Hapisane Tarihi - rahle.org

Hapisane Tarihi - rahle.org

Hapisane Tarihi


Facebookta Paylaş
Tweetle

Faruk SALİM

 

İlk hapishâne yaptıran Hz. Ali'dir (ra). Hz. Peygamber (sav) ve Hz. Ebû Bekir (ra) devrinde hapishâne yoktu. O zaman insanlar mescidde veya bir dehlizde hapsediliyorlardı. Hatta Hz. Ömer (ra) Mekke'de dört bin dirheme bir ev satın aldı ve bunu hapishane olarak kullandı. Hz. Ali (ra) önce "Nâfi" adını verdiği, kamıştan bir hapishâne yaptırmış; fakat suçlular kaçtığı için, daha muhkem olarak "Mehis" cezâevini inşâ ettirmiştir.

Bir zengin; karısına mehrini veya nafakasını vermezse, bu sebeble (vermesi için) hapsedilir. İslâm fıkhında hapis; başlı-başına bir cezâ değil, hakların iâdesi için bir vâsıtadır. İmkânı olduğu halde; başkasına aid bir hakkı ödemeyen kimse, bu sebeble tutuklanır. İçerde kalma süresi; imkânının olup olmadığını tesbit etmekle sınırlıdır. Bu süre; bir aydan, altı aya kadar olabilir. Essah olan kavle göre; şahısların durumuna vâkıf olan kadı'nın (hâkimin) süreyi tâyin etmesidir. Zira borcunu ancak kazanç elde ederek ödeyebilir. Bunun hapishanede gerçekleşmesi ise mümkün değildir. Şurası da unutulmamalıdır ki; bir kimsenin borcundan dolayı hapsedilmesi, alacaklı durumunda olan Müslümanların talebine dayanan bir hâdisedir. Fakat alacak ve borç hususunda mü'minlerin nasıl hareket etmeleri gerektiği Sünnet’te tavsiye edilmiştir. Bilindiği gibi zekât verilecek sınıflardan birisi de; borçlulardır!.. Hatta Fûkaha'dan bazıları; borçluya zekât verilmesinin; fakir ve miskine verilmesinden daha evlâ olduğuna hükmetmişlerdir. Resulullah'ın (sav) döneminde, Hz. Ali'nin (ra) hilâfetine kadar; İslâm toplumunda hapishâne ihtiyacının olmaması da, önemli bir hadisedir.

Hapishane tamamen modern bir kurumdur. 1700’lerin sonuna dek ne dünyanın hiçbir yerinde hapishane var, ne de Osmanlı’da. Çünkü “mahbes” ile “hapishane” farklı şeyler. Mahbes, hapis fiilinin mekanıdır ve herhangi bir yer olabilir. Bir kule, bir kale, bir kuyu, bir zindan. Yani müstahkem, adamı zaptedeceğin herhangi bir yer. Ayrıca, hapis cezası gerek İslam hukukunda, gerek Batı hukukunda 18. yüzyılın sonuna kadar çok marjinal bir ceza. Genel olarak hapis, ceza değil; insanın asıl cezayı alana kadar tutulması işlemi. Bu yer de hapishane olmuyor. Bizde tersanedir, kaledir, zindandır mesela. İngiltere’de, Almanya’da da aynı şekilde.

İslam hukukunda ağırlıklı olarak bedene yönelik cezalar teşhir edilerek uygulanmıştır.cezanın teşhir edilmesi ibret için gereklidir. Modernite ibret almayı adeta öcü görmüştür. Islah evleri ve hapishaneler profesyonel suç üretme mekanizmalarına dönüşmüştür.

Hapishanenin ilk çıktığı yer Amerika Birleşik Devletleri .1774’de Hürriyet diye beyanname ilan edilip, devlet kuruluyor, kısa bir süre sonra meşhur Pensilvanya’da hapishaneler açılıyor. İki model var. Açıldıkları yerlere nispetle biri Auburn denilen model, öbürü Philedelphia modeli. Bunu kuranlar kim? Bir, burjuva hayır cemiyetleri. İki, Quakerlar denilen meşhur Protestan Hıristiyan grup. Tabii daha önce hümanist filozof Beccaria’nın Suç ve Ceza gibi yazıları var; bedene karşı cezaların gayri insani olduğunu ileri sürüp, cezayı insanileştirip rasyonalize edelim diyor bu. Tamamıyla bir aydınlanma projesi.Amerika’da Pensilvanya bölgesi de zaten aynı zamanda Amerikan aydınlanmacılığının merkezidir. Hümanizm, rasyonalizm, insan hakları… insani bir ceza oluşturalım deniyor.

