Bilgiyi Nasıl Anlamalı? - rahle.org

Bilgiyi Nasıl Anlamalı? - rahle.org

Bilgiyi Nasıl Anlamalı?


Facebookta Paylaş
Tweetle

 

 
Rahle Yayın KURULU tarafından yazıldı.

Bilgi kuramcılarının yaptığı ilk şeylerden birisi sağlam ve şüphe götürmez bir bilgi kaynağı tespit ederek temel bilgi parçalarını bu kaynaktan alma gibi önemli bir başlangıç noktasını inşa etmektir. Çünkü her iki tarzda ki simgelere bakarsanız, hâkim olan kültürü görmek mümkün olur... İlk bakışta bu düşünce, örneğin "kalemi üreten kim olursa olsun, ben kalemle Kur'an'ı yazdıktan sonra, yazılan bu mushaftan kim okursa okusun, istifade eder. Kalemi üretenin Yahudi olması bu neticeyi batıl kılmaz" düşüncesi ile anlaşılması zor görülebilmektedir Olan bitene bize öğretilen şekilde değil, Allaha kul olmuş ve dünyayı ahiretin bir tarlası olarak gören, takvayı öncelikleyen, Allah ve Rasulü "bu ortamda Müslüman'ın nasıl davranmasını ister?" sorusuna cevap arayan insan gözüyle bakmalı Bilgi kuramcılarının yaptığı ilk şeylerden birisi sağlam ve şüphe götürmez bir bilgi kaynağı tespit ederek temel bilgi parçalarını bu kaynaktan alma gibi önemli bir başlangıç noktasını inşa etmektir. Çünkü her iki tarzda ki simgelere bakarsanız, hâkim olan kültürü görmek mümkün olur... İlk bakışta bu düşünce, örneğin "kalemi üreten kim olursa olsun, ben kalemle Kur'an'ı yazdıktan sonra, yazılan bu mushaftan kim okursa okusun, istifade eder. Kalemi üretenin Yahudi olması bu neticeyi batıl kılmaz" düşüncesi ile anlaşılması zor görülebilmektedir Olan bitene bize öğretilen şekilde değil, Allaha kul olmuş ve dünyayı ahiretin bir tarlası olarak gören, takvayı öncelikleyen, Allah ve Rasulü "bu ortamda Müslüman'ın nasıl davranmasını ister?" sorusuna cevap arayan insan gözüyle bakmalı


 

[Ambar Ziya] : Muhterem arkadaşlar, bu sayımızda bilgi mevzuunu tartışmaya karar verdik.  Bu sayıdaki yuvarlak masa toplantımızın konusu olan "Bilgi" gerçekten çetrefilli bir konu. Felsefenin de önemli konularından biri olan bilgi acaba nedir? Bilgiyi nasıl tanımlayabiliriz? Sizden başlayalım sayın Kara.

[Ensar Kara]: Bu konuda birkaç kelam ederek ilk sözü almak istiyorum. Bilgi nedir? Sorusuna vereceğimiz cevap aslında bizim bilgi kuramımızı şekillendirecektir. Bunun için her bilgi kuramı "Bilgi nedir?" sorusuna verilmiş bir yanıttır diyebiliriz. Öyle ise bilginin tanımının ilk başta kapsamlı olarak yapılması gereklidir. İlk başta bu tür kapsamlı bir tanımlamanın yapılmasının güç olduğunu düşünmekteyim dolayısıyla bu güçlüğü aşmak için belki önce bilgiyi türlerine ayırmalıyız. Bu bize tanımlamada kolaylık sağlayacaktır.

Kabaca üç bilgi türü bulunduğunu söyleyebiliriz: "olguların bilgisi", "tanıma yoluyla bilgi","şeyleri nasıl yapacağının bilgisi". Bilgi türlerini bu şekilde ayrıştırdıktan sonra bir de bilgi nasıl elde edilir? sorusunu sorabiliriz. Bilginin yapıldığı en küçük birimi bilgi parçası olarak nitelersek bilgi parçası sözcüklerden oluşmalıdır. Bu sözcüklerin anlamlı bir şekilde bir araya gelmeleri bildirimleri oluşturacaktır. Sadece anlamlı olmaları, bu bildirimlerin bilgi parçalarını dolayısıyla bilgiyi oluşturmaları için yeterli değildir. Bunun yanında doğru olmalı ve kestirim de olmamalıdırlar. Bilginin özelliklerini bu şekilde tanımladığımızda bizim bilgi kuramımıza göre bir şeyin bilgi olabilmesi için anlamlı, doğru ve delilli olması gerekmektedir. Dolayısıyla yanlış bilgi diye bir bilgi söz konusu değildir, bu olsa olsa olgu ile ilgiliyse bir iletidir, tanıma yolu ile elde edildiyse yanlış bir deneyim, şeylerin nasıl yapılacağı ile ilgiliyse de yanlış bir yöntemdir. Kanaatimce İslami literatürde bilginin eşdeğeri olarak ilim'i kullanabiliriz. Nasıl anlamsız, yanlış ve kestirim bir bilgiden söz edemiyorsak aynı şey ilim için de geçerlidir. Anlamsız, yanlış ve kestirim ilimden de söz edilemez.

