Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyetine Modernleşme Süreci—1 - rahle.org

Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyetine Modernleşme Süreci—1 - rahle.org

Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyetine Modernleşme Süreci—1


Facebookta Paylaş
Tweetle

Bekir Yolcu

 

a. Tarihsel Süreçte Modernleşme Algısı

Modernleşmenin ne anlama geldiğini, kavramsal alandan pratik alana yansıyışını tam anlamıyla kavramadan Osmanlı devletindeki modernleşme çabalarını veya çatışmalarını anlamlandıramayız. Bundan dolayı modernleşmenin tarihsel alt yapısına ve arka planına kısaca bakmamız gerekmektedir.

Düşüncede açıklık, özgürlük, otoritelerden bağımsızlık ve en yeni en son dile getirilmiş fikirler üzerine bilgi edinme anlamına gelen modern kelimesi; “eskiden farklı olan”, “şimdi içinde yaşanılan yeni döneme ait olan”ı ifade eder. Kelime, latince ‘modernus’ biçimiyle 5. yy.’da Hıristiyanlığın resmen kabul edildiği dönemi, Roma ve Pagan geçmişinden ayırmak için kullanılmıştır. Günümüzde de eskiye göre farklı ve yeni olanı vurgulayan bu terim, “yaşadığımız zamana ait ya da uygun” demektir. Modernus’un türetildiği ‘moda’ kelimesi de eski latince de ‘hemen şimdi’ demektir.

Yakın geçmişiyle modernleşmeyi hazırlayan tarihsel olguya baktığımız zaman 14. yy.’ın sonunda başlayıp XV. ve XVI. yüzyılları kapsayan ve en belirgin özelliği eski Yunan ve Roma kültürünün canlandırılması olan Rönesans’ın doğuşu karşımıza çıkar. İlk kez İtalya’da ortaya çıkan; bireyci, girişimci, laik dünya bakışı olan Rönesans, kilisenin otorite sayıldığı skolâstik düşünceden ayrılarak feodal, dini düşüncenin yerine evrenin merkezine insanı oturtan Hümanizmi zirveye taşıdı. 16. yüzyılda ortaya çıkan Reform hareketiyle din ve kilise, toplum içindeki itibarını yitirmiş ve modern çağın laik toplumunun, siyaset ve kültür yapılanması önündeki büyük engel kalkmış oldu. Önce İngiltere’de başlayan ve 18. yüzyıl başından itibaren bütün Avrupa’ya yayılan Endüstri Devrimi’ni de 16. ve 17. yüzyıldaki siyasal, kültürel, bilimsel ve felsefi düşünceler hazırladı. Bilimsel buluşlar, düşüncedeki özgürlükler, devrimin teknolojik gelişmelerine ön ayak oldu. Akıl Çağı olarak da adlandırılan “Aydınlanma”; 18. yüzyılda tüm Avrupa’da ve Amerika’da etkili olan ve İngiliz Devrimi’yle başlatılıp, Fransız Devrimi’yle bitirilen felsefi bir süreci de doğurdu.

Aydınlanmayla insan, ilahî nitelikteki sorgulanmadan kabul edilen anlayış (skolâstik düşünce) yerine; doğanın, insanın, toplumun akılla açıklanabilecek bilimsel bilgisine ulaşılabileceğini kabul ederek, her türlü geleneksel kurumları ve değer yargılarını değiştirip, aklı esas alan somut ilkelere dayandırmayı amaçlamıştır. Aydınlanma dönemi insanı, kendisinden önceki dönemlerin insanlarından farklı olarak vahiy bilgisini dışlamış, bilinçli olarak geleneksel kurumlar ve değer yargılarını değiştirmiş, en önemlisi de doğanın bilimsel bilgisini sadece akıl temeli üzerine kurmuştur. Bu algı modern yaşamın hem kuramsalını hem de kurumsal yapısını şekillendirdi.