 Aslında hapishanenin İngilizcesi “penitentiary”dir, kökeni “peni-tence”dır, bu da tövbe demektir. Hatta Redhouse İngilizce-Türkçe lügatinde bunu “nedamete mahsus hapishane” diye çevirmiş. Bunun kökeni ne? Manastır. Aslında modernitenin birçok kurumu, Hıristyan Katolik kurumlarının sekülerleştirilmiş halidir.

Filozof Gilles Deleuze bunlara kapatma ve kuşatma kurumları diyor. Ne bunlar? Kışla, fabrika, hapishane, hastane, tımarhane, daha sonra da huzurevleri, darülacezeler . İnsanlar bu kurumlara kapatılıyor ve dönüştürülüyor. Katolik Hıristiyan felsefesi: Dünya, baştan çıkarıcıdır, günaha sevk eder, dolayısıyla bizim tekemmül etmemiz için vicdanımızla baş başa kalacağımız bir tecride ihtiyacımız vardır, diyor. Böyle bir tecrit fikri, İslam düşüncesinde yok. İslam, tabiata baştan çıkarıcı bir yer olarak bakmıyor. Tabiata, dışarıdaki hayata meşru bakıyor. Katoliklik ise buna meşru bakmıyor. Modernliğin, aydınlanmanın iki şeyi ikame ettiğini söyleyebiliriz: İsa Mesih’i ve kiliseyi. Kilisenin yerine devlet, İsa’nın yerine insan konuyor. Bu, Nietzsche’nin üst-insanına kadar gidecek bir hikaye. İnsanın bir nevi tanrılaşması. aydınlanma düşüncesi bir seküler teolojidir.

Hapishanenin mucitleri Protestan ve şöyle bir fikirleri var: Biz eğer suçluları alıp tek başına hapsedersek, suçlu vicdanıyla baş başa kalır ve bu süreç sonunda buradan normal bir vatandaş olarak çıkar. Bunun için de iki model var. Birinde, Philedelphia modelinde, gece gündüz tecrit var. Auburn modelinde ise mahkumlar gündüz beraber çalışıyorlar ama sessizlik esas, hiç konuşma yok; gece hücrelerine gidiyorlar yine. Şapel’e, ibadethaneye gittiklerinde bile, tek tek kabinlere kafalarını sokup dinliyorlar.

Hapis cezası aslında aydınlanma iktidarının kendisinin bir şekilde terbiye edici mevkiye yerleştirmesi; kendisini önce kilisenin, sonra Tanrının yerine koyup insanları dönüştürme misyonunu üstlenmesinin ifadesi. Bu dönüşme de artık dünyevi amaçlar içindir. Yani itaat, uyum, sadakat yaratmak amaçlı. Ama başlangıçta Hıristiyan motifli bir seküler proje olarak ortaya çıkıyor. 18. yy sonunda mahbesleri düzenlemek için, Şerif Howard’ın öncülüğünde kanunlar çıkıyor İngiltere’de ve Pentonvile denilen bir hapishane yapılıyor. Bu hapishane de tıpkı ABD’dekiler gibi. İngiltere’de o zaman kadar bedene ceza var, gemilerde hapis var ya da Avustralya’ya gönderme var. Avustralya hikayesi de 19. yy sonlarına kadar kullanılacak. Avustralya bir hapishane adası. Kadim kültürlerde esas ceza sürgün ya da bedene ceza. Aslında insanların dünyayı mutlak mahbes olarak gördükleri bir yerde, bir de dünya üzerinde hapishane yapmak gibi bir fikirleri yok. İnsanın dünyaya gelişi zaten bir ceza, menfa, dünya bir sürgün yeri. Dolayısıyla iktidarda bulunanlar ceza olarak sürgünü veriyor. Veya Osmanlı gibi kalebentliği veriyor. Bir kaleye gidiyorsun, kale içinde yaşıyorsun. Ama bu sıkı bir tecrit değil; bir tür nezaret gibi.