Olguların bilgisi varlık âlemindeki yaratılmışların hakikatine ait bilgidir ve temel bilgi olarak kabul edilebilir. Bu bilginin edinilmesi ve Allah (c.c) tarafından insana verilen özelliklerin de yardımı ile edinilen bilgiler ise tanıma yoluyla bilgi ve şeylerin nasıl yapılacağının bilgisidir. Peki, bu son iki bilgi türü arasındaki fark nedir? Tanıma yoluyla bilgi ilk elde edilen olguların bilgisi üzerine insanın donanımları ile elde ettiği bilgi iken şeylerin nasıl yapılacağının bilgisi edinim özelliği itibarı ile hem olguların bilgisi hem de tanıma yoluyla bilgi çeşitlerini içine alan bir bilgi türüdür. Bu tür bilgi tanıma yoluyla bilgideki gibi insanın donanımları ile elde edilebileceği gibi olguların bilgisinde olduğu gibi daha sonradan da Allah tarafından insanlara öğretilebilir.

Burada belki bazı karşı çıkışlar olacaktır bilginin doğru olma zorunluluğu noktasında. Doğru olma koşulunu bilginin olmazsa olmaz şartı olarak ortaya koymamız Bilgi eşittir İlim tanımlaması için şarttır, çünkü İslam inancına göre İlmin kaynağı Allah (c.c) dır. Ayrıca bu şartı ortaya koymamız bilgi kavramının değerini arttırmakta, onu yüceltmektedir. Bir de bilgi ve bilginin kaynağı ilişkisini açıklamakta işimizi hayli kolaylaştırmaktadır.

[Abdullah Eğilmez]:  Sayın Kara'nın tespitlerini "bilgi kuramcılarının ilk yaptığı şeylerden biri olarak sağlam ve şüphe götürmez bir bilgi kaynağı tespit etme, temel bilgi parçalarını bu kaynaktan alma gibi önemli bir başlangıç noktasını tespit etme durumu" şeklinde algıladığımı belirteyim. Ama ben bilgi nedir sorusu kapsamında bilginin bir kimliği var mıdır? Sorusuna cevap arayacağım. Bilginin İslamiliği tartışmaları algılara göre farklı değerlendirme ve çözümlemeleri getirir. Örneğin bilgiyi başat doğru ve nötr bir değer olarak algılarsanız, bilginin laik ya da İslami olması diye bir şeyden bahsetmek tuhaf bir durum olacaktır. Bu düşünce bir yandan da "bilgi müminin yitiğidir ve nerede olursa alınmalıdır" tezi tarafından beslenecektir. Özellikle fen alanında üretilmiş bilgiler açısından bakıldığında, bu bilgi tipinin nedensel verilerden elde edilmesi sonucunda, reddedilemez bilgi makamında değerlendirilebilecektir. Örneğin bir kiloluk altın dünyanın her yerinde bir kilodur, ya da dünyanın her yerinde su yaklaşık yüz derecede kaynar. Osmanlı'nın son demlerinde başlayan Aydınlanma Felsefesinin etkisiyle bilgi kaynaklarının tartışıldığı dönemde, dönemin aydınlarının "batının ahlakını değil fennini almamız lazım" tespitleri, bu bakış açısının tezahürüdür. Şu farkla ki, Batı fen ya da matematik kullanımı ile bilgi elde etme tekniklerini felsefi/ sosyal alanda da yani dinin pratik karşılığında da cari kabul etmişti. Dönemin Müslüman aydınları körü körüne batıyı taklit zilletine düşmeden, bu konudaki hassas noktayı tespite çalışmıştır. Maddenin nedensel döngüsünden türetilen sonuçların sürdürülemez ön kestirimle insanın değer dünyasına iz düşürülmesini reddetmiştir; titiz bir şekilde insanlığın ortak değerleri denilebilecek nesnelerin nesnel tabiatlarını ve bunlardan hareketle insan ve toplum hayatı konforuna katkı sağlayan ürünleri, âlemin doğal bir döngüsü olarak telakki etmişlerdir.

