramlarda, tebriklerin telefon etme zahmetine bile girilmeden sms yolu ile gönderildiği bir zamanda yaşanılmaktadır! “Müslüman bireyler”e sunduğu “imkânlar” göz önünde bulundurulduğunda söz konusu sosyal paylaşım sitelerinin ilişkileri yapay bir düzleme taşıyıp sahici gerçek anlamından uzaklaştırdığı ve dolayısıyla da modern hayatın farklı ve daha zararlı bir yalnızlaşma, bireyselleşme sürecinden ibaret olduğunu düşünme hatasına düşülmemelidir!
Bireyselleşme dalgasının Müslümanlar üzerindeki etkilerinden biri de cemaatlere karşı tutumlarında gözlenebilir. Cemaat olgusu Müslümanlar nezdindeki asli konumundan neredeyse azledilmiş vaziyettedir. Cemaate mensup olmak; Müslümanın değerlerini daha iyi yaşayabileceği bir ortam sunan yönü, dünyanın kötülüklerinden koruyucu yönü göz ardı edilerek basite indirgenmekte ve cennete giden yolun yalnız da yürünebileceği söylemi gitgide daha da yaygınlık kazanmaktadır. Hatta cemaatlerin insanları belli kalıplara soktuğu, körelttiği gibi bazı önyargılardan hareketle cemaatler kimi “özgür müslümanlar”ca küçümsenebilmektedir de.⁹ Zamanla kendilerini cemaat üstü bireyler gibi görebilen bu kişilerce herhangi bir taviz mevzubahis olacak ise eğer bu taviz tabi ki özgürlüklerinden değil, cemaatin rolünden verilecektir. Cemaat olgusunun uğradığı değer kaybı ferdi düzeyle sınırlı kalmış da değildir. Günümüze kadar faaliyetlerini cemaat gibi bir değer bünyesinde yürüten birçok oluşum da modern rüzgârlara kapılıp böyle bir değerden vazgeçmekte ve yerine de özde tamamen farklı bir muhtevaya sahip olan Batı’nın sivil toplum¹⁰ olgusunu ikame etmeye çalışmaktadırlar. Peygamberimizin çok önemsediği cemaat gibi bir değerden, cemaatin rahmet ikliminden mahrum kalındığının farkına bile varılamamaktadır. Sonuç itibari ile modern hayat tarzının etkisiyle Müslümanlar nezdinde cemaat olgusu önemini yitirmekte ve böylelikle cemaat algısı değişen Müslümanlar modernizmin bireyselleştirici tuzağına daha kolay düşebilmektedirler.
Üzülerek belirtmek gerekir ki Müslümanların modernitenin tesirinde dönüşüm geçirdikleri alanlar yukarıdakilerle sınırlı değildir. Modernizmin tüm değerleri günümüz Müslümanları tarafından belli oranlarda benimsenmiş ve benimsendikleri oranda Müslümanları asli kimliğinden uzaklaştırmıştır.
***
Müslümanların içerisinde bulundukları durumun nedenleri üzerine birçok söz söylenebilir, söylenmiştir de. Bu kapsamlı müstakil bir çalışmayı hak edecek ehemmiyete haiz bir konudur. Burada sadece söz konusu durumun sebeplerinden olduğu düşünülen bir noktaya değinilecektir. O da dinimize ait sınırlara gösterdiğimiz hassasiyetin yitirilmesi, yani takvadan uzaklaşılmasıdır.
Takva, Rabbimizin bizler için belirlediği sınırlara sadık kalabilme çabasının doğal bir sonucu olarak tezahür eder. Dolayısıyla günümüzde Müslümanların sınırlarında gözlemlenebilecek aşınmaların sebeplerini aramaya buradan başlamalıdır. Takvanın yitirilmesi neticesindedir ki Müslümanlar haramlara yaklaşmakta ve hatta bulaşmaktadırlar. Bu husustaki hassasiyetin yitirilmesinin haramlara giden kapıyı açacağını Peygamber Efendimiz şu şekilde ifade etmektedir:
“Şurası muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helaller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helal olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmezler. Her kim bu şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, şerefini de korumuş olur. Kim de şüpheli şeylere yönelirse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır, Allah’ın koruluğu da haramlarıdır.”¹¹
Müslümanlar modern zamanlarda, hayat tarzlarına yönelik birçok tehdite karşı karşıyadırlar. Birçoğunun bu durumun farkında olmayışı, maalesef bu kişilerin bilinçsizce savrulmalarına da önayak olmaktadır.
