Çoğu kere cemaat kelimesi yerine camia'yı kullanırız. Oysa ikisi arasında açık nüans (ince bir fark) vardır; en azından birinde bağlılık olgusu daha nettir. (1) İslamî düzlemde cemaat, bir iman ve amel maksadı gözeten ve kitlesi tarafından bu bilinçle benimsenmiş olan bir yapıdır. Tamamıyla doğaldır; yapaylık taşımaz. Bir sorumluluk bilinci barındırır üzerinde... Bir cemaat şuuruna ulaşmış iseniz, bu şu demektir: Artık sizin kulluk vazifelerinizin arasında, cemaatin eklemiş olduğu artı bir takım vazifeler de vardır. Bu vazifelerle siz, bir bütünün anlam ifade eden parçasısınızdır artık.
Camia kelimesi ise genel kullanım itibarıyla dünyevî bir kavramdır ve dünyevi nedenlerle bir araya gelmiş kitleleri izahta kullanılır (Her ne kadar cemaat kelimesiyle aynı kökten türemiş olsa da). Örneğin sanat camiası, basın camiası ve müzik camiası gibi: “Filanca kulübün camiası, dün geceki maçın yenilgisinden dolayı...” vs. Üzüntü, sevinç ve ortak coşkuları ifade eder. Belirli bir kaç hedef haricinde uhrevî hiçbir derinlik taşımayan bir topluluk, bu kelimede özetlenir. Hem, camiaya dâhil olmak da kolaydır, dışında kalmak da... Mensupları, ciddi hiç bir sorumluluk taşımaz.
Oysa cemaatin doğuşu İslam'ın doğuşuyla başlar. Dikkatli bir bakışta, enbiyanın ilklerinden bu yana, her peygamberin çevresinde teşekkül eden irili - ufaklı bir kitlenin varlığı görülebilir. Seçilmiş kul, çağrısını ilk yaptığı andan itibaren bir cemaat kazanır. Ve gücünü onlardan alır. Bazen havariler olur bu cemaat, bazen de Kızıldeniz'in gazileri... Ama cemaat hep vardır; kendi arasında sevgisel bir bağ, sarsılmaz bir iman kardeşliği ile örülmüş bir birliktelik... Oluşum, yapı ya da örgüt gibi isimler dahi, cemaat isminin verdiği o sıcaklığı sağlayamazlar. Ona bağlılık, uhrevî bir yönü bulunması sebebiyle ciddî bir meseledir de.
Cemaatler bulundukları zemine bağlı olarak çeşitli yönlere ağırlık vermişlerdir. Bu nedenle günümüzde İslamî cemaatlerden bazılarını genel anlamda şu formlarda görmek mümkün: Tarikatlar, İslamî hareketler ve STK'lar (Sivil Toplum Kuruluşları). Her birinin duruşu, hareket anlayışı ve mensubu olan bireylere karşı yaklaşımı da doğal olarak birbirinden farklı farklıdır. (2)
İslami cemaat kavramını Allah Resulünün idealize ettiği toplum modeli olarak tanımlayıp, bu model gereğince hareket edildiği temel düşüncesi ile birey özgürlüğü konusunda problemi olmadığını kabul ediyoruz. Burada cemaatin yukarıda sıralanan formlarının özgür birey ile ilişkilerini inceleyeceğiz.
2.
Tarikatlar, bir cemaat anlayışını kendi içinde tamamlamış en korumacı yapılardır. Onların sınıfsal düzenleri, diğer ikisinden daha fazla bir gönül bağlılığı gerektirir ki; bu da tarikat yapılanmasının cemaat yapılanmasına en yakın oluşundan kaynaklanır.
Tarikatlar mensuplarına pek çok meleke kazandırır. Bu hususta tasavvufî yönü ağırlıklı bir program belirledikleri malumdur. Lakin bireyin fikrî yapısında pek çok donukluk oluşturduğu da şüphe götürmez. Örneğin; tebaası için kullanılan “mürid” kelimesi, iradesini mürşidine (onu terbiye edecek olana) teslim eden manasındadır. Ve bu işin en uç noktasında, müridin kendini her şekliyle mürşidine adaması söz konusu olabilmektedir. (3) Nitekim bazı tarikatların temeli, bireyin özgürlük sahasını en derinden etkileyen çelikten bir ağ ile örülüdür. Buna göre tarikatın mensubu, mürşidine şüphesiz itaat halindedir. Sorgu yok, karşılıklı hesaplaşma yok, itaat mutlak kayıtsızdır ve sen gerçekte yoksundur; "o" vardır...