Diğer yandan bilgiyi şekillendirilebilir bir değer olarak algılarsanız, bu durumda özellikle aidiyet duyduğunuz alanın dışından gelen her bilgiye şüpheyle bakmak durumunda kalırsınız. Bu düşüncenin temelinde de yine bilgi, bilgiden elde edilen mahsul ve bu mahsulü üreten dünya görüşünün birbirinden ayrıştırılamaz olduğu düşüncesi hâkimdir. İlk bakışta bu düşünce, örneğin "kalemi üreten kim olursa olsun, ben kalemle Kur'an'ı yazdıktan sonra, yazılan bu mushaftan kim okursa okusun, istifade eder. Kalemi üretenin Yahudi olması bu neticeyi batıl kılmaz" düşüncesi ile anlaşılması zor görülebilmektedir. Hâlbuki aynı perspektifle kenti intizamlı konutların yekünü olarak algılatan bir resim değerlendirildiğinde, şu tespit de pekâlâ mümkündür; Bir tarafta çarşı ve kamu binası merkezli, adeta üst üste kutucuklardan oluşan apartmanlardan mürekkep kentsel batı tarzı şehirler, diğer tarafta camii merkezli ve kıbleye dönük ikametgâh telakki edilen evlerden oluşan medeniyet merkezi geleneksel şehirlerimiz. Burada şehri sadece çağ ve nüfus hareketlerinin doğal sonucu oluşan yerleşimler diye değerlendirmek eksik sonuç halk edecektir. Çünkü her iki tarzda ki simgelere bakarsanız, hâkim olan kültürü görmek mümkün olur. Evlerin kıble istikametinde dizilmesi, önce caminin merkeze konması yüzü Allah'a dönük bir toplumun simgesidir. Evlerin geniş bahçeler içinde yer alıyor olması sakin ve tevekkül anlayışının nişanesidir. Diğerinde ise özellikle kapitalizmin merkezi market/pazar ile ulus devletin sembolü kamu binaları toplum hayatında belirgin konuma geldiğinin göstergeleridir. Sıkışık, kaotik yerleşim asosyal, mekanik, toplum mühendislerince kurgulanabilir bir kültürel dokunun izlerini taşır. Bu çerçeveden bakıldığında da bilgi, bilgiyi üreten ve taşıyan kuvve ve eserler arasında görmezlikten gelinemez bir bağ vardır. Dolayısıyla batının fennini almak, batının düşüncesine almak kadar sorunludur.

Batılı bir alternatif kültürcü Fristchoff Capra kent hayatını değerlendirilirken şöyle bir tespit yapar "Geleneksel şehirlerde doğan bir çocuk yaşayacağı evde doğar, tekrar tekrar yıkanarak kullanılan bezlerle kundaklanır, aynı bakraçla toplanan sütü içer, aynı tencerede pişen yemeği yer, aynı evde yaşar, aynı şehirden bir kızı ailesiyle ister ve evlenir, aynı camiye gider, genelde tek bir hocadan ders alır. Hayatı metropol toplumunda geçen bir ailenin çocuğu ise, doğduğunda hazır bezle bezlenir, karton kuttu da gelen mama ve sütle beslenir, hazır gıdayı mikro dalga fırınında ısıtarak yer/yedirilir, elbiseleri kullan-at şeklindedir,  sürekli ev ve okul değiştirir, anne babası ayrı yaşar. Yani hayatta bağlanacak bir nesnesi yoktur." İşte iki medeniyet, iki bilgi kaynağı ve iki sonuç.

Bir bilgi kendi başına ne kadar nesnel, ne kadar bütün dinler ya da dünya görüşlerinde aynı şekilde anlaşılıyor görünürse görünsün, aynı bilgiden hareket eden iki farklı anlayışa mensup iki insan iki farklı sonuç çıkarabilmektedir. Bu durum bilginin kendi başına bir anlam taşıdığının göstergesi olduğu kadar, bilgiyi taşıyan ve üretenlerin de bilgi üzerinde manüpülatif etkisinin olduğunun yani bilginin taşıdığı değeri belirleyebildiğinin bir göstergesi olacaktır. Aksi halde aynı bilgilerin sunulduğu eğitim süreçlerinin sonunda aynı insan kalıbının çıkmasını beklemek lazım gelir. Bilgi bağlamıyla birlikte bir anlam ifade eder.  Nötr değildir yani.

Diğer yandan günümüz eğitim süreçlerine baktığımda, belli bir insan modeli elde etmek için sistematik bir örgünün hâkim olduğunu düşünüyorum. Bu eğitim süreçlerinin ürettiği insan modern, aydınlanmacı tarzda düşünen bir insandır. Ulus devletçidir genelde.  Analitiktir. Değerleri nedensel süreçlere özgüdür. Atomiktir. Yani deterministtir. Kar zarar hesabı yapar. Ölçümlenebilir sonuçlar bekler ve bunu görmesi gerekir, başarı kriteri temellidir, başarının parametreleri dünyada görülebilen şeyler olmasıdır yani dünyacıdır, hesapçıdır, sekülerdir. Siz içinde yaşadığınız toplumla bu düzlemde ilişki kuruyorsanız, onlardan birisiniz demektir. Sizin kendi özel alanınızda dindar Hıristiyan ya da Budist ya da başka bir şey olmanız çok da önemli değil. Yeter ki kurulu olan toplum düşünce sistematiğini değiştirme talebinde bulunmayın. Bu nedenle en iyi Müslüman'ın, "güçlü mümin zayıf müminden hayırlıdır", "iki günü müsavi olan kayıptadır" düsturlarından hareketle  "en çok üreten, en çok çalışan, en çok kazanan" Müslüman olduğu tezlerini savunan Müslümanların, bu tip toplumlarda pirim yapması ya da kabul görmesi gayet normal bir durumdur. Yani şunu söylemiş oluyorum: seküler modernist eğitim süreçlerinden yetişen bir insan modernist düşünür. Ilımlı İslam denilen şey, tam da budur; Kendisi İslam dünyasında yaşayan, Müslüman kimliği taşıyan ama düşünme sistematiği olarak modern mantıkla düşünen insanların kimliğidir. Onun için batı bundan rahatsız olmaz. Sözgelimi bakınız batının ılımlı İslam'dan beklediklerine. Diyorlar ki;

