Hep birlikte kıyama kalkan cemaati düşlerken, yüreklerin heyecanla titrediğini de biliyordum “En Büyük” olan Allah’ın karşısında…
Euzû billahî mine’ş-şeytanîr-racîm Bizmillâhi’r-rahmani’r-rahîm
Bu girişle birlikte kulağıma, kalabalığın öteden gelen belli belirsiz sesleri de dolanmıştı. Kiminin hafif öksürüğü, kiminin boğuk konuşması… ve birbirine karışmış onca gürültünün arasında, biraz sonra, tekbir alındı. İnsanlar artık ağır ağır toparlanıyorlar gibi geldi bana; yine de kitlenin itiş kakışlarını duymamak mümkün değil. Derken ikinci bir tekbir daha: Allah-u ekber!
Hep birlikte kıyama kalkan cemaati düşlerken, yüreklerin heyecanla titrediğini de biliyordum “En Büyük” olan Allah’ın karşısında… ve şimdi, sükunet zarif bir şekilde yerini alıyordu. Duaya başlandı:
El-hamdülillâhi’r Rabbi’l-âlemîn… Er-rahmânî’r-Rahîm… Mâliki yevmid-dîn… İyyâke na’budu ve iyyâke… İyyâke na’budu ve iyyâke neste… İyyâke… İyyâke na’budu…
Bir kez daha ve bir kez daha… ama olmadı; cümle hiç de düzgün ve sakin bir söyleyiş ile tamamlanamıyordu. Kaseti pürdikkat dinlerken dahi, Kâbe imamının ne dediğini anlayabilmek oldukça güçleşir oluyordu. “Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz” ayeti çıkmıyordu bir türlü ağızdan… Çünkü o ağlıyordu; tıpkı Allah korkusundan yuvarlanan kayalar gibi… haşyet dolu sözcükleri, kendini çok belli etmeyen hıçkırıklar içinde kayboluyordu. Sesi şimdi öyle bir kısık geliyordu ki… duraksadı. Uzun bir müddet ondan bir şeyler duyulmadı. (Ve ben, müteessir olduğum bu hadise üzerine düşüneduruyorken, kelimeler kalemimden çıkıp gitti.)
Fatiha suresinin malûm ayeti asırlardır müfessir ve yorumcuların tabiri caiz isepeşinden koştuğu, ilahî bir ibadet düzenine sahip. Yani, okurken öyle kolayca üzerinden geçilebilecek, sıradan bir ‘iddia’ değildir: “… ederiz, yaparız” demek.
İbn Kayyım’ın belirttiği gibi, bütün dünya ve ahiret saadetinin gelip dayandığı bir ayettir o. Hem öyle ki, o’nun için İbn Kesîr tefsirinde ulemadan bazı kimselerin “Kur’an’ın sırrı Fatihâ, onun sırrı da iyyâke na’budu…ayetidir” dediklerini rivayet eder. İlk defa İbn Teymiyye’nin ulûhiyet ve rubûbiyeti izah ediyor diye iki bölüme ayırdığı pasaj (Fatihâ:4) bu yönüyle de tevhidî bir akîdenin en toplu ve en özlü derlemesi olarak göze çarpıyor.
Yalnız O’na ibadet / kulluk etmek ve yalnız O’ndan yardım dilemek, nefsini şirk batağından ve de pisliklerinden arındırmış her birey için, “Allah'ım! Şüphesiz ben, sana karşı bilerek herhangi bir şeyi ortak koşmaktan ve bilmeyerek yaptığımdan ötürü Senden mağfiret dilerim…” Tirmizî) duasına süreklilik kazandırmaktadır aynı zamanda. Zira namaz kılan bir kişi, iyyâke na’budu… ayetini okuduğu zaman, başlangıçta, asıl gaye olanı vesileye tercih etmekle işe başlamıştır. Çünkü ‘ibadet’, ulaşılması gereken asıl gaye, ‘yardım dileme’ ise kişiyi ona ulaştıran bir vesiledir. (Tefsirlere bakılabilir) Böyle olunca ulûhiyet ve rubûbiyetin sadece Allah’a halis kılındığı tevhidî ikrar, dilde hem acziyetin hem de izzetin en yalın bir ifadesine bürünüyordu işte. İmamın bunu öyle kolayca söylemesi ‘geçiştirmek’ nevinden sayılırdı maazallah!
Hem Fatiha’daki duada bir vecize daha vardır ki, asıl onun üzerinde durmak gerekir. Zira na’budu derken bir “n” harfini kaçırsan namazın dahi bozulur, duana icabet olunmaz. Okurken hep onu düşünürsün; arkandaki, sağın ve solundaki Müslümanları da katar, “n” harfinin hikmetine muvaffak olup olmadığınızın tereddüdünü yaşarsın. O harf (nahnu), Türkçedeki “biz” kelimesidir:
“Biz … kulluk ederiz. Ve Biz … yardım isteriz!”