Bu minvalde, bazı modern tarikatların yaptığı gibi mutlak yönlendirici tavrını takınmak, birçok insanın uzaklaşmasına, dahası İslam'dan soğumasına sebep olabilmektedir. Örneğin, (örtünme ile alakalı) tek bir fetva ile iffetini izhar etmesi istenilen ve bu emre itaat etmediği için evinden - yurdundan atıldığı bilinen bayanların cemaatindeki temelli ayrılış sebep, de bundandır. Buradaki kilit nokta, -bilhassa gençlerin- ruh halinden fazla anlamayan bir cemaatin, sevimsiz bir itaati onlara mecbur kılmasıdır. Ve buradaki hüküm -modern yahut klasik olsun- tüm tarikatlar için umumidir.
Tarikatların varlıklarını devam ettirebilmeleri için özgürlükçü - liberal düşüncelerden arınmış (!) mürid vasfına sahip bireylerin katılımı ile şarttır. Varlıklarını ancak bu şekilde idame ettirebilirler. Ve bu kadar uzun soluklu olmalarının en önemli nedeni de budur. (Tabii bunları söylerken; özgürlük - liberalizm gibi kavramların modern toplumun değerleri olduğunu bilmek ve bu ifadeleri -bir sahiplenmeden ziyade- durum tespiti olarak algılamak gerekir.)
3.
İslamî hareketlerdeki anlayış ise iç eğitimden ziyade siyasal talepleri olan ve fakat müntesiplerine yönelik serbestlik yanı daha ağır basan bir tarzdadır. Belki bu sebeple olacak, her türlü neviden insanı bünyesinde rahatlıkla barındırabilirler. Yine de modern bir tarikat anlayışındaki abi (karşılaştırın: mürşid) modellemesinden de tamamen bağımsız olamamışlardır. En azından tüm hareketler bu şekilde organize değildirler. Burada (ihtimal) dikkati çeken ilk olumsuz durum, abinin karakterinden kaynaklanan ve sorumluluğu altındakileri kendi yetersizliği oranında güdülemesidir. Şöyle ki; abinin cemaatin saf bireylerini -kendi meşruiyeti çerçevesinde- bir takım işlere zorlaması, kaçınılmaz olarak bireyin özgür iradeye dayalı duygularını tetikleyebilir ve yakın bir sürede bireyin cemaatinden ayrılması yahut çağrılardan kaçışa yönelmesi ile neticelenebilir.
Özgürlük damarı geniş olan bireyin İslamî bir harekette durmasının en temel sebebi ise cemaatte gördüğü “tağutu red” anlayışıdır. Zira bu anlayış, bir yönüyle anarşist bir perspektife sahiptir ve bu da otorite tanımazlık, yani özgür olmak ile yakın bir ilişki içersinde olmak demektir. Ancak tağutu reddi iyi beceremediği yahut abiye sorgusuz itaate çokça mecbur tutulduğu zamandır ki, birey cemaatini -tüm itikadı ve fikrî benzerliğe rağmen- terk eder...
Burada İslamî hareketlerin çoğunlulukla atladığı önemli bir başka husus daha vardır; bireylerinin ayrılış ve yahut soğuk durma sebeplerini sosyo-psikolojik çerçeveden pek fazla ele almayışlarıdır. Toplumla ve bireyleri ile yaşadıkları sorunların temel sebebini, yapılanma biçimleri ve davet anlayışlarına mal ettirmeleridir. Bundan sebep üzerinde yaşadığımız coğrafyada, başta İslamî hareket sıfatını üzerinde barındıran nice cemaat yavaş yavaş üçüncü sınıfa (STK’ya) doğru bir meyil sergilemiş ve yeni bir oluşuma geçiş yapmışlardır. Buradaki meyilin ana nedeni, az evvelki kaçışların ziyadeleşmesi ve cemaatin (İslamî hareketi kastediyoruz) gücünün sayısal bir çokluk ile özdeşleştirmesi türünden zanlardır. Bu şekil zan ve düşünceler neticesinde cemaat türü olarak yeni bir ad doğmuştur…
4.