Bizim desteklediğimiz "modernist" İslam anlayışına mensup Müslümanlar "demokratik arenada dini, sosyal ve eğitim alanında çalışma yaparlar", "İslam'ın özdeğerleriyle birlikte çağdaş dünyayla tutarlı ve  bağıntılıdırlar", "İslami kurallarının çağdaş dünyada tekrar yorumlanması gerektiğine inanırlar, ılımlı siyaset güderler", "Halkın bağımsız seçimlerle ortaya koydukları iradenin gücüne inanırlar", "İslam'ın bireysel özgürlük ve insan hakları konusunda temel hakları zaten verdiğini, inanmayanların da insan olmaları nedeniyle toleransı hak ettiklerini yani inanmayanın da bu toplumda inananla hukuken eşit olduğunu düşünürler" "ilerici, seküler bir eğitim uygularlar", "İslam'ın kadın eğitimine önem verdiğini söylerler", "şiddetin ve terörizmin karşısındadırlar".

 "Ne var bunda" denilebilir. Ancak karşısında durdukları İslam anlayışlarından biri olarak  "faaliyet alanında sadece dini öncelikleyen, İslami klasik eserlerden beslenen, hayatın her alanında İslami kurallara göre yaşamaya çalışan, İslami ahkâma uymayan hiçbir hükme razı olmayan, Allah'ın insanlara verdiği hakkın yeterli olduğuna, ayrıca bir hak olmadığına, gayr-i Müslimlerin kendi alanlarında haklarının korunduğuna inanan, giyim kuşamda bazı kısıtların olduğunu düşünen"  Müslümanlar vardır.

Burada aynı kaynaktan beslenen iki Müslüman tipi vardır. Hâkim güçler birini kendinden görürken, diğerini karşılarında telakki etmektedir. Buradan şuraya geliyorum; modernist eğitim insanı kendileri gibi düşünen, kendilerine katma değer üreten bir formda "üretmektedir".  Yaşadığımız ülkede bu değerlendirmeyi yapan bizlerin de bu süreçleri yaşadığımız konusunu hatırlatarak bir kenara not edelim.

[Ammar Ziya] : Şüphesiz öyle. Bu paradoksu anlaşılır hale getirmemiz gerekecek. Bunu çözümlemeden önce bilginin gücü hakkında ne söylenebilir?

[Faruk Salim] : Elbette ki varlığımızı ve varlığımızın bilgisini her şeyin sahibi Allah'dan aldık, insanlık bildiklerini ve bundan sonra öğreneceklerini de mutlak olarak Allah'a borçludur. İnsanlar başkalarını övse de asıl övülmesi gereken Allah'tır. Allah'a övgüler olsun övgü ona mahsustur.

Allah (cc) Bakara 30. ayetlerde buyurur ki "Hani, Rabbin meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. Onlar, "Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz." demişler. Allah da, "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" demişti. Allah, Âdem'e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, "Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin" dedi. Melekler, "Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin" dediler.

Allahın insana bahşettiği cevher ve yeteneklerle eşyanın isimlerini öğrenme ve öğretme işlemi güçlü ve hâkim olan Allah katında başlamış oldu. Âdem ve düşmanı iblisin yeryüzüne indirilmesiyle bilgi savaşı ve imtihan ayni olarak başlamış oldu. O yüce güç bunun böyle olmasını diledi ve onun dilemesinin önünde engel yoktur. Bu iki zıt düşman grubun çatışmasıyla şüphesiz yeryüzünü imar, iskân,  ıslah ve Allahın hükümlerini tatbik, fesad, kan zulüm ve savaşlarla doluşuna vesile olacaktı. Her iki tarafın da birbirlerinde bilmedikleri güçler ve yetenekler vardı. Bu konu bence başlı başına ayrı bir konu yani Şeytaniler/iblis ve Muhlisun/Rahmaniler arasındaki mücadele.

Allah insana/bilmediklerini öğreterek ikramda bulunmuştur. Yerküreden,  çamur tabiatından, eşrefi mahlûkat olmaya yönelik asli fıtratına erişmeye götüren araçtır, bizim aradığımız bilgi gücü. Bu da ancak Din ilminde/bilgisinde vardır. Mutlak varlığa yücelme,  değer ve saygınlık anlamı taşımaktadır. Âdem ve İhlâslı oğulları Rabbinden öğreneceği kelimelerle hatalarına karşı tevbe etmeyi de öğrenecekti. Tabi biz bilgiyi din ve onun dışındakiler olarak algılamıyoruz. İnsanı bölmüyoruz, insan ruh ve maddeden mürekkeptir. Modern dünyada yenilgi sonrası İslam topraklarında mevcut rönasansçı anlayışı devam ettiren şeytaniler ki onlar bireyi ve milleti parçalayan Dini/ilahi ve dindışı/seküler (Ladini) paradigmalarıyla halkı iflas ettirmişlerdir/ her zaman iflas ediciydiler, hamdolsun ki onlardan değiliz.

