RABITA-İ MEVT - rahle.org

RABITA-İ MEVT - rahle.org

RABITA-İ MEVT


Facebookta Paylaş
Tweetle

Bütün hayatlar ölüme âşıktır; bütün ömürler ölüme meftun.

Zaman çarkının hayata bakan penceresi –ki ona vakit denir- dahi ölüme sevdalıdır. Kendi usulünce her hayatı götürür, ölüme teslim eder.

Hem ism-i azamdan biri kabul edilen Hayy isminin el_Muhyî olan tecellisi dahi el_Mümît ismine ayinedir. Her nerde tecelli etse el_Muhyî, hangi varlığa can olsa; ayinesi el_Mümît muhakkak onu mevt ile buluşturur.

***

E madem her doğan ölmek için doğar; her hayat ölüme teşnedir; her canlının akibeti ölümdür; nedendir ölümü bunca soğuk görmek? Neden kimse ölümü sevmez; her canlı hayatta kalmak için çabalar?

Ve nedendir Hak dostlarının ölümü derin bir sevinç ile karşılamaları?

Nedendir, Rasül-ü Ekrem as efendimizin hayat ile ölüm arasında serbest bırakıldığında ölümü tercih etmesi?

Neden, yaralandığında bütün insanlık mendil mendil ağlarken, Hz Ömer ra’ın gülümsemiştir?

Neden Mevlana, ölüm gününe “şeb-i aruz” demiştir?

***

Belli ki hayat anlayışımız farklı.

Belli ki Onlar hayat denince dünya-ölüm-kabir-ahiret safhalarını bir başka görüyor; hepsine bir (tevhid) anlayışı ile bakıyorlardı. Nasıl bir bebeğin doğumu, alem-i ervah namına bir ölüm; dünya namına bir doğuştur; öyle de ölüm dahi bu dünya için son ise de bir sonraki merhale için doğum olarak görülüyordu.

Ölüm, sadece kısa bir es vermek olarak telakki ediliyor; öncesi ile sonrası arasında kısadan da kısa bir köprü olarak görülüyordu.

Ötelere müteveccih yaşayan uyanık gönüllerin sahipleri bu doğumları görerek seviniyor; ölüm acısı değil doğum sancısı diyerek köprüye doğru yürüyorlardı.

***

Rabıta-i mevt: ölüm bağlantısı yahut ölüm ile bağlantılı olmak.

Kalbini hayata değil de ölüme bağlı kılmak. Madem hayat asıl gidilecek yerden ve oradaki çok kıymetli dostlardan ayrılıktır; ve madem ancak ölüm köprüsü o aleme götürür; o halde o köprünün bekleyeni olmak. Sevgisini, sevdasını ve aşkını ölümle güzelleştirmek. Hayalini, ümidini, sabrını, tahammülünü ölümle takviye etmek. Kinini, nefretini, hasedini, öfkesini, kıskançlığını vb huylarını ölümle terbiye etmek.

Aklını hayata değil de ölüme bağlı kılmak. Muhasebesini, muhakemesini, hesabını-kitabını ölüm merkezli yapmak. Yatırımlarını –herkesin dolara, euroya endeksli yaptığı bir ortamda- ölüme endeksli yapmak. Direnişini, isyanını, kıyamını ölümle güçlendirmek.

Yaşantıyı hayata değil de ölüme bağlı kılmak. Her eylemini ölüm muhasebesiyle gerçekleştirmek. Bütün yaptıklarını kendinden önce ölüme arz edip, uygun görülürse yapmak. Yapmayıp terk ettiği her ameli ölümle tartıp uygun çıkarsa terk etmek.

Rabıta-i mevt: Hayatın ölüm ile tartılması, varlığın ölüm ile anlamlanması, geçmişin-anın-geleceğin ölüm ile buluşması, insanın ölüm ile Adem olması.

***

Yatağında sırtüstü uzandı, yavaşça.