STK açılım olarak; iş-amaç tüzüklerini yasal bir çerçevede oluşturmuş bulunan her türlü lobi, dernek, vakıf, yurt ve yahut büro türünden mekanlarda mukim bulunan yapılardır. Bünyesinde barındırdığı mensupları üye yahut katılımcı olarak vasıflandırılır ki pek çoğu resmî bir prosedür ile kayıt altına alınmıştır. Maddî bir talebinin haricinde üyelerinden beklentisi en düşük seviyede tutulur. Dolayısıyla özgürlükçü anlayışa sahip bireylere en çok onlar ulaşır.
Genel anlamda STK’nın vazifesi, İslamî bir hareketin ve tarikat yapılanmasının çok çok altında, bireylerine sadece ara sorumluluklar vermektir. Zira çağın getirdiği mecburî iş hayatı ve koşuşturması, mensubu olan bireyinin vaktini zaten yeteri kadar dolduruyordur. Onun (bireyin) yapacağı iş sabittir, kaldırabileceği yük de bellidir. Bu durumda STK’nın ona vereceği ve ondan beklediği hepsi hepsi bir hafta sonu programına katılım yahut bir üyelik aidatıdır. Birey ise bu alışverişten gayet memnundur, zira yaşantısına çok da bir mükellefiyet katmamıştır. Bu tahlilden de anlaşılacağı üzere, cemaat ile bireyi arasında en az sorun yaşayan sınıf STK’lardır.
Bugün STK’lar bir yönüyle özgür kalmak isteyen ve fazla sorumluluk almaktan kaçınan bir güruhun seçici tercihi olurken, diğer yönden gerçek özgürlükçü hareketlerin ve bu ruhtaki bireylerin dışladığı, eleştirdiği bir konuma çekilmişlerdir. Pek çok şehirde nice dernek ve vakıf adı altında, başka bir isme bağlı olmak istemeyen bu yapılanmalar, esasta ümmetin daha da parçalanması ve küçük resmî kurumlar haline dönmesine katkı sağlamaktadırlar.
5.
Bu üç sınıfın da duruşları ve tanım aralıkları yaklaşık olarak yukarıdaki gibidir. Dikkate değer kısmı ise Müslümanların değişime çok kolay adapte olabilmesi ve cemaat / özgür birey çatışmasını fazla dikkate almıyor olmalarıdır. Meseleyi hem cemaat açısından hem de bireyleri açısından iki temelde özetlememiz gerekiyor:
A. Cemaat açısından
Yukarıda sıralanan tarzdaki Cemaatlerin, bireylerine karşı uyguladığı tavırlarda şu bir kaç madde eleştirilir düzeydedir:
Birincisi, duyarsızlıktır. Şöyle ki, cemaati teşkil eden ana malzeme insandır; salt bir düşünce sistemi yahut manifesto ile cemaat kurulamaz. Dolayısıyla insan bedenine sahip her bir birey, cemaat için vazgeçilmez bir öneme sahip olmalıdır. Bir bireyi tutmak, onun istek ve sıkıntılarını takip etmek, açmazlarını görmek ve ilgilenmek nevinden tüm işlerin yükümlülüğü cemaatin görevidir. (Burada cemaat derken aslında yine kendini cemaatten varsayan her bir bireyi kastediyoruz. Lakin öncelik cemaatin kanaat önderlerine aittir.) Uçtaki bireylerin aranıp sorulmaması, hasta iken ziyaretine gidilmemesi, darda iken halinin umursanmaması, her türlü destek ile yanında olduğunu ifadelendirmemek türünden davranışlar şüphesiz bireylerin nefislerine ağır gelir ve onları fitneye düşürür.