Gerçekte batının sanayi devrimiyle ulaştığı seviyenin temelinde İslam'dan aldıkları bilgi gücü vardı. İslam medeniyetine bakıldığında İslam âlimleri birden fazla dalda eser vermişlerdir. Sosyoloji, felsefe, tarih, edebiyat, tefsir, hadis, fıkıh,  matematik, mantık, astronomi, kimya gibi. Bunun örnekleri oldukça fazladır. Dayatmacı eğitimin insanları sadece bir veya sığ birkaç kanala yönlendirmesiyle gelişmenin ve ilerlemenin önünü engellenmektedir. Yalnızca varlığının hikmetini arayan tevhidi bilgiye sahip açık kalpler, bugün bunun farkında olarak bu meseleye şahitlik etmektedirler.

Evet, tekrar Aziz Kur'an'a dönecek olursak okumaktayız ki:

Biz onu yeryüzünde kudret sahibi kıldık ve kendisine her konuda (amacına ulaşabileceği) bir yol verdik.

O da (Batı'ya gitmek istedi ve) bir yol tuttu. Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu. Orada (kâfir) bir kavim gördü. "Ey Zülkarneyn! Ya (onları) cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın" dedik.  "Her kim de iman eder ve salih amel işlerse, ona mükâfat olarak daha güzeli var. (Üstelik) ona emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz."

……

Sonra yine bir yol tuttu. İki dağ arasına ulaşınca, bunların önünde, neredeyse hiçbir sözü anlamayan bir halk buldu.

Dediler ki: "Ey Zülkarneyn! Ye'cüc ve Me'cüc (adlı kavimler) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktadırlar. Onlarla bizim aramıza bir engel yapman karşılığında sana bir vergi verelim mi?"

Zülkarneyn, "Rabbimin bana verdiği (imkân ve kudret, sizin vereceğiniz vergiden) daha hayırlıdır. Şimdi siz bana gücünüzle yardım edin de, sizinle onların arasına sağlam bir engel yapayım" dedi.

"Bana (yeterince) demir madeni getirin" dedi. İki yamacın arasındaki boşluğu (dağlarla) bir hizaya getirince, "körükleyin!" dedi. Demiri eritip kor (gibi) yapınca da, "Bana erimiş bakır getirin, bunun üzerine boşaltayım" dedi.

Zülkarneyn, "Bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vaadi (kıyametin kopma vakti) gelince onu yerle bir eder. Rabbimin vaadi gerçektir" dedi.

Evet, işte bilgi insanı Allah yaklaştırıyorsa, bu bir değer ifade edecek ve kalıcı olan olacaktır. Zülkarneyn ve Süleyman Aleyhisselam Kur'an'da anlatılan diğer peygamber kıssaları bunların örnekleri ile doludur. Bilgi insanın hüsranını mı yoksa şükrünü mü artıracak? Eğer şükrümüzü arttırıyorsa o zaman ziyandan kurtulmayı umabiliriz. Aksi halde şeytana dost olmuşuzdur. Şüphesiz ki Allah'ın nimetlerinden büyük bir nimet olan vahiy ancak bir bilgidir. Nice âlim vardı, onunla imanları arttı, nice kendini âlim zannedenler vardı, onlarında hüsranını arttırmıştır. Toplumlar da böyledir. Bilgi toplumları imansız olduklarında Hiroşima ve Nagazaki deki yüzbinlerce insanı yok eder, sayısız canlı ve cansızı yok edebilmektedir.  Varlık bilgisinden yoksun olanlar gerçekte zayıf ve alçaltılmış aşağılık sefihlerdir onlar zahiri bilgiyle kendilerinin ve insanlığın hüsranına çalışmışlardır. Zahiri bilgi evet iki ağzı keskin bir kılıç gibidir. Bir gün döner soyunuzu ve neslinizi keser. Nükleer güç bunun bariz örneğidir. Bilgi farklı zihniyetlerde farklı sonuçlar doğurur/doğurmuştur.

Neml suresinde buyurulur ki; Süleyman, "Ey ileri gelenler! Onlar bana teslim olmadan önce hanginiz bana onun (kraliçenin) tahtını getirebilir?" Cinlerden bir ifrit, "Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm ve şüphesiz ben, buna güç yetirecek güvenilir biriyim" dedi. Kitaptan bilgisi olan biri, "Ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce sana getiririm" dedi. Süleyman, tahtı yanında yerleşmiş hâlde görünce şöyle dedi: "Bu, şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için, Rabbimin bana bir lütfudur. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir, cömerttir."

Sebe suresinde de Andolsun, Davud'a tarafımızdan bir lütuf verdik. "Ey dağlar! Kuşların eşliğinde onunla birlikte tespih edin" dedik ve "(Bütün vücudu örtecek) zırhlar yap, işçilikte de ölçüyü tuttur diye demiri ona yumuşattık. "Salih amel işleyin. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı görürüm" diye vahyettik.