Modernleşme fikrinin temelinde sekülerleşme (laiklik, dünyevîleşme) yer almaktadır. Bu durum skolâstiğin bir eleştirisi ve dinsel önceliğin, bilimin ve aklın yol göstericiliğine bırakılmasıdır. Artık din toplumun temelinde başat öğe olarak yer almamaktadır. Sekülerleşme ile birlikte toplumsal yaşamın temellerinin yalnızca bilimsel temeller olabileceği kabul edilmeye başlanmıştır. Din, modern tanımında; bir taraftan otoritesinin bireyin özel hayatının bir bölümüne indirgenmesi şeklinde, diğer taraftan içeriğini genişletmek ve dolayısıyla dogmatik tutarlılığını ihmal etmek suretiyle yeniden tanımlanmıştır. Böylece bir yandan dinlerin biçimsel öğeleri ön plana çıkarılmış, dini anlayışa dayalı dünya görüşünün içeriği de dünyevileştirilmiştir. Yani modern dünya anlayışının paradigmaları, dinsel söylemi belirler hale gelmiştir.

Bu dönemde Modernizm, hayatı kuşatır hale dönüştürüldü. Bilimsel alanda Tanrı tarafından yönetilen bir doğadan, kendini düzenleyen bir doğa anlayışına geçildi. Siyasal alanda ise demokrasi tek siyasal sistem olarak kabul edildi. Artık modern devlet demokratik olabilen, halkın egemenliğine dayalı ve sadece aklı esas alan devlet olarak tanımlandı. Kültürel alan bilimsellik adına sekülerleştirilirken ekonomik alanda ise emeğin yerine makine hâkim kılındı. Gelişmekte olan ülkelerin, kaçınılmaz olarak Batılı gelişmiş ülkelerin izlediği çizgiyi izleyeceklerinden hareket eden “modernleşme” kuramı; toplumsal değişmenin Batılı görüşe göre ele alınarak, az gelişmişlerin yapacağı değişimleri tanımlamaktadır. Bu değişimler ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel alanlarda olacaktır. Batı’da sekülerleşme bir süreç olarak gündeme gelirken, batı dışı toplumlarda bir model olarak ele alınmakta ve modernleşme projelerinin temel taşı olarak kabul edilmektedir.

Günümüzde yeni ve çağdaş kavramlarıyla eş değerde kullanılan “modern”in yaygınlaşmasını sağlayan unsurlar; kapitalist ve ulus devlettir. Bu özelliklerin her ikisinin de Avrupa tarihinin belli karakteristiklerini yansıtması nedeniyle; “Modern = Batılı” veya “Modernizm = Batıya ait olan” şeklinde tanımlanarak karşımıza çıkmaktadır. Yaşanan süreç sonrasında modern insan; Orta Çağ Avrupası’nın skolâstik anlayışından kurtulup Rönesans ve Aydınlanma ile aklın ürünü olan rasyonel bilim anlayışı ve yönteminin her alana uygulanmasını, Tanrı yerine insanı merkeze alan felsefi anlayışı genel geçer tek doğru olarak ortaya koydu. Aynı zamanda kendisini geleneksel değerlerin yerine, modern unsurları barındıran, sürekli bir gelişme düşüncesi taşıyan modern toplumun temel taşı olarak tanımladı.  

Sonuç olarak modernleşmenin bir algı, düşünüş ve davranış şekli olarak batıdaki siyasî, dinî, iktisadî ve kültürel çatışmaların sonucu olarak ortaya çıktığını, 18. yy.’dan itibaren de emperyal bir özellik kazandığını açıkça söyleyebiliriz. Modernizm dışı toplumların teknik ve bilimsellik anlamında modern toplumlarla aynı seviyede olmaması köklü bir değişim fikrini doğurmuştur. Bu değişim modernizm adına yapılırken ne Batı’nın kavram bilgisine ne de değişimin süreçlerine dikkat edilmiştir. Var olmak için onun gibi olmak anlayışıyla hareket eden toplumlar, öykünmeciliğin ötesine geçememişlerdir.