Çünkü herkeste bir ego vardır, “Ey Allah'ım! Sadece bana ve Muhammed’e yardım
et!” (İbn Hişam) diye dua eden bir bedevînin azar işitmesi bundandır. Din bu egonu kırmanı ister. Kırmanı ve yerine “Biz”i dâhil etmeni…
“Kim nefsinin cimriliğinden (ego) sıyrılırsa kurtuluşa ermiştir.” (Tegabün: 16)
Ego, (Arapçasıyla) enâniyetin ta kendisidir. Eğer bu enâniyet sahibi nefsin temayüllerini dizginlemeyip serbest bırakırsa, “Biz” duygusundan kopar, özgürlüğün hazzına kaptırıverir kendini… yok yere cemaatten uzaklaşır! “Ben diğerleri gibi değilim, kimseye tabi olamam, çok meşgulüm hem, tek de kalabilirim, İslâm’ı tek de yaşayabilirim…” der; itaatten dışarı çıkar, bu hal üzere ölürse cahiliye üzere ölecektir, farkında değil!
“Cemaatten bir karış ayrılan kimse, boynundaki İslâm bağını çözmüş demektir.” (Tirmizî)
Dahası “Ben” olanın ve “Ben”de ısrar edenin kalbine zamanla bir “gurur” (kibr) girer zerre miktarı imana zarar veren şu malum hastalık! İyiden iyiye “kendi kendine yeterli” olduğu düşünceleri sarar etrafını. Ve bencilliği çağırır onu, şeytanı bireysel takılmayı öğütler… Böylece yalnızlığa sığınır, o da belli bir süre sonra can sıkıntısına dönüşecektir zaten. Nihayet görürsün ki canı sıkılan her kişi gibi o da, hayatını artık monoton görür; amaçsız, pasif ve tembel, öyle uzak bir köşede “Biz”e özlem çeker. Hâlbuki en başka zincirin halkasını kıran yine odur! Doğrusu “Biz” bir bilinçtir, uyanıklık halidir. Birlikte olmayı hedefler, birlikte iş yapmayı. Dahası birlikte dua etmeyi ve birlikte duaları ortak kılmayı… O bir üst mertebedir, bir eşik noktası; o noktayı aşınca İbn Abbas (ra) gibi, ta uzak bir beldede yağmur yağsa, Müslüman bir toprağa, bundan mutluluk duyar, kalbin sevinir. Abdurrahman ibn Avf (ra) gibi; bir akşam yemeğinde şehid düşen bir kardeşini düşünür, ağlamaya başlarsın ardından… Hüzün “Biz”i hatırlatır bizlere.
“Biz” birbirimize nasihat etmek üzere toplanan bir cemaatin ifadesidir ayrıca; budur Resul-ü Ekrem’in (sa), “Müminin kalbine sığmayıp da taşan şey” dediği. Ve budur düşünürsek eğer, cennetin tam ortasına gitmek için arzuladığımız; Hz. Ömer’in Şam’daki konuşmasında tanık olduğumuz gerçek! “Hakkı ve sabrı tavsiyeleşenler müstesna…” (Asr: 3)
Niye? Çünkü orada da bir “Biz” duygusu var; “Biz”leşen bir güruha istisnalar var… Bakınız Kur’an’da Ashab-ı Kehf’e, nasıl övülüyor. Bakınız ki Hz. İsa’nın (as) havarilerine, bir bütün olarak bu dini sırtlandıkları vakit, onların üzerine sofra nasıl iniyor…
“Allah bir arada saf tutarak çarpışanları sever.” (Saf: 4)
İşte yine aynı sebepten; kardeşliğimiz “Biz”i ortaya çıkarıyor. Bedenlerimiz, kuru bir kalabalık olmaktan öteye geçiyor ve yek-vücut olmaya başlıyor. Tağuta karşı birlikte dimdik duran, direnen, mücadele ve savaşım veren, birbirlerine kenetlenmiş bir kardeşler topluluğu oluyoruz. Velev ki değişik beldelere dağılalım, bu bizi bölmüyor! Ardımızdan dualar ediyoruz her daim:
“Rabbimiz! İşlerimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer eyle!” (Âl-i İmrân: 47)
Çünkü “Biz”in Rabbi tek, Resul’ü bir, aynı Kitap’tan feyz ve bereket umuyoruz, aynı düsturla cehd ve iman ediyoruz. “Biz, insan ismindeki ünsiyet ve ülfet kurma duyguları ile kibrimizden, işlerimizin darlığından sıyrılmış, ‘kardeşlik’ gibi hukukî ve manevi bir bağa talip olan büyük bir cemaatin üyeleriyiz.