Benzer şekilde maddî destek çıkılmaması da sahiplenilmemek noktasında bir duyarsızlık hissi oluşturur. Şöyle ki, bireyinin fiziksel bir takım ihtiyaçlarını göz ardı etmek yahut elinden geleni ardına koymak misali onu önemsememek, bireyin öfkesini ve yalnızlık hissini arttıracaktır. Bundan sebep cemaatin bireyine sahip çıkabilmek adına gerekirse izah ile de olsa gönlünü bir şekilde alması gerekir.
İkincisi, merhametsizliktir. Cemaat eğer kendiliğinden bir sevgi ortamı oluşturamamış, salt kaba bir ahlak edinmiş ise bunun sonucunda ya birey de zamanla böyle kaba bir kimliğe bürünecek ya da bir süre daha tutunmayı deneyip ardından ufak adımlarla birliktelikten vazgeçecektir.
Doğası gereği insanda sevgi unsuru ve sevildiğini - benimsendiğini hissetme duygusu ağır basar. Eğer cemaat, bireylerinin bu yönünü törpüleyip onlara bedevî (yabanî) bir yaklaşım aşılayacak olursa, sonuçta elbette ki ayrılıklar ve ihtilaflar doğacak, hatta böyle bir cemaat, başka cemaatler ile de arasını açacaktır. Oysa İslam cemaatlerine lazım gelen sevgisel bir bağlılıktır. Bu sayededir ki adı dahi konulmasa pek çok cemaatin, bireylerinin kendi aralarındaki bu organik bağı sayesinde ayakta durduğu müşahede edilmiştir.
Üçüncü olarak eleştirilecek nokta, cemaatin bireylerine kapalılık, gizlilik ile yaklaşmasıdır. Böyle bir tutum, özgür bireyin güvenini zedeleyerek bağlılık hislerine açık bir darbe indirir. Oysa birey, dâhil olduğu toplulukta itimadı tam bir hürriyet ile dolaşmak ister; ona bazı soruların cevapsız kalması, sürekli bir sırlar havası oluşturulması, arkasındaki gizli odalarda fısıltılarla konuşulması bireyin yakın bir zamanda cemaati ile bir çatışmaya, uzlaşmazlığa yöneltebilir. Burada dikkat edilecek husus, bireyi “henüz sen ermedin” tarzındaki istihzaî (küçümseyici, alaylayıcı) bir bakışla değerlendirmek hatasıdır. Böylesi bir tutumdan ziyade; cemaatin ilke ve prensipleri, önü ve arkası tam anlamıyla duyurulmalı ve yazıya dökülmek suretiyle ilan edilebilmelidir. Düşüncelerin ve uygulamaların gerekçeleri ise ikna yolu ile anlatılmalıdır.
Bir başka husus (dördüncüsü), aşırı yüklenmedir. Bireyin en çok rahatsızlık duyduğu ve ileriki dönemlerde sorumluluk almaktan onu en çok kaçındıran sebep, nefsini ağırlaştıran bir yükün omuzlarına bırakılmasıdır. Burada en çok İslamî hareket mensubu kişilere iş düşecektir; diğer cemaat oluşumlarında bu denli bir vazifelendirme sıklıkla karşımıza çıkan bir durum değildir. Aşırıya kaçan ve bireyin taşıyamayacağı önceden kestirilemeyen bir durum söz konusu olduğunda, artık çatışmanın da kaçınılmaz olacağı dikkate alınmalıdır.
Cemaatin sürekli bir şekilde psikolojik bir baskı ile bireylerine yüklenmesi ve ondan beklentilerini onu markaja alacak şekilde dile getirmesi, yine aynı sonucu doğurur. Baskı ve zorlama -ima ile de olsa- özgür bireyin kaçamakta bulunması ve kuytu mekânlara çekilmesi için en çok başvurduğu vicdanî bir gerekçedir.