Kimi Müslümanlar da yaşadıkları savrulmaya meşru bir kılıf giydirmenin derdine düşmüş haldedirler. İlahiyat çevrelerinden aranan fetvalar ile mevcut durum aklanmaya çalışılmaktadır. Bazı modern muhayyileyi kuşanmış ilahiyatçıların fetvaları da bu kişilerin işlerini oldukça kolaylaştırmaktadır. Sonuçta Müslümanlar genel itibari ile söz konusu savrulmadan rahatsızlık duymak bir yana, “gönül rahatlığı” içerisinde modern hayata dâhil olabilmenin mutluluğunu yaşıyor gözükmekteler. Bu noktada modernitenin davetinin nefse hoş gelen boyutu, takvayı terk etmeye başlamış Müslümanlar nezdinde kabul görmesinde önemli rol oynamaktadır.
Mevcut süreç aslında takva eksenli hayat tarzından uzaklaşılması neticesinde gelen bir zihniyet kaymasının ürünüdür. Bundan dolayı gerçekleşen dönüşümü tekil hususlardan ibaret görmek indirgemeci bir yaklaşım olacaktır.
Böyle bir zihniyet kaymasının neticesinde modern süreçlere aktif olarak dâhil olabilmekte Müslümanlar. Kapitalist düzenin zengin-fakir ayrımını körükleyici, rekabetçi, sermayeyi haddinden fazla yüceltip merkeze alan, kanaatkârlığı ve paylaşımcılığı hafife alarak hayattan dışlayan çarklarında öğütülmekte bir beis görmemeye başlamakta ve “dünyalık” ile aralarına konulan sınırlar aşınmaktadır. İslam ahlakı ile bağdaşması mümkün olamayacak olgu ve uygulamaları hayatımıza soktukça iffet, edep, hayâ gibi birçok ahlaki vasfımızı aşındıra aşındıra yok olmanın eşiğine getirmiş durumdayız. Takva yitirildikçe bize hem dinimizi daha sağlıklı yaşamanın, hem de kendimizi haramlardan korumanın imkânları olarak bahşedilmiş kardeşlik, cemaat gibi değerler de doğal olarak önemini kaybetmektedir. Daha birçok hususta Müslümanlar mevzilerini terk etmiş ve modern unsurlar da sınırlardan içeri girmekte gecikmemiştir. Takva ekseninden uzaklaşmak, gayr-i İslamî bir tasavvurun hayatını, yani modern hayatı yaşamak için gerekli zemini temin etmiştir.
“Modern yaşama biçimi küfür ile iman arasına çizgi çekmeyi bilen hiçbir Müslümanı yozlaştırmaz. Yozlaşanlar modern yaşama biçimiyle karşılaşmadan önce de böyle bir çizgiyi hayatlarında önemli saymamış olanlardır.”¹²
İsmet Özel’in bu sözü moderniteye yenik düşülmesinin başlıca sebebini açıkladığı gibi içine düşülen bu durumdan kurtulabilmeye dair de önemli bir ipucunu barındırmaktadır. Nasıl ki Rabbimizin bizler için belirlediği sınırlara gerekli riayeti gösteremediğimizden ötürü yozlaşmakta isek, yine bu sınırları hayatlarımızda belirgin kılmaya ve bu hususta gereken ciddiyeti göstermeye başladığımız takdirde yozlaşmışlıklarımızdan arınarak kendimize ait bir hayatı yaşamanın yolunu açabiliriz.
Dinimiz bizden zamanın şartları içinde bilinçsizce sürüklenmeyi değil, bilinçli bir şekilde zamana yön vermeyi ister. İslam’ın tesirinde kalbini, ahlakını, karakterini, davranışlarını şekillendiren Müslüman, çağın ve coğrafyanın kendisine dayattığı edilgen rolden kurtulup, dininin kendisine yüklediği etkin role bürünür. Söz konusu etkin duruş ise ancak takva zemini üzerinde gerçekleşebilecektir. Dolayısıyla Müslüman fert, çağın modernizme doğru akan kuvvetli akıntısına kapılıp sürüklenmeden dimdik ayakta kalabilmenin imkânını ancak takvayı hayatında yeniden dirilttiğinde elde etmeyi başarabilecektir.
Ayrıca Müslümanlar modern araçları kendi dünyalarına aktarma ve bu yolla da “gelişme” çabalarına bir son vermelidirler. Yapılan transferlerin, başına İslami sıfatı eklendiğinde meşru hale geleceği vehmedilmektedir. Hâlbuki Batı’nın ürünü olan bu araçlar “yeşil”e boyanmakla muhtevasını yitirmiş olmamakta, aksine bu içerik kendini yeşil formunun içerisinde daha gizli ama etkili bir şekilde yaşatmaya devam etmektedir. Tarihi tecrübeler ise göstermektedir ki bu, Müslümanlar için dönüşümü kolaylaştırıcı/hızlandırıcı bir durum arz etmektedir. Dolayısıyla Müslümanlar zihinlerindeki “Batı’nın üstünlüğü” fikrini bir kenara bırakıp, Batı’yı kopyalamaktan vazgeçmeli ve kendi İslami paradigmalarını inşa edebilmenin yollarını aramalıdırlar.