Bu cemaat en genel anlamda İslam milletidir, Müslümanlık davasında hak üzere kalan gariblerdir; ehl-i adalet ve sevâdu’l-azam… “Düşmana karşı sıkılmış tek bir yumruk gibi” (Ebu Davud) diyor Muhammed aleyhisselam. “Biz”in parçaları ayrı ayrı coğrafya ve tarihlerde lakin yürekleri aynı eksende… Bizler aynı zamanda Rıdvan Beyatı’nda Allah’ın elinin altına el uzatanlar, sarp yokuşa talip olan Sağ’ın taraftarlarıyız. Bir ağaç ile yolumuz ayrılsa, tekrar buluştuğumuzda birbirimize selâm verenlerin nesilce devamıyız. Hucurât süresi başlı başına “Biz”i konu alır; birbirlerine olan şefkati ve merhameti anlatır, tecessüsün (kusur araştırmak) yeri olmadığına vurgu yapılır. Yine Mü’minûn’da “Biz”in vasıfları sıralanır ardı ardına, hak yol için hayırda yarışanlara dikkati çeker ve inananların tek bir ümmet olduğu söylenir; ta ki saflar belli olsun… el F e ti h’ de ilav e ola ra k “diğerleri”ne karşı izzetli bir duruş mevzu bahistir, “kafirlere sert olmak, kıvırmamak” düsturu gözetilir. Zira aksi halde “gücünüz gider, rüzgârınız alınır”, bu vasıflarını yitirirsen dünyaya boyun eğersin!
Kur’an ile adeta denir ki: “Ey Biz olanlar! Dikkat edin, bu hayatta yalnız başınıza kaldıramayacağınız kadar ağır işler vardır. Ben o sebeple sizleri bir bütün olarak görüyor, bir bütün olarak muhatab alıyorum Kendime!” O sebeple ayetlerde dahi çoğunluk “sizler…” diye emrolunur. “Sen ey falanca!” denilmez; kişinin sosyal güdülerine hitap edilir, ‘bir tarafın üyeliği’ esas alınır. Teklikten çokluğa çıkarılırsın…
“Ben, benden olanların yaptığı gibi, yalnız ve ortaksız Sana ibadet ederim. Ve ben, benden olanlarla birlikte, yalnız ve ortaksız Sana yardım için dilenirim.”
Bunları söyleyen düşünecektir; ben kimim? diye… Kimleri kastediyorum benimle birlikte olanlar derken? Ve ben kimim ki “Biz” diye dua ettiğim başkaları var? Öyleyse kim bu Biz’ler? Benim en yakınlarım kim? Nasıl bir itiraf benimkisi, öyle ki tek olamıyor, bu en özlü ve en mühim bir hakikati “Biz” diyerek ikrar ediyorum! Üstelik her kıyamda, her hatmin başında, her mübarek bir duanın sonunda…
İşte akıllı olan düşünüyor; hemen bitişiğindeki melekleri dâhil ediyor “Biz”e, birlikte olduğu cemaatini katıyor, sonra tüm muvahhi d kardeşlerini … Namazda “na’budu ve nestaîn” derken nefesini vermede zorlanıyor. Bu yüzden belki ağlıyor; “Rabbimiz! Biz şirksiz bir kullukta çok zorlanıyoruz! Bizler henüz yolun başında, tam manasıyla bir Biz bile olamıyoruz ki! Rabbimiz, rüzgârımızı Bize geri ver!” diyerek hüzünlere gark oluyor.
Nasıl ki Abdullah ibn Ömer itiraf ediyor; biz de itiraf ediyoruz: evvelce dinar ve dirhem Müslüman kardeşimden, daha çok değer verdiğimiz bir şeyden değildi, ama şimdi onun peşinde dolanmaktan, “Biz” gerçeğine sarılmayı ihmal ettik, ediyoruz…
Kur’an’ın sırrının sırrı, işte bizlere bu ihmalimizi hatırlatıyor bir kez daha; kendimize çeki düzen vermemiz için uyarıda bulunuyor sanki. “Ben” egomuzu aşındırıyor, yerine “Biz” duygusunu inşa ediyor, fikir sahibi olanlara yepyeni bir hayat modeli sunuyor.
Merhum Seyyid Kutup diyor ki:
“Sadece kendimiz için yaşadığımız zaman hayat bize kısa, küçük ve anlamsız gelir. Ama başkaları için yaşadığımız, yani bir düşünce için, bir ideoloji için yaşadığımızda hayat bize uzun, derin ve sınırsız görünür. İnsanlıkla başlayan ve sonsuza uzanan bir hayat, buradan geçer.” (Kardeşi Emine’ye yazdığı bir mektuptan alıntı)
Nihayet -en baştaKâbe imamının duraksadığı yerden duayı bitirme zamanı gelmişti. Kaset şöyle devam ediyor:
“İhdinas-sıratal müstekîm. Sıratellezîne en amte aleyhîm. Gayrıl mağdubi aleyhîm vela’d-daaâllîn. Âmîin!”