Bütün bu ayetlerden anlaşılacağı üzere eğer birşeyin iç yüzüne ait bilgiyi bilir ve buna göre amel ederseniz Allahın yardımıyla amacınızı gerçekleştirmiş olursunuz.Şüphesiz ki bildikleriyle amel edenlere Allah bilmediklerini öğretir.

[Ammar Ziya] : Enformasyon, dezenformasyon kavramları bilginin iletilmesi bağlamında oldukça sıklıkla duyduğumuz kavramlar. Biraz da bu kavramlar üzerinde konuşabilir miyiz?

[Mehmet Akifoğlu]: Enformasyon kelimesi Fransızcada information (enformasyon) "danışma, tanıtma, haber alma, haber verme, haberleşme, bilgilendirme" anlamlarında kullanılır. Enformasyon bir yayın veya yayım organının haber vermesi insanlarla haberleşmesidir. Kelime olumlu bir mana içermekte ve haber verme işi art niyet taşımamaksızın yerine getirilmeye çalışılmaktadır. Günümüzde, haber ajansları, gazete ve dergiler, televizyon vb görsel yayın organları bu işlevi yerine getirmekte ya da yerine getirdiklerini iddia etmekteler. Özellikle internet, günümüzde inanılmaz hızla yaygınlaşarak en önemli enformasyon araçlarından biri haline gelmiştir. Her türlü görsel ve yazılı bilgiye hızlı ve detaylı bir şekilde ulaşma imkânı sağlamaktadır. İlk bakışta her yönüyle faydalı bir olgu olarak karşımıza çıkmakla birlikte, menfi manada da aynı şekilde ifsat edici bir rol oynayabilmektedir. Fakat bardağın dolu tarafından bakıldığında, hiçbir engel ve sınır tanımaksızın bilgiyi paylaşmak ve yaygınlaştırmak için ve özellikle kolayca propaganda araçları sunması bakımından oldukça önemli bir konumdadır.

Tabii ki tam da burada dezenformasyondan bahsetmek yerinde olacaktır. Dezenformasyon kısaca bilgiyi saklama, çarpıtma, anlamsızlaştırma ve bilginin içini boşaltma tekniklerinin tümüne verilen isimdir. Bilinçli olarak kitleleri yanlış yönlendirmek amaçlı yapılan eksik veya yalan habercilik bunun en yaygın örneğidir. Gerçekten de günümüzde dezenformasyonun en yaygın ve sistematik şekilde uygulandığı alan medya dünyasıdır. Uygulayıcıları, haber verme adı altında aslında verilen haberler ile sistematik şekilde muhataplarını yanlış yönlendirmeyi hedeflemektedirler. Gerçekte, verilen haberler tamamen yalan değildir. Fakat içerdikleri yönlendirme unsurları, abartılı ve yanıltıcı süslemeler ve bazen görsel medyadaki alakalı alakasız montajlama teknikleri ile hedefe ulaşmak için kullanırlılar.

Dezenformasyon, psikolojik harekat olarak da bilinen toplum mühendisliği projelerinin en temel aracıdır. Bu bağlamda özellikle 28 şubat süreci olarak bilinen post-modern darbe ve darbeye giden yolda uygulanan dezenformasyon teknikleri bunun en güzel örneği olarak gösterilebilir. Aynı teknikler her kritik siyasal dönemde ve hatta artık sistematik olarak uygulanmaktadır. Tabii ki sadece Türkiye'de değil tüm dünyada kullanılan bir araç ile karşı karşıyayız. Özellikle Irak işgali öncesi Amerikan ve müttefik medya organları bu konuda oldukça yoğun faaliyet göstermişler ve kamuoyunda işgali haklı göstermişlerdir.

Müslümanlar açısından oldukça dikkat edilmesi gereken ve basiret gözlüğü ile yaklaşılması gereken bir olgu olarak dezenformasyon, bazen Müslüman yayın organlarının ölçüsüz yaklaşımları sonucunda İslami duyarlılığı olan yayın organlarında dahi karşımıza çıkmaktadır.

Bilgiye ulaşmanın kolaylaştığı ve fakat bir o kadar da doğru ve güvenilir bilgiye ulaşmanın zorlaştığı bir dönemde, ancak hikmet ile olayların künhüne varmak mümkün olacağa benziyor.

[Ammar Ziya] : Bir yandan bilginin gücü, diğer yandan dezenformasyonun gücü konusunda bu bilgileri harmanlayarak, bilgi temelli Müslüman'ca dikkat etmemiz gerekenler konusunda ne dersiniz? Sayın Eğilmez.