İki ayağını dümdüz uzattı; topuklarını yaklaştırdı. İki kolunu bedeninin iki yanına uzattı. Ellerini açıkça serbest bıraktı.

Gözlerini kapadı.

***

İşte ölmüştü..

Beklemediği bir andı; ancak Azrail as gelip “emaneti ver” deyivermişti.

Pek çok planı, programı vardı. Ayarlanmış toplantılar, bileti alınmış seyahatler, planlanmış işler.. taksitler, borçlar, alacaklar.. ailesi, çocukları, onların bugünü geleceğiyle ilgili düşünceler..

Ama vakit tükenmiş olacak ki Azrail as gelmişti. Azrail’in saati asla şaşmaz; hep tam vaktinde gelir derlerdi, büyükler. Pek önemsememişti. Daha kendisine çok sıra var diye düşünmüştü..

Çok direndi Azrail’e. Daha doğrusu direnmek istedi. Kendisine biraz daha süre vermesi için yalvardı. En azından 1 gün süre verirse kendini toplar, tevbe istiğfar ile temizlenir; etrafıyla helalleşirim diye yakarmıştı. Olmamıştı.

***

İşte ölmüştü..

Bedeni yerde upuzun yatıyordu. Üzerine bir beyaz çarşaf örtmüşlerdi. Bir ikisine seslendi ancak sesini duyuramadı. Kollarından çekiştirmeye çalıştı ancak dokunamadığını fark etti.

 Etrafında telaşla koşturanları görüyordu. Eşi ve çocukları feryad ediyorlardı. Tanıdıkları birer ikişer geliyor; üzüntüleri yüzlerinden okunuyordu.

İlk defa kendisini dışardan seyrediyordu. Yıllarca birlikte gezip dolaştığı bedenin şimdi onu dinlemeyip kıpırdamadan yatması ne tuhaf bir durumdu.

***

Kaldırıp bir tabuta koydular, bedenini. Omuzlayıp götürdüler.

Gelenlerin konuşmalarına şahit oldu. Biri “niçin ölmüş” diyor; bir başkası “kalbi durmuş” diye cevap veriyordu. Bir başkası “çok genç öldü” derken, öteki “yahu bugün de çok işimiz vardı” diye hayıflanıyordu.

Teneşir tahtasına koydular. Elbiselerini çıkardılar. Yıkadılar, temizlediler. Elbise yerine kefen denilen düz ve sade bir kumaşa sardılar; bağladılar.

Bir şeyler söylemek istedi; ancak yine onu duyan olmadı.

***

Tekrar tabuta koydular.

Bir camiye getirdiler. Birden bire hayatı boyunca camiyle arasının olmadığını fark etti. Namazda yüzü yoktu ki ezanda gözü olsun. Birkaç Cuma, bayram; birkaç kere de dostlarının cenazeleri için gelmişti.. hepsi o kadar..

Herhalde camiyle arası olmadığından olsa gerek; Camiye almadılar bu sefer. Dışarda musalla denilen bir yere koydular. İki oğlu tabutun başına dikildi. Eşi ve kızı ötede birkaç hanım ile birlikte idiler.

Gelenler, çocuklarına ve eşine başın sağ olsun deyip geri tarafa geçiyorlardı. Geçtikleri yerde kendi aralarında sohbete daldıklarını fark etti. Çok da umurlarında olmadığına şaştı.

Biraz sonra cemaat namazdan çıkınca tabutun arkasına saf tuttular. Hoca geldi. Safların düzeltilmesini tavsiye etti. Ölümle ilgili birkaç söz söyledi.

“hoca, sen dur. Ölümü ben anlatayım” diye seslendi ancak duyan olmadı.

***

Tabutu omuzladılar.

Arkadan gelenleri görüyor ve duyuyordu. İşlerden, çocuklardan, paradan, evden.. kendisinin de düne kadar büyük bir hevesle konuştuğu konulardan bahsediyorlardı.