Beşincisi, karizmatik lider eksikliği ve yahut köksüz olmaktır... Hiç bir birey köklü bir geleneği olmayan ve yahut lideri pasif ve pısırık vasıflı bir cemaate hevesle itibar etmez. Bireyi kuşatamayan ve onun entelektüel dünyasında bir yankı oluşturamayan yahut ilmî anlamda onu doyuramayan bir “cemaat” ile, daha özgürlükçü ve ilerlemeci anlayıştaki bir “bireyin” yan yana kalması da kısa süreli olur. Bu yüzden çoğunluk aydıncı düşüncede olan ve bilimsel merakı çok olan kimseler ziyadesiyle STK’ların bünyesinde bulunurlar. Ya orada bir görev almışlardır ya da katılımcı - kayıtlı bir öğrencidir. Çünkü onun özgürlük hislerini ne taassup sahibi bir tarikat, ne de çok güzlü olmayan bir İslamî hareket doyurabilmiştir. Öyleyse cemaat liderinin kendini ispat etmesi, cemaatin ise makul bir şekilde kendini tarihte köklü bir damara nispet etmesi özgür bireyin cemaatine daha fazla bağlanmasına ve hevesle tutunmasına vesile olacaktır.
B. Birey açısından
Bundan başka özgür birey açısından da durumu değerlendirmek ve eleştirmek gerekir. O bu hususta, cemaatine karşı şu bir kaç meselede çatışma arz edecek davranışlarda bulunur:
Birincisi, aynı cemaatten olsun olmasın, çok fazla insanla tanışıyor ve onları takip ediyor olmasıdır. Böyle yapmakla güya kendi entelektüel başarısını ispatlamış, her tarafta tanındığını - arandığını göstermiş olur. O sanki kimsenin malı değildir; kendini ümmetçi olarak ifadelendirir lakin hiçbir ümmetin tam olarak bir parçası olamaz ya da daha doğrusu olmaz! Bir tür fikir Don Juvan'ı (4) sayabileceğimiz bu tip bir gezgin için cemaatler mutlak bir araçtır; güven vermezler ve bağımlılığından kesinlikle uzak durulması gerekir. Köklü ve planlı bir biçimde gerçekleşecek (en azından umut edilen) toplumsal bir değişime inanan, her türlü sorumluluğu yeri geldiğinde almaktan çekinmeyen bir mücahid ile, türlü türlü düşüncelerle yatıp kalkan bir Don Juvan'ın çatışacağı çok nokta vardır. Aynı şekilde, İslamî bir hareketin ve klasik bir tarikatın bünyesinde böylesine bir düşünce ile tutunabilmek gerçekçi görünmemektedir...
İkincisi, özgür bireyin fevri takılmaları, kendine fazlasıyla yettiğini düşünmesi ve kendi içtihadını kendi yaparak bir takım kararlar almaya cüret etmesidir. Burada kerih görülen nokta, istişareden uzak durmaktır. Örneğin önceleri cemaatlerde cep telefonunu dahi almak için izin istenilebilirken şimdileri evlenmek için bile bir danışıklıklığa gidilmemesi, özgürlükçü anlayışın zamanla toplumda ne derece yer ettiğinin en açık bir göstergesi olsa gerek.
Cemaat ya bu hususta bireyin güvenini kazanmamış yahut birey özgür takılma hevesi ile hareket etme ve “yaşam alanını kendim belirlerim” düşüncesinde ısrarcı olmuştur. Neticede zaman zaman hoş karşılanılamayan çatışmalar ve tartışmalar vücut bulmuştur. Bireyin adaba uygun bir biçimde cemaatine danışması, ona güven beslemesi, doğru seçimlerde bulunabilmek için liderinin sözüne itibar etmesi gerektiğini bilmesi, bu çatışmayı ortadan kaldıracak yegâne etkendir.
Burada bir tek STK’ların beklentisi fazla değildir; zira onlar açısından bireylerin kontrol edilmeleri ve farklı tercihlerde bulunuyor olmaları pek de rahatsızlık vermez. Onların nazarında birincil kriter, bireyin üyeliğidir; onun sorumluluğuna halel getirmeyen her şey mübahtır. Ancak diğer iki sınıf açısından birey ve müridin hangi okulda ne kadar duracağı, hangi iş türünü seçeceği, ne vakit bir yuva kuracağı gibi başlıklar cemaatin eğitimi ve hedefleri açısından önem arz eder. Birey bu noktada cemaatiyle karşılıklı danışıklık yolunu tutmalıdır.