[Abdullah Eğilmez]:  Ben yukarıda bilgi nedir? kapsamında ifade ettiğim düşünceler çerçevesinden baktığımda Hz. Musa kıssasının önemli bir çözümleme sağladığını düşünüyorum. Karşımızda Firavun tarafından sistematik bir şekilde sindirilmiş bir İsrail oğulları toplumu var. Köleliği bir kimlik haline getirmişler. İflah olmaz bir şekilde aşağılık psikolojisine sahipler. Hz. Musa'nın özgürlük çağrısına Allah Teâlâ'nın cebri yönlendirilmesiyle takılmış, her fitne-i imtihanda geri adıma hazır refleks göstermiştir. Hz. Musa'nın kısa süreli yokluğunda, hem de "kitlesel olarak puta dönmeleri", "Allah'ın "Şehre Girin" emrine arkaları üzerinde girme tepkileri" Allah'la ilişkilerinin kronik derecede dejenere olduğunun belgesidir, "Yahudileşme" hastalığına müptela olduklarının filmidir. Bu toplumun Allah'ın İlay'ı Kelimetullah davasının taşıyıcısı olması zor bir durumdur. Hatta bu zihniyetteki bir insan kütlesinin İlay-ı Kelimetullah erlerinin çemberinde durmaları bile –belki- onları da dejenere edecektir. Bu nedenle –doğrusunu Allah bilir- Allah Teâlâ bu toplumu çöle sürmüştür. Hiç bir beşeri sistematiğin olmadığı çölde 40 yıl geçmiştir. Yani bir nesil ömrünü çölde tamamlamış, çocukluğu çölde başlayan bir nesil tüm zihinsel kirlenmiş çevreye rağmen çöldeki Tevhidi eğitimden geçmiş ve çölde bu nesilden doğan ikinci bir genç nesil ortaya çıkmıştır. Ancak bu nesil özgür bir kalp ve beyinle, hiçbir beşeri sultadan etkilenmeden ve korkmadan, boyun eğmeden yetişmiştir. Bu nesil Kutsal Toprakları fetheden, yani, ilay-ı Kelimetullahı taşıyan bir nesil olmuştur. 

Benim bu kıssadan çıkardığım iki ders var:

Birincisi; bizim gibi düşünce sistematiği iğdişleştirme süreçlerini geçirmiş bir neslin İslami davanın fethi getiren asıl unsurları olmamızın zor olduğu tespiti. Ama bu tespitin üzerine Allah'ın dinine özgür bir benlikle tabi olan –belki onlara sabikun demeliyiz- neslin ebeveynleri de yine bizim neslimiz. Ve onların en kısa zamanda hazırlanması için bizim çok ciddi boyutlarda fedakârlık yapıp bedel ödememiz gereklidir.

İkincisi ise özgün bir eğitim modeli geliştirme zaruretidir. Bu eğitim modeli nesillerimizin özgür düşünme melekesini kaybettirmeme ve muhafaza etme temeline dayanmalıdır. Yaşadığımız mekânların sınırlarını bilmeli ve sonuna kadar zorlamalıyız.

Çevremizde olan bitene bize öğretilen şekilde değil, Allaha kul olmuş ve dünyayı ahiretin bir tarlası olarak gören, takvayı öncelikleyen, Allah ve Rasulü "bu ortamda Müslüman'ın nasıl davranmasını ister?" sorusuna cevap arayan insan gözüyle bakmalıyız. Bu çerçevede bilginin sunumunu yeniden planlamalı, kendi terminolojimizle ifade etmeliyiz. Bize ait bir özgünlük olmalıdır.

Sayın Kara'nın konuşmasına binaen şunu söyleyebilirim; Bilgi teorisini inceleyenlerin ilk yaptığı şeylerden birisi asal bilginin kaynağını tespittir. Çünkü kurucu bilginin kaynağı net olmaz ve şüpheler taşırsa bu bilgiden meydana gelecek insani ve toplumsal yapı nirengi noktasını kaybedeceğinden, dengesi bozulur ve yaftalar, kararlı olamaz. Bu nedenle filozoflar önce kendilerine göre sağlam bir nokta tespiti yaparlar. Kendi düşünce uzayını ören bir düşünür, önce neden böyle bir kurgu yaptığını izah etmelidir ve mevcut anlayışların bilgi temelindeki zafiyetlerini tespit ederler. Aristo'dan Aydınlanmaya, modernizmden postmodernizme giden sürece bakın. Sürekli bir öncekini eleştiren ve eleştirdiği alanda kendini tashih eden bir dünya bakışı vardır. Onun için batı düşüncesi ilerlemeci, terakkiperverdir ya. Ancak buradaki yaklaşım önemlidir. Yeni düşünce anlayışı geliştirmenin temelinde mevcut anlayışı oluşturan bilgiye getirilen eleştiri vardır. Zira eğer bilgi sağlam olsa mevcut anlayıştaki sıkıntılı unsurlar ıslah edilebilir ve süre devam ederdi. Bu nedenle bilgiye getirilen yorum değişince, üzerinde durulan platform yani uzay değişmektedir ve mevcuda göre bir başkalaşma, yeniden yapılanma olmaktadır.  Siz herhangi bir görüşü reddederken sadece pratiklerinden hareket ederseniz yaptığınız tamamen duygusal bir tepkidir, ilkesel değildir. Ama o düşünceyi oluşturan bilgi temellerini reddederseniz, bulunduğunuz konum anlamlı hale gelecektir.