Batı’nın önerisi, dayatmasıyla. 1839’daki Tanzimat Fermanında Osmanlı devleti şu sözü verdi: Ceza infaz sistemimizi eşitlikçi hale getireceğiz, herkes kanun önünde eşit olacak, gayrimüslimler de. Daha sonra 1856’daki Islahat fermanında bu, yazılı madde olarak yer aldı. Ben, diyor devlet, mahbeslerimi (daha hapishane kelimesi yok) ıslah edeceğim. Bunun arkasındaki adam da, İngiltere’nin Osmanlı’daki güçlü Büyükelçisi Sir Stanford Canning. Canning bu işi bizzat takip ediyor. Londra’daki arşivde belgesi var: 1850’nin Kasım ayında Osmanlı’daki tüm mahbesleri konsoloslara gezdirmiş, yapılması gereken düzenlemelerin listesini çıkarmış. Gayrimüslimlerin durumu çok kötü, bu böyle gitmez diyor… Mesela kaloriferli bir hapishaneden söz ediyor. Ama daha henüz hücre tipi hapishaneler gündemde değil Osmanlı için önerisinde, çünkü bu bir akçe işi. Hücreli hapishane pahalı. Bugün bile öyle. İşte, F-tipi meselesi. Aslında bizimkilerin bugün F-tipi dediği, reform dediği şey tamamıyla yine -her konuda olduğu gibi- uluslararası kavramı mahallileştirilip ortaya sürmek. Kimse penitentiary demiyor buna, ama bal gibi o. Bizde bugün F-tipi diye ortaya sürülen, 18. yy sonunda Amerika’da, İngiltere’de yapılan şey. Ve bu model 1880lere gelindiğinde Avrupa’da terk ediliyor. Niçin? Zira bakılıyor ki bu şekilde hücreye alınan insanlar sonunda ya akıl hastası oluyorlar, ya da çıkınca yine suç işliyorlar.

Osmanlı halkı, aydını hapishaneye nasıl bakıyor?

Bizde, Cumhuriyetin başlangıcına kadar hapishanenin nazari yanına ilişkin yazılmış tek bir şey bulamadım. Muhalif olarak da yok, lehine de yok. Hapishane nedir, diye sorulmamış.Çünkü Osmanlı Batı karşısında fiilen böyle tavizler verip, değişikliklere gitse de, -şeri hukukun önemli bir yer tuttuğu- dünyaya bakışını değiştirmiyor. Bir sıra savma oluyor yaptıkları. Osmanlı hapishane meselesi tamamıyla bir inşaat faaliyeti.

Reformun ilk başlangıcından 1878’e kadar hemen hemen imparatorluğun her yerinde hapishaneler yapılıyor. Bunlar, görseniz gülünecek yerler. İki katlı, genelde kargir, taş binalar. Ama ne ciddi bir ısınma, ne de iaşe sistemi var. Ne de temizliklerine çok dikkat ediliyor, İçi de, sen ceza kanuna abuk sabuk her suça hapis cezası koyduğun için, birden mahpus sayısı artınca, dolup taşıyor. Binalar yeterli olmuyor. Zaten sıra savmak için yapılıyor. Ama 1878’den, Berlin Kongresinden sonra Osmanlı’da siyasi suçlu sayısı artıyor. Bunlar artık Namık Kemal gibi kalem ehli değil, özellikle Ermeniler. 1878’den 1902’ye kadar daha ziyade Ermeniler, çünkü Doğu Anadolu’da Ermeni hareketleri başlıyor; sonra Makedonlar, Bulgarlar vs. İşte o zaman, hapishane Osmanlı’nın işine yaramaya başlıyor! Bunları idam da edemiyorsun artık. Özellikle Abdülhamid döneminde idam yok gibidir. Ya iki, ya üç tane idam vakası vardır. O da küçük çocuğu iğfal falan gibi suçlara. Dolayısıyla Osmanlı Avrupa’ya diyor ki, işte ben hapis cezası veriyorum. Ama bu defa da, o güne kadar hapishane yapın diyen Batılılar, hapishanenin kullanılmasına yönelik eleştirilere başlıyor. Durumu kötü, çok adamı hapsediyorsunuz filan. Aslında bu bir siyasi oyun.

 Bedene verilen ceza, insanın zihnini ele geçirmeye çalışan bir ceza değil.