b. Modernleşen Batı Karşısında Osmanlı Devleti

17. yy.’dan itibaren -özellikle savaşlardaki mağlubiyetlerin sonrasında- sistem içi bir eleştiri geliştirildi. 1620’de ‘Güzel Kitap’, 1632’de ‘Koçi Bey Risalesi’, 1652’de Katip Çelebi’nin ‘Bozukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar’ gibi birçok raporlar hazırlandı. Bu raporlarda genel olarak rüşvet, yolsuzluk, adaletsizlik, hazine açıkları, şeriattan sapma, tımar sisteminin yozlaşması, yöneticilerin ehliyetsizliği ve iltimaslar sıralandı. Çözüm olarak da klasik sisteme, Kanunî Dönemindeki adaletli yönetime dönüş işaret edildi. Bu dönemde Batı’daki gelişmeler devlet politikası olarak incelenmedi, yaşanan birtakım sorunların nedenleri kişilere ya da olaylara bağlandı, böylece sistemin tıkanmasının özüne nüfuz edilemedi. Bu dönemde Avrupa’nın hem fikren, hem ahlâken düşük seviyede olduğu kanaatinden dolayı, Osmanlı Devleti’nin ondan alacağı kayda değer bir şey olmadığı fikri yaygındı. Devlet adamları kendilerini Batı’dan üstün görüyorlardı. Bu yüzden ilk dönem ıslahatlarında, hudutların tahkimi, askeri, mali, idari ve içtimai sahalarda ‘Kanun-i Kadim’e uyma ile yetinildi. Bu ıslahatlarda hedef ve model, Kanun-i Kadim’e uymak kaydıyla yine devletin kendisiydi. 

1683 II. Viyana Bozgunu’ndan sonra peş peşe gelen yenilgiler karşısında Osmanlı Devleti, mecburiyetten askerlik alanında Avrupalıların üstünlüğünü kabul etmek zorunda kaldı. Ordunun ıslah edilmesi, Batılı tekniğin kabulü gibi düzenlemelerle başlayacak olan ıslahat çabaları genişleyerek sürdü ve ciddi şekilde modernleşme arayışlarına dönüştü. Savaşta yenilen ordu, devletin ana unsuru veya temel dayanaklarından biri değildi bizatihi devletin kendisiydi. Zira Osmanlı Devleti’nin ordusu, ekonomisinden maliyesine, bürokrasisinden diplomasisine kadar devasa bir ordu idi. Ordunun yenilgisi bariz bir zaaf belirtisi olarak değil de sistemin tıkanması olarak okunamadı. Hâlbuki sistem içindeki aksaklıklar, ekonomik, kültürel sorunlar ordu üzerinde somutlaşarak kendini hissettirmekteydi.

Geriliğin askerî alanda ortaya çıkması, üst üste gelen yenilgilerle fark edildi. Bu durumda Osmanlı; siyasal, toplumsal ve ekonomik düzenin sorgulanmasını da gündeme getirdi. Durumun vehameti anlaşıldığında ise sistemin aşırı büyümesi ve ulaştığı kurumsal ağırlık ve karmaşa, sistemin kısa ve kolay yoldan ıslahına el vermemekte; radikal dönüşümler ve reformlar gerekmekteydi. Oysa sistemin topyekûn ıslahını amaçlayan bir siyasal güç ve kararlılık ortaya çıkmadığı gibi, saray da bu genel yozlaşmanın içinde yer almakta, toplumda ise dönüşümü sağlayacak her hangi bir siyasal aygıt bulunmamaktaydı. Süreç içindeki gelişmeler hem dış hem de iç etkilerle toplumdaki kurumları, bireylerin değişmesini ve devletin yapısını da kapsayacak şekilde genişletilerek Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar sürmüş ve hâlâ da sürmektedir.

II. Viyana Bozgunu’ndan Tanzimat Fermanı’nın ilanına (1683-1839) kadar Osmanlı modernleşmesinin gerekliliğini ve koşullarını ‘tarih’ hazırlamıştır, denebilir. Bu tarihten sonra modernleşmeyi Osmanlı toplumunun yöneticileri bir ölçüde sırtlanmakta, topluma dikte etmektedirler. Osmanlı modernleşmesi, öncelikle devletli bir toplumun modernleşmesidir. Bu durum iki önemli sonuç doğurmuştur. Birincisi, Batı sömürgeciliği ve işgalciliği karşısında “devleti yaşatma” görevinin ıslahatların önünde olması; diğeri de güçlenerek Batı ile rekabet edebilmek için modernleşme gereğidir. ‘Modernleşen toplum sayesinde devlet bağımsızlığını sürdürecektir’ anlayışı modernleşmenin bir devlet sorunu olarak algılanmasına dönüşmüştür. Modernleşmenin bir devlet sorunu olarak algılanması, modernleşme tarihimiz boyunca modernleşme projelerinin devlet katında hazırlanmasına ve yukarıdan aşağıya dikte edilmesine neden olmuştur.

