Muhammed İkbal - rahle.org

Muhammed İkbal - rahle.org

Muhammed İkbal


Facebookta Paylaş
Tweetle

 

 
Ensar Kara tarafından yazıldı.

Geçmişinde İslam medeniyetini yaşamış herhangi bir yere gitse oranın maziye karışmış halini hatırlar ve üzülürdü. İkbal İslam ümmetinin hiç bir zaman yok olmayacağını çünkü İslam ümmetinin ebediyyen kalıcı değerler üzerine bina edildiğini söylüyordu. Geçmişinde İslam medeniyetini yaşamış herhangi bir yere gitse oranın maziye karışmış halini hatırlar ve üzülürdü. İkbal İslam ümmetinin hiç bir zaman yok olmayacağını çünkü İslam ümmetinin ebediyyen kalıcı değerler üzerine bina edildiğini söylüyordu.


 

İslam dünyasının son döneminde yetiştirdiği ender düşünürlerden olan Muhammed İkbal 1873 de Pakistan'ın Pencap eyaletine bağlı Seyalkat kentinde doğdu. Muhammed İkbal takva ehli bir ailede yetişti. İkbal çocukluğundaki ilk eğitimini evinde babasından aldı. Babasının daha o günlerde yaptığı "Kur'an-ı Kerimi anlamak istiyorsan, sana indiriliyormuş gibi oku" tavsiyesi Muhammed İkbal'in Kur'an anlayışını şekillendirmiştir. Kur'an-ı Kerim'i okumak için medreseye gitti ve büyük bir kısmını ezberledi. Bu merhaleden sonra babasının arkadaşı Mir Hüseyin Arapça ve Farsça hocası olarak İkbal'e İslâm edebiyatını sevdirdi. Daha sonra  Lahor'a giden Muhammed İkbal, orada hükümete ait bir okula girdi. Burada felsefe ve İngilizceden öğretmenlik diploması alan İkbal, Lahorda doğu dilleri fakültesine hoca olarak tayin edildi. İste Muhammed İkbal bu devrede şiir yazmaya başlayarak yavaş yavaş ismini duyurdu.

1905 de Londra'daki Chambrich Üniversitesine girmek için İngiltere'ye giden İkbal, oradan felsefe ve iktisat bölümünü üstün bir derece ile bitirerek mezun oldu. Londrada üç sene kadar kalan İkbal, burada Arap dili ve edebiyâtı fakültesinde hocalık yaparken bir taraftan da çeşitli İslâmi konularda bir dizi konferans verdi. Bu konferansları onun Londra'da çok tanınmasına sebep olmuştu.Yine Londra'da kaldığı müddet içinde hukuk üzerine okuyan İkbal savcılık diplomasını aldıktan sonra Almanya'ya giderek Münih Üniversitesinde felsefe dalında doktora yaptı. 1908 de Hindistan'a döndüğünde, onun yazı ve şiirlerine hayranlık duyanlar tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı.

İkbal Hindistan'daki çalışma hayatına avukat olarak başlarken onun bu görevdeki çalışması, doğruluk ve emanete örnek olarak gösteriliyordu. Haklılığına inanmadığı ve hakkını alamayacağı kişinin davasına bakmazdı.

Daha sonra Lahor'da hükümete ait bir okulda Arap dili ve edebiyatı bölümünde hocalığa devam eden İkbal, bu görevinde fazla kalmayarak ayrıldı. Hocalık görevinden istifa edişinin sebebi kendisine sorulduğunda cevaben: "İngilizlere hizmet etmek zordur. Ben istediğimi insanlara anlatamıyordum. Şimdi ise hürüm, dilediğimi söyler ve dilediğimi yaparım" diyordu.