Hapishane, okul, fabrika…

Michel Foucault, Nietzscheci ve Heideggerci bir anti-hümanist olarak, hapishanenin tarihini yazan, arkeolojisini yapan bir düşünür olarak şunu tespit ediyor: Eğer biz bir kurumun kuruluş efsanesini, kuruluş mitini hatırlamazsak, bir süre sonra bu kurum sanki ezeli-ebedi gibi gelemeye başlar bize ve tartışılmaz hale gelir. Bugün Türkiye’de hapis cezasının meşruiyetini tartışan kimse yok, F-tipinin meşruiyetini tartışan bile çok az. Aynı şey okul, fabrika, yani diğer modern kurumlar için de geçerli. Türkiye’de bugün maarifin okul açmasını çok az kişi tartışıyor. Ama sonuçta bizim şu soruyu sormamız lazım: 1840’dan önce zorunlu eğitim, askerlik, hapishane yok. Bu toplum, 150 yıl önce bu kurumları tanımıyordu. Bunların alternatiflerini talep etmek, bu toplumun en doğal hakkıdır.

Osmanlı, örfi hukuku en fazla genişleten İslam devletidir

Osmanlı hukukunu ikiye ayırmak lazım: Şeri hukuk ve örfi hukuk. Şeri hukuka göre birini cezalandırmak çok zordur, çünkü çok ciddi deliller gerekir. Berat-ı zimmet esastır. Suçu ispatlanana kadar masumdur. Oysa örfi kanunda tersi geçerlidir. Suçsuz olduğunu ispat edene kadar, suçlusundur. Hele sabıkalıysan veya iyi tanınmıyorsan! İslam’da devlet hukuku yok, amme hukuku var. Mesela yol kesenlere ne ceza verilecek belli, ama çok genel birkaç şey dışında devlet hukuku yok. Devlete, kendi güvenliğini sağlama alanı bırakılmamış. Osmanlı, bu boşluğu doldurmak için örfi hukuku, sultani hukuku en fazla genişleten İslam devleti. Zaten daha önce verilen mahbes, kalebentlik cezaları da bu tür suçlara veriliyor.

Osmanlı Hapishanesi insanilikten kurtulamadı!

Osmanlı’da 1840lardan itibaren hapishaneler yapılıyor, ama İstanbul’daki ilk numune hapishane, 1870’de inşa ediliyor. Sultan Ahmet’te. Namık Kemal hapishanenin camından baktığında, Sultan Ahmet camiinden çıkan padişahı görebiliyor. 1870’de bugünkü Sultan Ahmet meydanı yeniden tertip ediliyor ve adına Millet Meydanı deniyor. Arka tarafında da millet hapsediliyor! Bu hapishane 3 gün boyunca yabancı sefirlerin ve halkın ziyaretine açılıyor. 2001’de F-tipilerin gezdirilmesi gibi. Osmanlı vakanüvisi Ahmet Lütfi Efendi, kendisi ulemadandı ve bürokrat mantığını tam anlamıyordu, diyor ki “İstanbul’un göbeğine hapishane yaptılar, bir de ne kadar güzel bir yer diye gezdiriyorlar!” Milleti iyice suça teşvik eder gibi… Numune hapishanenin ağırladıklarından biri de Namık Kemal ama burası bir süre sonra avam hapishanesine dönüyor. Bizde suç ağırlıklı olarak adama karşı, cana karşı fiilerdir; mal suçları çok azdır. Mala karşı fiiler kapitalist toplumlarda çoktur. Aynı tarihlerde Avrupa’da ağırlıklı suç cinsi, “tehlikeli sınıflar” denilen aşağı sınıfların depoları, fabrikaları yağmalamaları… Bizim gibi zirai toplumlarda ise adam öldürme, yaralama ağırlıkta. Şunu biliyoruz. 6 ay içinde bu numune hapishanesi hem doluyor, hem de insanların içinde cirit attığı bir yer oluyor. Mahkumlar kapının önüne nargile atıyor, atölyelerinde çalışma filan da hak getire. Osmanlı ile Batı’nın farkı şu: Görünüşte Batı hapishanesi, hücre tipiyle, mükemmeldir. Oysa, Osmanlı’dan çok daha sert ve gayri insanidirler. Bizim bu çabucak dönüşen hapishane daha insani. Gelin görün ki Batı sürekli olarak Osmanlı hapishanelerinin durumu kötü, deyip duruyor.