Modernleşme olgusu, Osmanlı dünyasında hâkim dinin tartışılmasını, ona atfedilen kurum ve kuralların sarsılmasını, değişikliğe uğramasını da beraberinde getirmiştir. Din dışı bir hayat ve düşünce tarzı, Avrupa dillerinin ve biliminin etkinliği, kamu hayatı kadar aile hayatında da geleneksel kalıpların sarsılmasına neden oldu. 

c) Lale Devri’nden Tanzimat’a Modernleşme Çabaları (1718-1839)

Lale Devri, Batı ile diplomatik ilişkilerin kurulmaya, Batı’nın biliminden yararlanma düşüncesinin artmaya başlandığı bir dönemdir. Bu dönemde Avrupa başkentlerine gönderilen Osmanlı elçileri, Avrupa kültürü hakkında bilgi toplamaktadır: Paris’e gönderilen Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’ye verilen talimatta, sadece siyaset ve diplomasi ile değil, toplumsal ve kültürel hayatla da ilgilenmesi, gördüğü, işittiği ilgi çekici gelenekleri ve yenilikleri bildirmesi istenmiştir. Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin, gezip gördüğü yerleri, anı ve gözlemlerini anlatan “Sefaretname”si, Osmanlı tarihinde Batı’ya açılmış ilk pencere olarak kabul edilir. (Bkz. Paris’te bir Osmanlı Sefiri, Hazırlayan: Şevket Rado, Türkiye İş Bankası Yay.)

1718 Pasarofça Anlaşması’nın sonrasında yazılmış olan ve bir “Takrir” olarak nitelendirilen yazıda Hammer’in Fransız subayı olduğunu söylediği Rochefort, o zamanki sadaret kaymakamı olan İbrahim Paşa ile görüşmelerde bulunmuş, başlığı ‘Bab-ı Ali Hizmetinde Bir Fen Kıtası Kurulması Üzerine Tasarı’ biçiminde bildirilen bir de proje sunmuştur. Burada önemli olan ilk kez Avrupa yöntemleriyle kurulup yetiştirilecek olan bir Fen Subaylığı örgütü teklif edilmesidir. 

Osmanlı’ya matbaayı getiren İbrahim Müteferrika, yazmış olduğu ‘Usulü’l-Hikem fi Nizamü’l-Ümem’ adlı eserinde, Avrupa yasal düzenlerini tanımladıktan sonra, bunların dayandığı militer kurumları ve askerlik yöntemlerini ele alır. Bunlardan öğrenilecek yanlar olduğu tezini güçlendirmek için Avrupa devletlerinin ve en son Moskof devletinin nasıl güçlendiğini, bunların karşısında Osmanlı Devleti’nin nasıl zayıf bir duruma düştüğünü ve biricik çarenin bunların yöntemlerini benimsemekte olduğunu anlatır. Müteferrika ilk defa olarak Avrupa’da yeni askerlik kuruluşlarını, bu kuruluşların gerektirdiği silah değişikliklerini, taktik ve stratejik yeniliklerini anlatırken “nizam-ı cedid” terimini kullanır. Bu terimi ‘geleneksel düzen anlayışı yerine çağdaş düzen kavramı’ olarak ilk kez kullanmıştır. 1729 yılında Osmanlı hizmetine giren Fransız Bonneval (Humbaracı Ahmet) Humbaracı ocağında yapmak istediği düzenlemeler başta olmak üzere batı tarzı yeniliklerin gereği üzerinde durmaktadır.