Hükümetteki bu resmi görevinden istifa etmesine rağmen hiç bir zaman eğitim ve öğretim işlerinden geri kalmamıştı. Devamlı olarak Lahor'daki İslâm akademisiyle irtibat halinde olan İkbal orada dersler verirken, çeşitli üniversitelerde de ilmi konferanslar veriyordu. Bu arada Afgan hükümetinin daveti üzerine Afgan eğitim komisyonuna da iştirak etmişti.

Muhammed İkbal ülkesinin siyasetine de katılmış ve halkını bu konularda yönlendirmişti. Onun bu konudaki düşüncesi ise: "Siyaset; çalışmak, izzet ve şerefe davet etmektir." şeklinde idi.

Müslüman Hintli mücahitler adıyla yazdığı şiirlerin Hindistan'daki Müslümanların hareketlenerek İngiliz sömürüsüne başkaldırmalarında büyük tesiri olmuştu. 1926 da Pencap eyaletinden Hukuk Komisyonuna seçilen İkbal aynı zamanda "Rabitatül İslâmiye" adlı merkezi Suudi Arabistanda olan bir cemiyette de çalışmalar yapmıştı.

1930 da Pakistan devletinin kuruluşu konusunda kendisine has görüşüyle insanların huzuruna çıkan İkbal Hindistan'ın bölünmesinin din, ırk ve dil esasına göre taksimini öngörüyordu. O zaman bu görüşünü daha sonra Pakistan devlet başkan olacak olan Muhammed Ali Cinnah'a anlatırken, şiir ve konuşmalarında bu düşüncesine oldukça fazla yer vermişti. Daha sonra 1932 de Londra'da anayasa hazırlamak için oluşturulan ve çok uzun münakaşalara sahne olan kongreye katılan İkbal, o sırada şiddetli ve uzun sürecek bir hastalığa yakalanır. Doktorların gayretlerine rağmen bir türlü iyileşmeyen İkbal ölümü tebessüm ve rıza ile karşılayarak 1938 de Allah'ın  rahmetine kavuşur.

 

Muhammed İkbal hayata bakış felsefesini ve görüşlerini şiirlerinde işlemiştir. Onun ıslah yolundaki belli başlı düşünceleri şunlardır:

Muhammed İkbal İslam'a ve Müslümanlara hayranlıkla dolu ümmet bilincine sahip bir Müslüman'dı. Müslümanların vatanlarının bir olduğu fikrine sahipti ve bunu defaten şiir ve yazılarında belirtmiştir. Ona göre insanlığın saadetini gerçekleştirecek  tek hükümet İslam'dır. Şiirlerinde sürekli olarak İslamiyetin devlet olarak yaşandığı ve beşeriyete gönderildiği devirleri işlerdi.

İkbal İslam ümmetinin hiç bir zaman yok olmayacağını çünkü İslam ümmetinin ebediyyen kalıcı değerler üzerine bina edildiğini söylüyordu. Diğer taraftan da üzülerek İslam ümmetinin acı hallerini dile getiriyordu. Bir şiirinde bu konuyu şöyle gündeme getirmiştir:

"Hak olan ezan devamlı aralarında olan

İslam ümmeti ebedi kalacaktır.

La ilahe illallah'ın aşkından kalbler tutuşmaktadır."

Eğer geçmişinde İslam medeniyetini yaşamış herhangi bir yere gitse oranın maziye karışmış halini hatırlar ve üzülürdü. 1908 de Avrupa'dan Hindistan'a dönerken Şekille Adasına uğramış eskiden oranın İslam medeniyetine beşik olduğunu hatırlayarak kendi kendine:

"Göz yaşıyla değil kan akıtarak ağla.

İste burası İslam medeniyetinin gömüldüğü yerdir."

diyerek ağlamıştır. 1932 de Londradaki kongreden dönerken İspanyaya uğramış, orada Kurtuba Mescidini ziyaret ederek mü'min bir şair olarak İslam medeniyetinin bir harikası olan bu caminin önünde bir müddet duygulu duygulu durduktan sonra senelerden beri ezan okunmamış ve içinde namaz kılınmamış bu camide iki rekat namaz kılmıştı.