Türkler tefekküre dayalı hayat ister

Okullarda teneffüs deriz biz, Avrupalının break (ara) veya pause’si (durak) yerine. Bu da aslında Türklerin, o kapalı yerden ne kadar sıkıldığını gösteriyor; çıkıp bir nefes alıyoruz. Deutsche Bank’ın burada bir temsilcisi var, Osmanlı’nın İktisadi Zenginlikleri diye bir de kitap yazmıştır, 1900lerin başında şöyle diyor: “Müslümanlar fabrikalarda (o da orta ölçekli atölyeler aslında) çalışmak istemiyor, genelde gayri Müslimleri kullanıyorlar; Türkler ara sıra gökyüzüne bakmak, seyretmek istiyorlar; çünkü tefekküre dayalı bir hayatı tercih ediyorlar.” Bu aslında şu demek: Osmanlı hapishaneleri hiçbir zaman adam gibi hapishane olmadı, çünkü hapishanenin dışında da tam bir esaret hayatı yoktu. Çünkü hapishane bir simulakra, bir kaime’dir. Bir şeyi ikame eder. Neyi? Dışarıda hürriyet olmadığını gizlemek için bir hapishane yaparsın ve dışarıdakiler oraya bakarak derler ki “Biz hürüz”.

Hapishane reformu, dışarıyı da esir yapmak demek!

1840’larda buraya meşhur bir İngiliz iktisatçısı, Nassau Wiilam Senior (1790-1864) geliyor. Tersane zindanına götürüyorlar bunu. Bir bakıyor ki adamlar güneşin altında sere serpe yatıyorlar. Diyor ki “Aslına bakarsanız Osmanlı hapishanesindeki, zindanındaki insanlar çok daha hürler.” Çünkü İngiltere’deki hapishanelerde köle gibi çalışmak zorundasın, boş duramazsın. Halbuki burası tabii, hür bir yer. Osmanlı’da hapishane reformu yapmak, dışariyi da esir hale getiren bir sistemi kurmak demek.

Mahpushane mi, hapishane mi?

Bizim hayatımızda mahalle vardı, o nedenle gerek Osmanlı, gerek Cumhuriyet hapishanelerinde koğuş ve ağa sistemi oldu. Hapishanenin açılmasından kısa süre sonra İstanbul’da, 1871’de içerdekilerin verdiği bir dilekçe var. Altında “mahpushane-i umumi içinde bulunanlar” deniliyor. Normal tabir “hapishane-i umumi”dir ama içerden bakıldığını gösteriyor bu. İçerden bakanlara göre, o bir mahpushane. Kendilerini merkeze koyuyorlar.

Hürriyet dediler, hapishaneleri doldurdular

İttihatçılar Hürriyet diye geliyorlar ama hapishaneler doluyor. Bekirağa bölüğünden, Sinop hapishanesine kadar… Abdülhamid’in 33 sene iktidarından daha çok kimse hapsediliyor. İttihatçılar, hızlarını alamıyorlar, İstanbul’daki köpekleri de toplayıp Hayırsız Ada’ya gönderiyorlar. Bu bir şekilde sterilizasyon gayreti tabii. Ne kadar Batılı, ne kadar modern olursa kafa, Türkiye’deki insanların hayatı o kadar zorlaşıyor.

Önce hapishane yaptırdılar, sonra niye kullanıyorsun dediler

Önce bize hapishane yaptırdılar, hapishaneyi kendi amaçlarımız için kullanmaya başlayınca da içine karışmaya başladılar. Fakat hapishanede kime karıştıkları anlamlı. 19 yy’da Ermenilere, 20. yy başında Bulgarlara, Makedonlara karıştılar, şimdi de daha ziyade ekrada karışıyorlar. Sıradan suçluyla ilgili değiller.