Bu dönemin en belirgin vasfı, artık Batı’nın üstünlüğünün her alanda kabul edildiği ve modernleşmenin bir zarurete dönüştüğüdür. Fakat ıslahatların şahıslara bağlı kalması, kökten çözümlerin üretilememesi, sadece bazı alanlarda yapılması, Batı’daki seyrine ve iç bünyeyle olan bağlantısına bakılmaması kesin neticeler alınmasına engel olmuştur. Özellikle III. Selim zamanına kadar ıslahatlar daha çok askeri alana münhasır kılınmıştır. 1789’dan 1808’e kadar iktidarda kalan III. Selim askeri, mali ve iktisadi alanlarda köklü değişikliler yapmaya çalıştı. Yeniçeri Ocağı’nın etkisini kırmak amacıyla Batı tarzında Nizam-ı Cedid isminde bir ordu oluşturdu. Batı’da sürekli elçiliklerin açılmasını da sağladı. Sürekli elçiliklerin açılmasının önemini Şerif Mardin: “Avrupa’yla ilgili ilk sistematik değerlendirmeler, devamlı diplomatik ilişkilerin bir ürünü olarak Batı’da görevlendirilen Osmanlı hariciye memurlarından gelmiştir. Osmanlı Devleti için Batı’nın genel bir ‘model’ olarak kullanılmasına dayanan ‘düzeltme’(tanzimat) teklifleri de buradan kaynaklanmıştır.” der. 1792 yılında Avusturya’ya sefaret olarak gönderilen Ebu Bekir Ratıp Efendi’nin gözlemlerinden çıkarılan öneriler III. Selim’in uyguladığı programların arka planını oluşturdu. III. Selim’den itibaren reformcuların ellerindeki malzeme; merkeziyetçiliği büyük oranda kaybetmiş, yerel güç odaklarına teslim olmuş, hayati olan klasik kurumların işlemez ve gerekli görevleri yerine getiremez hale geldiği, kendi içindeki bütünlüğünü ve tutarlılığını kaybetmiş bir yapıdadır. Reel politik bir durumda olunmasına rağmen askerî alan merkezde tutulmak kaydıyla geniş bir alanda ıslahatlar yapılmıştır.

II. Mahmud’un (1808-1839) şeklî yönü ağır basan reformlarının hedefi merkezî ve güçlü bir devlet oluşturmaktı. Bu amaçla siyasî, idarî, eğitim, kültür, askerî ve iktisadî birçok alanda ıslahatlar yapmıştır. II. Mahmut, Tıbbiye’nin açılışında Batı’nın model olarak alındığını açıkça söyleyerek yapacağı ıslahatların ruhunu da ortaya koymuştur. II. Mahmud: “Ben tebaamın Müslüman’ını camide, Hıristiyan’ını kilisede, Musevi’sini de havrada fark ederim.” diyerek yaptığı ıslahatlarla toplumsal bütünlüğü hedeflediğini ortaya koymaktaydı. Bu anlayışla artık toplumsal yaşamın dizaynında,  klasik Osmanlı sisteminin dine dayalı anlayışı yerine modern batının laik/seküler bakış açısının ön plana çıkarıldığı görülmektedir. Aynı zamanda bu dönemde dini duyarlılık da arttırılmaya çalışılmıştır. Hükümet dinden uzaklaşma şeklindeki ithamlardan kurtulmak için de değişik yollara başvurmuştur. 1837’de II. Mahmud çıkardığı bir fermanla, Müslümanların namaz için camilerde hazır olmalarını istemiş, gelmeyenlere falaka cezası verileceğini duyurmuştu. 1842’de de Abdulmecid’in yayınladığı fermanla uygulamanın aynen devam edeceğini bildirdi. Aslında bu fermanlar, toplumda başka alanlarda ortaya çıkan muhafazakâr tepkileri (batılılaşmaya karşı olmak gibi) etkisizleştirmek için dinin şekli bir unsurunu ön plana çıkartarak devletin din konusundaki hassasiyetini ispatlama aracı olarak hazırlanmıştı. 

Bu dönemde yapılan yenilikler toplumsal referanslardan uzak, şekilci iken kapsam alanı olarak diğerler dönemlerinden farklı ve Tanzimat sürecini hazırlayıcı olmuştur. Molkte’ye göre; II. Mahmud’un yenilikleri görüntü, isim ve projelerden ibarettir. En kötüsü ise “Rus ceketleri, Fransız talimatnameleri, Belçika tüfekleri, Türk serpuşu, Macar eyerleri, İngiliz kılıçları ve her milletten öğretmenlerdir.” İçki, balolar ve kadının eğlence hayatına sokulması ise bu yeniliklerin (reform) bir başka yüzüdür!