İkbal Müslümanların geleceği konusunda oldukça iyi düşünceler ve ümitler besleyen birisiydi. Bir gün Kurtuba da "Büyük Vadi" isimli nehrin kenarında durmuş şöyle diyordu:

"Ey şanlı nehir şu anda senin kenarında duran kişi çok güzel bir hayal içindedir.

Bu adam geleceğin aynasında yeni bir dönem görmektedir."

Muhammed İkbal'in Avrupada eğitim görüp onların arasında uzun bir müddet kalmasına rağmen hiç bir zaman onların kültürlerine aldanmamıştı. O Avrupa medeniyetinin insanları kardeş yapacağına, insanlığa saadet getireceğine inanmıyordu. Çünkü Avrupa'nın medeniyeti sadece maddi bir medeniyetti.  Evet bu medeniyet ilmiyle ve organizesiyle tüm dünyaya boyun eğdirmişti ve kendi gayesi için tabiatla alay ediyordu. Ama imandan yoksun olduğu için şaşkınlıklar içinde acıyla kıvranmaktaydı. Bu medeniyet ıslah etme ve merhamet etme özelliğine sahip değildi. İşte bundan dolayı devamlı olarak Müslümanlara özellikle de gençlere bu medeniyetin gösterisine kanarak onun tuzağına düşmekten sakınmalarını söylerdi. Ama maalesef ümmetten bazıları bu tuzağa düşerek bütün izzetlerini kaybederek zayıfladılar ve varlıklarını yitirdiler. İkbal yazı ve şiirlerinde Müslümanları derinlemesine İslami öğrenmeye çağırırdı. Çünkü Müslümanların izzeti ve hürriyeti, İslam'ın asıl kaynağı olan Kur-an ve sünnettedir diyordu. Ne zaman İslam'dan ve Rasulullah'tan bahsetse, gurur ve iftiharla söyle derdi:

"Eğer yıldızlar ve gezegenler boyun bükerse buna hayret etmeyiniz. Çünkü ben kendini yolların rehberi, peygamberlerin sonuncusu ve insanlarla cinlerin önderi olan Hz. Muhammede bağlayarak, onun bereketli ayak tozuna karışarak bahtiyar insanların gözüne sürecekleri sürme oldum."

İkbal'in görüşlerinin temelini, en çok ehemmiyet verdiği nefsi terbiye konusu oluşturmaktadır. Çünkü insanın saadeti ve hayatın temeli, nefsi terbiyeden kaynaklanmaktadır. İste bunun için İkbal sürekli olarak kişinin kendisini bilmesine ve bu yolda ardı arkası gelmeyecek olan devamlı bir cihada çağırıyordu. Bu cihad önce nefse karşı verilmeliydi. 

İkbal cihad ve çalışmada hayat; tembellik ve uyuşuklukta da ölüm olduğunu söylerdi. Yine ona göre insanın kendisine güvenmesi ve devamlı olarak nefsini zorluklara karşı kuvvetli olabilecek şekilde hazırlaması kişiye mutluluk vermektedir. Kişinin kendisine güvenmesi, konusunda şöyle diyordu:

"Başkalarının nimetlerinden kendi rızkını arama. İsterse güneşin kaynağından gelmiş olsun hiç kimseden, su bile isteme. Allah'a güven ve çalış. Bu şerefli İslam ümmetinin yüzünü utandırma. Bir gün Hz. Ömer at üstünde giderken elinden kamçısı düştü. O etrafındakilerden hiç birinden onu kendisine vermelerini istemeyip, bizzat atından inerek kendisi almıştı."