F-tipi hayatın, F-tipi hapishanesi olur

F-tipi gibi hücre tipi bir hapishanenin bu toplumda bugüne kadar karşılığı yoktu. Fakat şu an biz artık apartmanlarda, infiradi bir hayat yaşıyoruz, sınıfsal farklılık arttı. Dolayısıyla biz artık sokaktaki adamın, gaspçının, gasıbın, hücrede hapsedilmesine hazırlandık. Televizyon ve gazete vasıtasıyla da. Şu an Hürriyet’in üçüncü sayfa, hatta iki haftadır birinci sayfasında sürekli, tipik bir orta sınıf gazetesi olarak, gasp haberleri var. 2001’deki F-tipi hapishane açma meselesi devletin kafasında 1893’te ve 1902’de vardı; belki parasızlıktan, belki de şartlar oluşmadığı için yapılmamıştı. Şu an yapılmasının nedeni ise Türkiye’de dışarıda da gözetlemenin, panopticon’un (“tümü görme”), kredi kartlarıyla, cep telefonuyla, kameralarla daha fazla kuruluyor olması. İkincisi, şehirleşmenin ve bireyleşmenin artması. Üçüncüsü, neo-merkantilist bir ekonominin hakim olması ve sınıf probleminin ciddi biçimde büyümüş olması. Batıda hapishane içinde her zaman iki şey olmuştur: Atölye ve kilise. İki ıslah aracı. Bunlar şimdi Türkiye’de de yaygınlaşıyor. Türkiye kapitalistleştikçe, sekülerleşiyor ve biraz da anakronik olarak, zamanını şaşırmış olarak, bazı kurumları benimsiyor. Ama bu sadece hapishanenin içinde değil, aynı zamanda dışında da oluyor.

Hapishane, şehrin aynasıdır

Tek kişilik hücre yapmak, zaten, şehirli olmayan toplumda mümkün değil. Hapishane hiçbir zaman hapishanenin dışından bağımsız bir yer değildir. Dışarıda bir kapitalist ekonomi varsa, ferdiyetçi bir hayat varsa, o zaman cezayı da hücre olarak verebilirsin. Ama insanlar dışarıda hala cemaat hayatı yaşıyorsa, bu adamı hücreye koydun mu ,kestirmeden kafayı yer. Nitekim, Avrupa’da bile yiyorlar.

 Eğitim ve Ceza modern devletin temel araçları

Hapishane tarihine bakınca, ben şöyle bir formül çıkartıyorum: Ne zaman devlet mali ve siyasi bir krize girse, üç alanda iş yapıyor. Önce askeri alanda bir reform, bir eğitim, bir ceza reformu. Eğitim ve ceza hukuku (hapishane) toplumu muti kılmak için modern devletin temel araçları. Osmanlı da hem krize girdiğinde Batıdan borç para almak için, hem de bir şekilde o kriz döneminde kitleyi denetim altında tutmak için bu iki alanda reform yapıyor.

Amerika, hapishane şampiyonu!

Amerika’da nüfusun %1’i hapishanelerde. Amerika hem hürriyetin şampiyonu, hem hapishane şampiyonu. Türkiye’de mahpus sayısı son aftan önce 70.000’di (%,0,1). Türkiye’de hep bu düzeydedir, Osmanlı döneminde de.

Hapishane, işçiye ikazdır

Hapishane iş gücü açısından Amerika’da ve İngiltere’de özellikle, sokaktaki işçiye bir ikazdır. Çünkü buralarda her zaman ciddi manada imalat yapılır ve bu hep dışarıdakinden daha ucuza mal edilir. Hapishane bir tür fabrika olur. Mahpuslar özel şirketlere kiralanır.

Türkiye, Avrupa’nın menfi aynasıdır

17. yy sonuna kadar Batı Osmanlı’yı idealize ediyor. Mahkemeleri çok hızlı, merkezi bir devlet var, kurumları çok güzel işliyor. Osmanlı, olumlu bir “öteki”. Ama Voltaire’le birlikte bu durum değişiyor, menfi bir öteki haline geliyor Osmanlı. Bugün AB’nin sorunu da o: Türkiye’yi içine alırsa, menfi öteki ortadan kalkacak, 200 yıllık aynası kırılacak. Buranın menfi bir ayna olarak kalması, sorun.

“Mehmet Ali Paşa sendromu”

Osmanlı’da bir Mehmet Ali Paşa sendromu vardı; “Eğer taşra kuvvetlerini güçlendirirsem, yarın öbür gün bunlar benim siyasi iktidarıma ortak olurlar”. Bu, Cumhuriyet döneminde de devam etti. Sivil alan, tüccar alan, burjuva alan gelişmiyor. O yüzden de devlet ne yapıyor? İçerideki unsurlarla paylaşmadığı iktidarı, dışarıdakilerle paylaşıyor. AB projesi de şu an buna doğru gidiyor.