Eşi ve çocuklarının gözlerinde yaş damlaları vardı. Hüzünleri yüzlerinden okunuyordu.

Kendisi için açıldığını farkettiği mezara geldiklerinde irkildi.

“hayır” diye haykırdı; “beni buraya koyamazsınız”

***

Cesedini alıp kabre koydular. Yönünü kıbleye doğru çevirdiler. Birden bire hayatı boyunca kıbleye dönmediğini farketti. Gönlünü dönmediği kıbleye cesedini çevirmelerine hayret etti.

Lahit kısmını tahtalarla kapattılar. “yapmayın” diye bağırdı. “beni burada hapsedemezsiniz.. nefesizi kalır, ölürüm”!

Duymadılar, üzerine toprak atmaya başladılar. Ne kadar da hevesle ve gayretle toprak atıyorlardı. Sanki “iyi ki ölmüş. Üstünü sıkıca örtelim de kalkamasın bir daha” der gibi çalışıyorlardı.

Biraz sonra toprak atmalar durdu. Mezar tamam olmuştu. Üzerine bir miktar su döktüler.

Hoca Ya-Sin okumaya başladı. Bütün sesler sustu.

***

Yasin bitti. Dualar edildi.

Sonra ayak sesleri işitti; herkes gidiyordu. “lütfen” diye inledi; “lütfen gitmeyin. Beni burada yalnız bırakmayın”

İlginç bir ses duydu. Hoca kendisine telkin veriyordu:

“ey filan oğlu falan.. hayatın boyunca yaşantını şekillendiren o kutsal ahdini hatırla. Hani şöyle iman etmiştin:   O Allah tek ilahtır. Başka ilah kabul edilemez. Ve Muhammed sav O’nun kulu ve rasuludur. Ve hayatını bu ikrar üzere geçirmiştin…”

Sözler devam ediyordu ancak fark etti ki bu söylenenler her kelimesiyle doğru idi ancak kendisiyle ilgisi yoktu. Hayatını bu söylenenlere göre yaşamamıştı. Pişmandı ancak bu son pişmanlık olmayacaktı.

Birden ortalığı göz kamaştıran ışıklar kapladı. Her taraf ışık olmuş gibiydi. Ve karşısında iki varlık gördü. Daha önce hiç bu kadar heybetli ve korku veren varlık görmemişti.

Korkunç değillerdi. Filmlerde seyrettiği canavarlara benzemiyorlardı ancak içi hiç olmadığı kadar korkuyla dolmuştu.

***

Gelenlerden biri sordu:

“Söyle bakalım. Rabbin kimdir; hayatını kimin kurallarına göre düzenledin?”

Hocanın sesi geliyordu, hala. “hatırla ki Rabbin Allahtır; peygamberin Muhammed as dır…”

Ancak diyemedi. “Rabbim Allah’tır” diyemedi. Gelen iki meleği kandıramayacağını çok iyi anlamıştı. Gerçeği, yalnızca gerçeği duymak istiyorlardı.

Sorular devam etti:

“Peygamberin kimdir? Hayatın boyunca kimi kendine rehber ve örnek edindin? Kimin arkasında yürüdün?”

Hayatı bir film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden.. kendi kendini seyretti. Bu seyir kaç saat sürdü, fark etmedi. Sanki bütün hayatını yeniden yaşamış kadar uzun geldi. Ancak üçüncü soru gelince anladı ki saniyeler geçmişti sadece. Burada saatler farklı işliyordu.

“dinin nedir? Hayatını hangi kurallara göre yaşadın?”

“kitabın nedir? Hayatını hangi anayasaya göre şekillendirdin?”

***

Sorular bitmişti ancak hiçbirine cevap verememişti.

“yazık” dedi, gelen iki melekten biri; “çok yazık. Bu kadar yıl imkân verilip de şu dört sorunun cevabını öğrenmeden gelmene çok yazık!”