II. Mahmut dönemi uygulamaları, kökten bir kopuş olmasa bile kendisini meydana getiren coğrafya üstündeki insanlara ait köklü bir geleneği, inanma ve yaşama biçimini, kültürü, toplumsal yapıyı, üretim ve tüketim biçimlerinden toplum modeline kadar her şeyi kökten nitel bir değişime uğrattı. O günden bu güne değişmeyen ezber, modern dünyanın fen ve teknolojisini alırken ahlak ve kültürünü Müslüman dünyaya sokmamak olarak tanımlandı. Hâlbuki daha sonra (Sezar’ın hakkı-Kilisenin hakkı, Kralın şehri-Kilisenin şehri,  Kamusal alan-Dinî alan şeklindeki) “iki alan ayrımı”nın seküler bir sürecin başlangıcı olduğu ve hayatı mecburî parçalara ayırdığı yaşanarak tecrübe edilecekti. D. Lerner’in ifade ettiği gibi modern kurumlara talip olanlar modern ideolojileri reddettiler, modern kuvvete talip olanlar modern hedefleri reddettiler; modern zenginliğe talip olanlar, modern düşünme biçimini reddettiler. Fakat akan zaman içinde sanki bir kader gibi reddedilenler talip olunanlardan önce Müslümanların hayat evrenine girip yerleşti, bu evreni kendilerine göre şekillendirdikçe diğerlerinin geçişini de kolaylaştırmış oldular. Modern dışı toplumlar Aydınlanma ile beraber ortaya çıkan “fiziksel araçlara” benzer araçları üretemediklerinden, üretmeye imkân bulamadıklarından dolayı anlamsız, işlevsiz ve yararsız kabul edilmek gibi bir kaderle yüz yüze kaldılar. Öte yandan bu toplumlar karşı koyma ve direnmenin yine Aydınlanma’nın kendi içinden çıkan kültür, değerler ve ideolojilerle yapılmasını çözüm olarak ürettiler. Modernizm’e karşı çıkışın özünde yine karşı çıktıkları muhalif gibi ilerlemiş veya gelişmiş bir toplum olmak arzusu ve hedefinin bulunduğu görülmektedir. Bilimin terakkiyi sağlayan biricik güç veya imkân olarak görülmeye başlanması, referans kaynağı haline gelmesi; din ve ahlâkın belirleyici konumlarından uzaklaşarak “terakki” tarafından belirlenen değişken görevler üstlenmelerini doğurdu. İlerlemek veya modern dünya ile karşılaşmanın bazı teknik araçların basit bir aktarım düzeyinde kalamayacağını, bu tecrübenin yaşandığı kısa tarih bize göstermektedir. Her değişim bir amaç yüklüdür, kendince bir “bilince” sahiptir ve aynı zamanda kendi hakikatine uygun olan bir süreç izleyerek gerçekleşir. 

Batı’nın herhangi bir düşüncesiyle İslam hükümlerini uzlaştırmaya gayret etmek, bunu deneyecek kim olursa olsun, sonunda kişiyi mankafalılaştıracaktır. Hiç akıldan çıkarmamak gerekir ki, Batılı anlayış kendi kaynaklarına gösterdiği sadakat sayesinde her meselesini çözmenin bir yolunu bulacaktır. Çünkü onu çözmek için kullanacağı metotla meseleyi ortaya çıkaran kaynak birbiriyle uyuşma halindedirler. Kâfir meselesini kâfirce halleder. Çünkü meseleyi var eden onun kendi öz bünyesidir.  

II. Mahmud zamanında yapılan düzenlemeler sonrasında askeri, dini ve ilmi grupların; devlet merkezindeki siyasi gücü zayıflamış, buna karşılık yeni kurulan büroların ve bürolarda görev alan memurların rolü artmıştır. Merkezin artan yetkileri, güçlenen bu yeni memurlar sınıfı tarafından kullanılıyordu. Ancak memurların egemenliği beklendiği kadar olumlu sonuçlar vermedi. Görevlerini istismar ederek zenginleşen memurlardan, yalı ve konaklarında halktan uzak ve lüks hayat yaşayan, yeni bir yönetici sınıf oluştu. □

(Bir sonraki sayıda devam edecektir.)

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