Üçüncüsü aşırı bir eleştirel yaklaşım göstermektir. Hak ettiğinin de üzerine çıkmak yahut bazen uygunsuz ortamlarda dahi cemaati eleştirmek gibi tavırlar göstermesiyle birey esasta psikolojik olarak kendi özgürlük hissini tatmin eder. Böyle yapmakla sanki “ben dışarıdayım, siz içerdesiniz ve bu işi beceremeyen sizsiniz, ben değilim!” demektedir. Eleştirinin dozu yükseldikçe çatışmanın alevi de büyür; böylece bireyin ayrılık zamanı tez gelir. Oysa eleştirideki edep iyicene kavranılmadan hareket edilmemelidir. Bir vakayı yahut oluşumu eleştirmek demek, salt kötülemek ile eş manada değildir. Eleştirmek demek, yapıcı unsurlar katmak, kendini dâhil ederek üretmeye ve çözüme yönelik konuşmak, belki itiraz getirmek demektir.
Burada bireyin gururu ve nefsinin handikapları çoğu kez gerçeği görmesine zarar verir. Bazen dile getirmese de yapılan icraatları beğenmezlik (ya da yetersiz görme; oysa kendi de başaracak değildir) yolunu tutar. Akl-ı selim sahipleri böylesi bir hareketten kaçınırlar. Hem cemaat açısından da bilinmelidir ki; olayın rengi fazla koyulaşmadan güzel sözlerle ikna yolunu tutmak İslam'ın önerdiği tek çıkar yoldur.
Dördüncüsü takvanın küçümsenmesi ve günahlara fazla dalmaktır. Bireyin -serbestliği oranında- boş vakitlerini kontrolsüzce dışarının cahiliyye kültürüne teslim etmesiyle başlayan bir süreçte, cemaatin öz bünyesinden koptuğu ve yavaş yavaş nasihatlerden uzaklaştığı görülür. Bir süre sonra ilahî emirleri dahi hafife alan bireyin, cemaat ile bağlantısı artık sadece “öylesine” derecesine düşer. Nihayet cemaatin bazı istek ve öngörüleri, bireyin iç âleminde hiçbir yankı uyandırmaz, çünkü kendini İslamî olgunluk açısından artık ehil hissetmez. Bu da onu daha fazla bir özgürlük arayışına, daha fazla cemaatten kaçınmaya iteler... Ne ki cemaat onu hayır işlemeye ve Allah'a yaklaşmaya davet ediyordur. Bireyin bu hale düştüğü vakit gözeteceği tek bir şey vardır: Daha fazla cemaate sokulmak...
Beşincisi meraksızlık, takipsizlik türünden bir boş vermişlik haline bürünmektir. Cemaati dışarıda çeşitli programlar yaparken, pek çok ilan ile tebliğde bulunurken, bireyin, bunu yerinde değerlendirmeyip ille de ismen çağrılmayı yahut görev verilmesini beklemesi bir misaldir. Bazen cemaatin gücü yetmez ve kollarının uzanacağı bilgilendirme mekanizması yetersiz kalır. Bunun gibi durumları özgür takılan birey çok fazla fark etmez; o ister ki kendisinin ayağına gidilsin... Burs verecekse bile detay bilgileri ile bizzat kendisine başvurulmalıdır, fazlasına tenezzül buyurmayı çok görür! Hâlbuki günümüz coğrafyasında yardım edilmek istenilip de sizi geri çevirecek tek bir kurum ve cemaat yoktur. Yine, haftanın bir günü mutlaka bir sohbeti ve programı olmayan bir cemaatin mevcut olmadığı söylenemez. Birey yeter ki merak etsin, arasın, ilgilensin, cemaatine başka nasıl katılabileceğini - destek çıkabileceğini keşfetsin. Sormadan sorulmayı bekleyen bir zihniyet ancak serbest takılan bir ahlakın neticesidir. Bundan sebep bireyin -sağlığı ve imkânı nispetinde- cemaatini iyi takip edebiliyor olması gereklidir.