“bizimle gel” dedi, öteki.. cevabını beklemeden, gelmeyi isteyim istemediğini sormadan alıp götürdüler..

Mezarlıkta kimse kalmamıştı…

***

Güzel bir bahçeye geldiler. Ağaçlarda kuşlar cıvıldıyor, minik minik dereler çağıldıyordu. Çocuklarının koşup oynadıklarını gördü, eşi de çok güzel bir villanın önünde ayakta duruyor, kendisine bakıyordu.

Bir ümitle sordu: “burası benim mi; beni buraya getirdiğinize göre?”

“senin için hazırlanmıştı” dedi, gelenlerden biri; “ancak buraya sahip olmak için gereken bedeli ödemedin. Bu yüzden burayı kaybettin”

Üzüntüsünden kahroldu. Böyle bir yer için neler verilmezdi.

Önceki hayatında -birden fark etti, dünyadaki hayatına önceki hayatım demeye başladığını- bir ev almak için yıllarca geceli gündüzlü çalışmıştı. Şu gördüğü yere bakınca aldığı yerin bir kümes bile sayılmayacağını düşündü.

Dünyadaki ev için yıllarını harcarken, bu güzel bahçe ve içindekiler için hiç yatırım yapmadığı için kahroldu. Bu kadar değerli bir yatırımı nasıl da kaçırmıştı..

***

Tam “burda kalmamın bir yolu yok mudur?” diye soracaktı ki, alıp götürdüler.

Başka bir yere getirdiler. Burası da bir bahçe gibiydi ancak her yer yanıyordu. Ağaçlar alev alevdi; derelerde su yerine alev akıyordu. Taşlardan alevler çıkıyordu.

Birden bire her alev huzmesinin yanında bir bilgi notu olduğunu gördü. Alevin kaynağını not etmişlerdi..

Bazılarını okudu: … tarihinde söylediği yalanın karşılığı; … tarihinde yaptığı yolsuzluğun karşılığı; … tarihinde aldığı rüşvetin karşılığı; … tarihlerinde kılmadığı namazların karşılığı…

Bunlar hep kendi hayatı idi. Yapıp ettikleri ve yapmayı terk ettikleri birer alev kapanı olmuş; kendisini bekliyordu.

“burası senin mekânın” dedi yanındakilerden biri; “ahiret hayatında ikametgahın burası olacak.”

Gök kubbe üzerine çökse ancak bu kadar yıkılabilirdi. Çöktü kaldı..

***

Geri döndüler; mezarını ve mezarda yatan bedenini gördü.

Herkes dağılmış, kimse kalmamıştı. “bütün sevdiklerim yalanmış” diye hayıflandı.

“artık bedeninle ve dünya ile irtibatın kalmadı” dedi, yanındaki. “bulunduğun boyut, berzah boyutudur. Senin için kıyamete kadar burda bekleyeceksin. Hiçbir şeyle irtibatın olmayacak;  sadece şu pencereden ahiretteki yurdunu seyredeceksin”

“durun” demeye kalmadı; önünde devasa bir pencere açıldı. Biraz önce gezdirildiği ve burası Cehennem’deki ikametgâhındır dedikleri yeri bir bütün olarak gördü. Alevlerin sıcaklığı yüzünü yaktı.

Öyle bir âlemdi ki seyrediyordu ancak içindeydi. Alevler içindeki kendisiydi. Hem içinde hem dışındaydı. Kaçmak istiyor, kaçamıyordu. Korunmak istedikçe yanıyordu.

Bir kez daha çöktü.

***

Vakit hesabını çoktan kaybetmişti. Saat, gün, ay, yıl, asır.. ne kadar vakit geçti, bilmiyordu..

Bazen ateşlerle yanıyor; bazen elinden kaçırdığı o güzel bahçenin hayaline kapılıp hasretle kahroluyordu.