Hapishaneler, esaretimizi gizliyor

Batı hapishanesi hürriyetin, Osmanlı hapishanesi ise reformun simülasyonudur. Reformun gerçek manada olmadığını gizlemek için yapılmış kaimelerdir. Bina var, ama içi öbürlerinin istediği gibi değil.

Hapishane, medeniyet sembolüydü

19. yy.’da hapishane, Avrupa dışındaki toplumlar için bir medeniyet sembolüdür. Medeni olmak için hapishaneniz olmalı, diyorlar. Medeni olmak niye önemli? Medeni değilseniz, işgal edilirsiniz!

Giyotin, tipik bir rasyonel cezadır. Öyle bir öldürme yöntemi bulalım ki, acı çektirmesin. Aydınlanmanın insaniliği bu: Giyotin ve hücre tipi hapishane.

İngiliz aydınlamacı, pragmacı filozofu Jeremy Bentham, Panopticon (“tümü gören”) kavramını ortaya attı. Dairesel, ortada bir gözetleyenin olduğu, etrafında da gözetlenecek hücrelerin olduğu bir yapı. Temel hedef şu: Mahpusu hücresindeyken de izleyeyim. Öyle bir ışıklandırma sistemi yapalım ki, mahpus bizi göremesin, biz mahpusu görelim. Bugünün cam giydirme binalarının mantığı bu. Dışardan gözükmeyen ama dışarıyı gören.

Aslında bu; mutlak, aşkın bir gözetleyen olarak Tanrı’nın yeryüzünde canlandırılışıdır. İkame ettikleri şey budur. Bu, mahremiyeti kaldıran sistem, sadece Batı hapishanesinin değil, iktidarının da modeli oldu. Foucault da bunun üzerinde durur.

Bugün aslında hapishaneyle, dar alanda başlayan gözetleme işi sokağa taşmış durumda. Dünya bir hapishane oluyor. Eskiden mutlak mahbes olarak görülen, yani insanın hudutlarının olduğu bir alan olan dünya, şu anda insanın insanı hapsettiği bir yere doğru gidiyor. Teknolojik bir hapishane oluyor dünya, dijital bir panopticon.

Bugün Singapur’da kamerasız sokak yok. ABD’nin, İngiltere’nin belli yerlerinde durum aynı. Türkiye’de de yavaş yavaş başlıyor. 1984 tipi TV dizileri de buna hizmet ediyor. İnsanları önce başkalarının hayatını gözetlemeye alıştırıyorlar, bu bir zevk yapılıyor. Reaya şu an çaresiz durumda. Ya manken, ya şarkıcı olacağım, ya da piyangodan parayı bulacağım diyor. Önce insanların tabii yolda maişetlerini kazanması engelleniyor. Arkadan insanlar, buna doğru itiliyorlar. Bir yandan zevkle, insanın içindeki röntgenci azdırılarak; öbür yandan korkuyla, yani bak işte benzinciyi soydular, kamera koyalım yakalayalım, yoksa bir gün gelir o suçlular seni de bulur hissi veriliyor.

Hiçbir sistem yoktur ki reayanın zımnen de olsa tasvibi olmadan uzun süre yaşasın. Tehlike bu. Türk ailesini bozması filan değil. İnsanların, başka mahremlere saygı duymaması ve bir süre sonra da hegemonik güç tarafından gözetlenecek olmasıdır.

Aslında, Türkiye’deki tesettür meselesi de temelde budur. İktidarın, mahremiyete karşı savaşıdır. Tesettür, kadına verilmiş bir mahremiyet hakkıdır. Oysa bugünkü kadın ne yapmak zorunda? Mahremiyetini ne kadar açarsa, o kadar yükselebiliyor. Kadın olsam, göbeğimi açmak zorundayım. Erkek olarak da zihnimi açıyorum. Onun için erkek öğrenci üniversiteye alınıyor. Kadın mahremiyeti, özellikle Türkiye’de, mahremiyetin son noktasıdır. Bunu kırdığın noktada, bu toplumun artık savunacak bir mahremiyet mevzii kalmaz.

Mutlak mahpuslar olacağız

Kredi kartıyla, Mernis projesiyle, cep telefonuyla, internetle gelen demokrasiyle birlikte, kırmayacağımız, aşkın, anonim bir iktidar da oluşuyor.

 

 

 

 

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