7. Özgürlükler açısından bakınca, vasfı İslam olan bireylerin cemaat ile iki farklı küme oluşturduğunu görürüz:
Birincisinde, büyük küme cemaattir ve birey (mürid) onun içinde yer alır. Aynı içerikte -bireyle aynı düzeyde- çeşitli mahsul örnekleri de bulunur. Bu modellemede birey, cemaat açısından ona tabi ve kendi vakit sahasını ona göre tanzim etmiş durumdadır. Bireyin kümesi cemaat kümesi içinde küçük bir alan kapsar. O böyle yapar çünkü bilir ki, kendisini teslim ettiği şey ona gerçekte hayat kazandıran şeydir. Cemaatte rahmeti görmüş, fikrini ve itikadını onda bulmuş ve dahası onunla mutmain olmuştur. Bu hususta başına buyruk takılma ve özgür olma güdüsünü ıslah etmiştir. Ortaya bir mahsul koymada hiçbir üşenmeye gitmez ve cemaat kümesini istitaatı nispetinde doldurmaya bakar...
Diğer küme modellemesi ise bireyin büyük ve asıl, cemaatin onun içinde ve küçük bir yer kapsadığı durumdur. Buna göre birey cemaatten değil, cemaat bireydendir. Birey hizmet alanını kendi belirler, istemezse kümeyi daha da küçültür. Fedakârlık yahut narsist duygulardan arınma, böylesi bir birey için bir anlam ifade etmez. Cemaat kümesinin içinde kalan mahsuller, bireyin nefsine göre öne çıkartılır. Bireyin kümesindeki “aile”, “kişisel ihtiyaçlar”, “eğlence”, “ev işleri” ve “dinlenme” gibi hallere ayrılacak vakit, çoğu kez cemaat kümesinin içindeki mahsullere ayrılacak vakitten kat be kat üste çıkar. Zira cemaat bireyi kuşatamamış ve onun için gereken ölçülerde bir cazibelik oluşturamamıştır. Bunun sonucu bireyin özgürlük kaçamağı ağır basmıştır. Hem şeytanın bu yöndeki telkinlerini de unutmamak lazım.
8.
Bizce cemaatten ve genel İslamî vazifelerden bağımsız / özgür takılma hissi, her türlüsüyle bir tehlike arz eder; en azı mekruhtur. Hem İslam davasına hem de bireye yönelik çeşitli zarar verici, istenmeyen sonuçlar doğurur. Bu hususta Müslüman bireylerin kendi iç âlemlerinde yaşadıkları sorunların üzerine gitmesi ve nefsini terbiyeye mecbur kılması gerekir. Cemaati ile birlikteliği süresince bunu başarması mümkün olacakken hevasına kapılıp hak bir davadan uzak kalması doğru olmayacaktır.
Bireyin doğru kabul edip de cemaatin değerleri ile çatışan meselelerde ise birey önce, kendi bağımsızlığını kendine onaylatmalıdır: Bir iş düşündüğünde onun hak olduğunu önce kendine ispat edebilmeli; tasvip görmeyen bir ameli yapmayı seviyorsa da bunu önce kendi takva anlayışında doğru bir konuma oturtabilmelidir. Böyle yapmakla cemaatin itirazlarından utanarak kaçması ve başkasının bilmediği gizli işler çeviriyormuşçasına bir takım şizofrenik hallere (ikili ruh hali) bürünmesine de gerek kalmayacaktır.
Mesela Müslüman birey eğer müzik dinlemeyi seviyor, kendi bundan vazgeçecek gibi değilken cemaati de buna şiddetle karşı çıkıyor ve onun özgürlük sahasını daraltıyor ise bireyin burada dik bir duruş göstererek müzik dinlemeyi “hak bir delil”sunması şarttır. Değilse müzik dinlemeyi zaten terk etmelidir; zira hak bir delil olmaksızın Müslümanların malayaniden kaçınması sünnette defalarca tavsiye edilmiştir. Benzer şekilde giyim-kuşam, film tutkunluğu, dünyevî işlere fazlaca vakit ayırma, gereğinden çok uyuma, yemeği çok yeme vb. örneklerde de tavır aynı olmalıdır. Sathi ve sahih bir duruşu birey kendi içinde -kendini tatmin edecek bir şekilde- sergileyemeyecek olursa ömrü süresince elbette ki cemaatinden kopuk olacak ve Allah’a layıkıyla takvayı da bir türlü sağlayamayacaktır.
9.