Birden bir ses duyuldu; kulakları sağır eden bir ses. Her şeyin birbirine karıştığını gördü. Önündeki ekran kapandı. Derin bir sessizlik, korkunç bir yalnızlık her tarafı kapladı. Sanki uzay boşluğunda idi; bütün yıldızlar sönmüş ve müthiş bir karanlık içre tek başına kalmıştı.

Azabın bittiğine sevinmişti; ancak sevinci ne kadar sürecekti?

***

Kulakları sağır eden sesi tekrar duydu.

Birden bire bedeniyle tekrar birleştiğini fark etti. Sağını solunu yokladı; kendine dokundu. Evet, yaşıyordu; eli, ayağı, gözü kulağı yerli yerindeydi. Tam “çok şükür” diyecekti ki etrafında olanları gördü.

Dört bir yanda kendisi gibi insanlar vardı. O kadar kalabalıktı ki. Sanki bütün insanlığı ek bir meydana toplamışlardı. Bahar mevsiminde topraktan çıkan fasulyeler gibi topraktan insan çıkıyordu.

Her çıkan şaşkınlıkla kendini yokluyor, sonra etrafına bakınıyordu.

Dudaklarından herkesin dudağından dökülen bir söz döküldü: “Bu Rahman olan Allah’ın va’d ettiği mahşer günüdür. Peygamberlerin söyledikleri doğru imiş!”

***

Birden yanına birisi geldi. Sol eline bir kitap verdi.

“bu, senin yapıp ettiklerini kaydettiğimiz kitaptır. İçindekilere bir göz at istersen. Birazdan bunlarla yüce mahkemeye çıkacak ve hesap vereceksin”

Kitabın sayfalarını açtı. Kendi hayatını an-eb-an kaydetmişlerdi. Ses ve görüntü gayet netti.

Sayfaları çevirdikçe gizli açık her ne yaptıysa hepsinin kaydını gördü. Ayrıyeten yaptıkları sırasında kalbinden geçirdiği gizli düşünceler de not edilmişti.

Bir kez daha çöktü.

***

Bazıları gruplar halinde toplanıyor, toplu olarak hareket ediyorlardı. Başlarında bazı kişiler vardı. Kimisi önderiyle kavga ediyordu “senin yüzünden bu hale düştük” diyenleri duydu. Bazıları ise önderinin yanında olmaktan mutlu idi; “iyi ki senin ardında olmuşum” diyorlardı.

Bir kaçış yeri bulabileceğini düşündü. Bu kadar kalabalık olduğuna göre bir yerlerden kaçabilirdi. En olmadı, kalabalıkta kaybolabilirdi.

Kendisi gibi düşünen milyarlarca insan gibi o da o yana bu yana ümitle koştu. Her gittiği yönden muhafızlarca geri döndürüldü. Ümidini kaybetti, tükendi.

Bir kez daha çöktü.

***

Sonra mahkeme başladı. İnsanlar tek tek çağrılıyor; hesapları görülüyordu.

“Bu kadar insan var, sıra bana gelene kadar…” diye düşünecekti ki sıra kendisine geliverdi. Adıyla çağrıldı; nasıl oldu anlamadan kendisini buldular ve Hakim-i Mutlak olan Allah cc’nün huzuruna çıkardılar.

Tek başına idi; sağına baktı, kabirdeki hayatı boyunca –bu hayata da önceki hayatım diyordu artık- seyrettiği cehennem alevlerini gördü. Solun baktı; aynı alevleri gördü. Arkasına baktı, aynı alevleri gördü. Önü baktı, elince verdikleri kitap önünde açıktı ve amelleri kendisini bekliyordu.

Bir kez daha çöktü.

***

oku kitabını” diye hitap edildiğini duydu. Sanki bütün hücreleri bir kulak olmuş gibi, sanki bütün kâinat aynı sözü söylemiş gibi dehşetle duydu bu sözü.