Bu sözlerimin ortaya koymaya çalıştığı sonuç şudur ki İslam'a dönük eleştiriler eğer namaz, zekât, hadler gibi alanda olsaydı, bu Müslümanların İslam yanındaki duruşlarını değiştirmezdi. Zira Müslüman Allah'a ve onun öğrettiği değerlere iman ettiği için pratikler imanın gereğidir. Yoksa iman olmasa insanların hac için her şeylerini bir kenara bırakıp siyah bir binanın önünde dönmelerinin izah edilir bir yönü olmazdı.

İslam'a gelebilecek en büyük saldırı da bu eksende beklenmelidir: İslam'ın kaynaklarına yapılan saldırılar. Zira bu saldırın etkisinde kalanlar İslam'ın değeriyle aralarındaki bağı koparmış olacaklardır. İslami bilginin kaynağı nedir? Buna bir bakalım. Tabi ki bunun Kur'an ve Sünnet olduğunda hemfikiriz. O halde bu iki kaynağa yapılan her saldırı da aslında İslam'a yapılan esaslı saldırı olarak değerlendirilmelidir. Zira Müslüman hayat görüşünü, dünyaya bakışını, kimliğini, doğruyu yanlışı bu iki kaynağı esas alarak öğrenmekte, şekillendirmektedir.

Kur'an'a yapılan saldırılarda bir iki küçük vehim sahibininkini saymazsak metin olarak muhafaza edildiğine dair evrensel düşünce birliği oluşmuş durumdadır. Kimse Hıristiyanlıktaki gibi birkaç yüz tane vahyi kitap olduğundan söz etmiyor. 

Kur'an'la ilgili diğer bir saldırı ise, içeriğini yok etme eksenlidir. Burada hem Kur'ani ıstılahları bağlamından koparma, hem de hükümlerini cari hayatın dışına itme girişimleri hatırlanmalı. Söz gelimi Müslüman olarak telakki edilen ve zamanında ulus devletin Cumhurbaşkanı olan Demirel'in "Kamunun iki yüz küsür ayet dışında Kur'an'la sorununun olmadığı"  tespiti çok önemlidir.

Hadisler konusu da önemlidir. Hadis hususunda hadis otoritelerinin hassasiyeti bilinmektedir. Bu konuda yapılan saldırılarda, hadislerin ya gerçekte Rasulullah tarafından söylenmiş olamayacağından, ya Kur'an'a veya akla aykırı olduğundan hareketle kaynak değerinin yitirildiği ortaya koymaya çalışılarak bağımsız akla önem verilmektedir.

Ancak İsmail Lütfi Çakan Hocanın da tespit ettiği gibi Hadis âlimlerinin yaptığı rivayetin içeriğinin sıhhatini tespit etmek değildir. Onlar bilginin kaynağını sorgulamışlardır. Eğer bilginin kaynağı reddedilemez derecede sağlam ise rivayetleri "sahih" etiketiyle kayda geçirmişlerdir. Yani aslında şunu demişlerdir "bu rivayetin Rasulullah'ın mübarek ağzından çıkmadığına delil yoktur." Bilgi içeriğinin sıhhatini Fıkıh âlimlerine ve gelecek nesillere bırakmışlardır. Belki eksik bir bakış açısıyla Rasulullah'ın meramı anlaşılmamış olabilir ama bu bilgi ümmete taşınmalıdır. Onun için İslam literatüründe cerh ve tadil kitapları önemli bir yer tutar. Zaten Fıkıhçılarımızın yaptığı da yine bu bilgiyi yalanlamak değil, bir usul çerçevesinde gelen tüm bilgileri değerlendirerek pratik bir sonuç ortaya çıkarmaya çalışmak olmuştur. Yani hiçbiri "bir rivayet bir ayetle çelişiyorsa rivayet ve ravi yalandır" dememiş, sadece  "bir rivayet bir ayetle çelişiyorsa ayetin işaret ettiği amel yapılmalıdır" demişlerdir. 

Bu başlıktaki sözümün özü kaynaklara, ravilere bindörtyüz sene sonra eleştiri getirip, sonra bunları tasnif dışı hale getirmek olmamalıdır. Bilakis Kur'an ve Sünnete yönelip hikmetini, maksadını araştırmalı ve anladığımız ölçüde pratikleştirmeliyiz. Anlamıyorsak zaten bunun pratiğini de çıkaramıyoruz demektir ki sorun yok. Bu nedenle kaynaklar, kaynaklardan sonuç çıkarma usulü ve bu usule riayet önemlidir. 

Dezenformasyona karşı uyanık olunmalı. Re-enformasyonla doğru bilgilendirme yapılmalıdır.

[Ammar Ziya] :  Bilgi konusunu burada noktalayalım. Anlaşılan o ki bu konuda konuşulmaı gereken ve çözümlenmesi gereken çok  detaylı çok başlık var. Bizim bu değerlendirmelerimiz bizim açımızdan bir başlangıç olsun.  Değerlendirmeye devam edelim. Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederim.

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