Öyleyse artık Müslümanların cemaatleri ile çatışmaya gitmeden kendilerini Allah (cc) yolunda en iyi savunabilecekleri bir davaya tutunmaları gerekiyor. Kulun bir cemaat olabilmesi, cemaatin gücü ile Hakka varmaya çabalamasıdır. Bugün tek başına özgür bir birey olmak modasına ancak modernist zihniyete sahip ideolojiler destek veriyor; İslam'ın emrettiği ise kendi içersinde bir sadakat taşıyan ve yolu müstakîm olan bir topluluğun bünyesinde çalışmak, cehd ile fedakarlıkta bulunmaktır. Adı ve ilkeleri İslam üzere olan bir cemaatte gerçek kurtuluşu yakalayabilmektir. Rabbu’l-Âlemin şöyle buyuruyor:
“Ey o bütün iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun, hakkı ile müttaki olun (hakka tukâtihî) ve herhalde Müslüman olarak can verin. Topunuz Allah'ın ipine (dininin emirlerine) sımsıkı tutunun, birbirinizden ayrılmayın ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Sizler birbirinize düşmanlar iken O, sizin kalplerinizin arasında ülfet (sevgi bağı) husule getirip yanaştırdı da nimeti sayesinde uyanıp kardeş oldunuz. Hem sizler ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da O tuttu, sizi ondan (bu yanlış yoldan) kurtardı. Şimdi böyle size ayetlerini beyan ediyor ki Allah’a doğru gidebilesiniz. ” (Âl-i İmran: 102-103)
Dipnotlar:
(1): Menşei (çıkış yeri) itibariyle her iki kelime de Arapça'daki "cem" masdarından (fiil kökünden) gelir; bunun manası "toplama, bir araya getirme"dir. Kur'an'da bizim ele aldığımız şeklini kapsayan ve daha geniş manaları ihtiva eden "ümmet" kavramı kullanılır. [Bkl. Bakara: 134, Âl-i İmran: 110, Nisa: 41, En’am:38, vd.] Bizim iki kelimeyi birbirinden ayırmamızın ve ümmet yerine cemaat kavramını kullanmamızın sebebi ise salt örfün pratiğine dayanmamızdan ötürüdür.
(2): Bu sonuncusunun (STK) ismi içersinde “hareket” kelimesinin geçmesi onun vasfını değiştirmez. Burada temel aldığımız kriter, cemaatin teşkilat yapılanması ve bağlı kaldığı tüzüğüdür. Nitekim hiçbir İslamî hareket mensubu bir cemaatin, devlet ile yasal ilişki ağları oluşturduğu yahut mevcudiyetine razı kaldığı düşünülemez. Bu, en azından bizim tanım aralığımızla tenakuz arz edecektir.
(3): Kurumsal anlamda ilk tarikat yapılanması hicrî 6. yy.da görülmektedir. Abdulkadir Geylanî (öl.h. 562) ile başlayan süreçte sufizm geleneği -hurufîlerin taşkınlıkları, siyasî boşluk ve Moğol Saldırıları dönemi boyunca halkın bir kurtuluş olarak baktığı- önceleri mahallî oluşum gösteren tekkeyi genişleterek, ilerleyen yıllarda çok daha uzak coğrafyalara taşınabilen “tarikat” namımdaki bir yapılanmaya gitmiştir. Ahmet Rifaî (öl.h. 578), Bektaşî (öl.h. 669), Mevlanâ (öl.h. 672), Halvetî (öl.h. 750) ve Nakşibendî (öl.h. 791) yine bu dönemde zuhur etmişlerdir.
(4): İlk defa 17. yy. İspanyol edebiyatında ismi geçen Don Juan, günümüze değin defalarca öykü ve filmlere konu olan hayali bir karakterdir. Mizaç olarak; zevk sürmek pahasına çeşitli bayanlarla tanışan ve kendisini sevgili gibi göstererek onları kandıran, sonra da pişmanlık duymadan onları terk eden bir ahlaksızdır. Çoğu kez arkasında kırık kalpler, kızgın koca ve babalar bırakır… Sosyolog Cemil Meriç, kitaplarında zaman zaman bu ismi bizim kullandığımız terkipte kullanmıştır.