“her şey ortada; diyebileceğim bir şeyim yok” diye inledi.

“şahitler dinlensin” dedi aynı ses. Bir anda dünyada iken karşılaştığı, bir şekilde bir araya geldiği herkes getirildi. Her biriyle ayrı ayrı davasının görüleceğini anladı.

Annesi, babası, eşi, çocukları, arkadaşları, iş yerindekiler, müdürler, başkanlar, işçiler, komşular, akrabalar.. hatta çaycı, toplantı yaptığı firma temsilcisi, mahalle bakkalı, caminin imamı-müezzini.. 

Her biri tek tek geliyor, O’nun aleyhine konuşuyor, O’ndan hak talep ediyorlardı. Bir tanesinin bile lehinde konuşmadığını, hepsinin sadece kendini korumaya çalıştığını dehşetle fark etti.

Bir kez daha çöktü.

***

Her şeyin bittiğini anlıyordu. Yolun sonuydu ve kendisini kurtarabilecek hiçbir şey yoktu.

O sesi bir kez daha duydu:

“biz, sana bizim ayetlerimizi düşünüp onlara tabi olacak kadar bir ömür vermedik mi? Ayrıca size elçimizi de göndermedik mi?”

Kırık dökük bir sesle “evet Ya Rabbi. Hem ömür verdin; hem ayetlerini gösterdin. Hem de Peygamber gönderdin. Ama ben yanlış yolu seçtim.

Bana bir kez daha imkân verirsen doğru yolu seçip, Senin istediğini gibi bir kula olacağım. Söz veriyorum!”

***

Birden gözlerini açtı.

Yatağında bir ölü gibi upuzun yatıyordu. Kan ter içindeydi.

Elini kolunu yokladı; hayatta idi. Mahşer hayatı değil, kabir hayatı değil; dünya hayatında idi. Daha ölmemişti.

Rabıta-i mevt yapmaya niyet etmiş; yatağına uzanmıştı. Ölmeden önce ölmeyi tecrübe etmiş; geleceğini şimdiden görmüştü.

Artık ne yapacağını, nasıl yaşayacağını çok iyi biliyordu.

Son sözlerini tekrar etti:

“evet, Ya Rabbi. Hem ömür verdin; hem ayetlerini gösterdin. Hem de Peygamber gönderdin. Ama ben yanlış yolu seçtim.

Bana bir kez daha imkân verirsen doğru yolu seçip, Senin istediğini gibi bir kula olacağım. Söz veriyorum!”

 

 

 TEFERRÜC EYLEYİ VARDIM

Teferrüc eyleyi vardım, sabahın sinleri gördüm,

Karışmış kara toprağa, şu nazik tenleri gördüm

 

Çürümüş toprak içre ten, sin içinde yatar pinhan,

Boşanmış damar, akmış kan, batmış kefenleri gördüm.

 

Yıkılmış sinleri dolmuş, hep evleri harap olmuş,

Kamu endişeden kalmış, ne düşvar halleri gördüm.

 

Yaylalar yaylamaz olmuş, kışlalar kışlamaz olmuş,

Bar tutmuş söylemez olmuş, ağızda dilleri gördüm.

 

Kimisi zevk ve işrette, kimi saz ve beşarette,

Kimi bela ve mihnette, dün olmuş günleri gördüm.

 

Soğumuş şu kara gözler, belirsiz olmuş ay yüzler,

Kara toprağın altında, gül deren elleri gördüm.

 

Kimi boyun burup yatmış, tenini topraga katmış,

Anasına küsüp gitmiş, boyun buranları gördüm.

 

Kimi zarı kılıp ağlar, zebaniler canın dağlar,

Tutuşmuş sinleri oda, çıkan dumanları gördüm.

 

Yunus şimdi bunu gördü, gelip bize haber verdi,

Aklım şaştı ögüm durdu, netekim bunları gördüm.

 

Yunus Emre

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