İste insan nefsini şehvetlerden ve çeşitli korkulardan alıkoyar ona hakim olursa başkaları o insana hükmedemez. İslam bu nefsi terbiyeye çok büyük önem vermekte ve kişiyi kendisini olgunlaştırmaya çağırmaktadır. Nefsini güzel ahlak ve faziletlerle süslemesini istemektedir. İslam, nefsi terbiye etmeyi kendine has usullerle gerçekleştirmektedir. Örneğin inanç konusunda nefsi şüphelerden, korku ve şehvetlerden men ederek gerçek tevhidi insanin kalbine yerleştirerek devamlı olarak onu tembellikten alıkoyar onu çalışmaya ve istikbale dair hazırlıklar yapmaya teşvik eder. İşte İslam inancı bu vasıflarıyla her türlü zorluğu yenerek aşmakta ve insanlık için gerçek hürriyeti ve eşitliği sağlamaktadır. İkbal bu düşünceleriyle aynı zamanda Hindistanda yaygın olan ve bazı usullerinde İslam'a zıt hareket eden tasavvufi anlayışa da karşı olduğunu ortaya koymuş oluyordu. Çünkü o zamanlar Hindistan yarımadasında hurafelerle karışık bir çok tasavvufi akım vardı ki, bunlar genel olarak "Vahdeti Vücut" inancında olup, görünen varlığı inkar esasına dayanıyorlardı. İkbal onları İslami olmayan tasavvufi akım diye isimlendirmişti.

İkbalin gerçekleştirmek istediği hedeflerden birisi de Dünya İslam Devletinin kurulmasıydı. O her ne kadar kişinin ferdi değerini idrak etmiş ve görüşlerinin aslını nefsi terbiye oluşturmuşsa da bunun da yeterli olmadığını biliyordu. Onun için ferdi cemaat için, cemaati da fert için bir ayna kabul ediyordu. Eğer fert görevini yerine getirmese bu noksanlığın cemaate de sıçrayacağına inanıyordu. Ona göre fert kendisini iyi yetiştirirse cemaatteki görevini daha iyi yapacaktır. Eğer hata yapsa iyi yetişmiş cemaat onu ikaz edip düzeltecektir. Bu konuda bir şiirinde söyle diyor:

"Eğer fert bir cemaate mensup olsa tıpkı bir damla iken nehir olur.

Artık onun ruhu, bedeni, açığı ve gizlisi, her şeyi bağlı bulunduğu toplumuna ait olur."

İşte bu cemaatin elbette bir davası ve onları bir arada tutan prensipleri olmalıdır. Yine bu hedeflerin gerçekleşmesi ferdin ve cemaatin saadetinin sağlanması lazımdır. Ayrıca bu hedefler bütün beşeriyetin saadetini de sağlamalıdır. Ki, işte İslam tüm insanlığın mutluluğunu gerçekleştirecek tek din olarak ortadadır. Bunun için İkbal bütün Müslümanları içine alabilecek ve insanlığın saadetini sağlayacak olan bir İslam devletinin zaruri olduğunu devamlı söyleyerek İslami devletin gerçekleşmesi yolunda çok gayretler sarf etmiştir.

O bu çalışmaları esnasında hiç bir zaman herhangi bir ırkı taassuba düşmemiştir. Müslümanlar için muayyen bir toprağın olmayacağını esasta İslam'ın tatbik edildiği yerin müslümanın vatanı olduğuna inanarak şöyle derdi:

"Irkçılık taassubu İslam ümmeti arasındaki irtibatı ve İslami ilişkileri kesmiştir."

Türkiye'deki kurtuluş savaşını da bu düşünce ile hem maddi hem de manevi olarak desteklemiştir.

 

 

Türkçeye çevrilmiş bazı eserleri şunlardır.

· Cavidname

· İslam Felsefesine Bir Katkı

· Esrar ve Rumuz

· Şu Masmavi Gökyüzünü Kendi Yurdum Sanmıştım Ben

· Aşk ve Tutku / On Uzun Manzume

· Kulluk Kitabı

· Benliğin İşaretleri

· Doğudan Esintiler

· Mektuplar

· Şarktan Haber

· Yansımalar/Gençlik Notları

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