Son olarak ise şuna değinmek yerinde olacaktır: Dindar Müslümanları da dâhil olmak üzere toplumun büyük oranda modernleştiği bir ortamdan takvaya tutunarak berî kalmaya çalışan kişiler çeşitli yaftalamalara maruz kalabilirler. Neticede bu kişilerin bizzat kendi özünden neşet eden İslam anlayışları ile modernleşme/asrîleşme çabasındakilerin “çağa ayak uyduran İslam” anlayışlarının birbiriyle örtüşmeyeceği aşikârdır. Bu tip durumlara hazırlıklı olunması yılmadan yola devam edilebilmesi için önemlidir.
“Müslümanlara olduklarından başka bir isim takılmakta ve ‘mürteci’, ‘yobaz’ denilmektedir. Böyle denilmeyecek olsa onların cephe aldıklarının isimlerinin su yüzüne çıkması gerekecek, asrileşme çabası olanlara ‘mürted’, ‘münafık’, ‘gâvur’ demek kaçınılmaz hale gelecekti.”¹³
Allah Teala (cc) şöyle buyurur:
“Ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.” (Tevbe: 36)
“Doğrusu zalimler birbirlerinin dostlarıdır; Allah da takva sahiplerinin dostudur.” (Casiye: 19)
“(Resulüm!) De ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takva sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan, ebediyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah’ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür.” (Ali-İmran: 15) □
Dipnotlar:
1. “Modern durum ya da modernite, ait olduğu kökenden koparak kendini var etmiş bir olgu olmaktan çok; bir dinin, Hıristiyanlık’ın on dört yüzyıl boyunca yaşanan tarihsel tecrübesinin neticesinde, kendine inananların idrak dünyalarındaki kazanım ve/veya kayıplar ışığında yeni bir yorum ve tecrübe olarak yeni bir hayat kurma süreci; fakat aynı zamanda bir “ümmet”in kendi içinde yaşadığı trajedisi sayılır.” Modern Dünyada Müslümanlar, Abdurrahman Arslan, İletişim Yay., sayfa: 110.
2. Burada kutsal ile bağların kopmasından kasıt Hıristiyanlık’ın reddi değil, sekülerleştirilerek kutsal içeriğinin boşaltılmasıdır. Din, hayatın içerisinde varlığını kutsal muhtevasından arındırılmış şekilde ismen sürdürmektedir.
3. Modern Dünyada Müslümanlar, Abdurrahman Arslan, sayfa: 7.
4. A.g.e., sayfa: 10.
5. A.g.e., sayfa: 10.
6. Kapitalist düzenlerde fertler, daha önceki dönemlerdeki üretici vasıflarından ve hayat tarzlarından giderek uzaklaşmaktadırlar. Öte yandan Kapitalist sistemlerdeki üretim olgusu “ihtiyaç” eksenli değil tüketimi artırabilme adına “israf” temellidir. Tüketim zihniyeti ile örtüşmeyecek bir üretim anlayışına kapitalizmde yer yoktur.
7. Bir Yobazın Günlüğü, Ömer Faruk Dönmez, İz Yay., sayfa: 90.
8. İmaj ve Takva, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Timaş Yay., sayfa: 167.
9. Kimi cemaatlerin bazı uygulamalarının, bu kişilerin önyargılarını beslediği de bir gerçektir. Lakin bazı cemaatlerin kimi uygulamalarından yola çıkıp cemaat olgusuna ve toptancı bir yaklaşımla tüm cemaatlere mesafeli durmak ta, kişinin kendini böyle bir değerden mahrum bırakması anlamına gelecektir.
10. “Postmodern zamanların sivil toplum kavramıyla, İslam’ın cemaat kavramını birbirlerine karıştırmamamız gerekiyor. Her şeyden evvel bir kere sivil toplum cemaatsel ilişkileri “emansipe” etmeyi içeren bir sosyal varoluşu ifade etmektedir. Sivil toplum, postmodern anlamı içinde merkezi olan örgütsel bir yapı özelliği taşımaz; merkezi bir bağlılığı reddederek var olur. Bunun yanında sivil toplumun yaşam alanının ontolojik yapısı ile, cemaatin yaşam alanının ontolojik yapısı arasında uzlaşması mümkün olmayan bir fark bulunur.” Nehri Geçerken, Abdurrahman Arslan, Beyan Yay., sayfa: 159.
11. Buhari, İman 39, Büyû’ 2; Müslim, Müsâkat 107, (1599); Ebu Davud, Büyû’ 3, (3329, 3330); Tirmizi, Büyü 1, (1205); Nesai, Büyü 2, (7, 241).
12. Taşları Yemek Yasak, İsmet Özel, Şule Yay., sayfa: 109.
13. Cuma Mektupları 1, İsmet Özel, Şule Yay., sayfa: 110.