Abdullah Eğilmez
Giriş
İnsanın hayatı bir özgürlük mücadelesidir. Zira özgürlük bir var olma ifadesidir, insanın var oluşu özgürlüğüne doğrudan bağlıdır. İnsan kimlik tanımını varoluşuna dayandırıyorsa, bu durumda özgürlüğünü de ifade etmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Özgürlük ile ne kastedilirse edilsin, kitabî tanımlardan hareket etmekde fayda var.
Özgürlük; “Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbesti. Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu, hürriyet” (1) olarak tanımlanır.
Düşünen, isteyen, irade etme yeteneğine sahip insanın, iradesine sınır istememesi kadar doğal bir şey de olamaz. Esasen insan fıtratı da bu şekildedir. (2)
Bu nedenle insanlık tarihi, insanın özgürlüğünü sınırlayan etmenlere karşı 'özgürlüğünü muhafaza etme tarihi' olarak görülmelidir. (3)
Ne var ki insanın irade ve kimlik ibrazı, bu talebin algılanabilir, değerlendirilir ve saygı duyulabilir olmasını gerektirir. Yani diğer insanların etki alanında olmasını gerektirir, ibrazı takdir edecek, ona bir kıymet atfedecek bir varlık olmazsa, ibrazın ne anlamı olabilir ki...
Özgürlüğün Sınırlandırılabilirliği
Diğer yandan gerek biyolojik ihtiyaç ve fıtrî özellikler, gerekse de güvenlik talebi insanın toplum formunda yaşamasını gerektirmektedir. Toplumda her biri ayrı var olan insanların özgürlük taleblerinin icrasında birbirlerinin alanına girilmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle "toplum sorumluluğu = özgürlüğün sınırlandırılması" anlaşılmaktadır.
Zira tekil özgürlüğün çoğul özgürlüğü kısıtlamaması ve ona zarar vermemesi gerekir. Keza ekonomi de, alış verişi ikame de ötekine bağımlılık gerektirir ve bu da özgürlüğü kısıtlar.
İnsanın önünde iki yol vardır: Ya tek başına ve diğer insanlardan uzakta, mesela bir adada, ama özgürce yaşayacaktır. Ne ki adanın sınırları özgürlüğünü yine sınırlandırmaktadır, yaşadığı ortamı kendisi için bile yaşanamaz hale getirme özgürlüğü, bir sonraki özgürlük taleplerinin karşılanamaması anlamına gelmektedir. Ya da diğer yolu seçecektir, özgürlüğünü sınırlandırarak diğer insanlarla yani toplumla yaşayacaktır.
Hemen bütün öğretilerin (özel anlamda da dinlerin) bir özgürlük tanımlaması ve buna göre bir özgürlük talebi vardır.
Özgürlükten Köleliğe Yol
Toplumların ve bir ideoloji çerçevesinde devletin oluşması ise genel anlamda özgürlüğü sınırlandırır. Ancak toplumun ve devletin inşaası ortak bir asabiyet duygusu / birlikteliği gerektirdiğinden (4), ötekini (5) tanımlamayı ve ötekine göre söz konusu asabiyet unsurunun âliyy (üstün, ayrıcalıklı) olmasını gerektirir. Öteki olmayan bir kimlik inşaasıdır söz konusu olan ve yukarıda da anlatıldığı gibi bir kimlik tanımlamak özgürlüğü de tanımlamayı gerektirir. Mesela Aydınlanmacılık ile beraber özgürlük, felsefî ve toplumsal bir ilke olarak formüle edilmeye çalışılmıştır. Modernizm, başlangıcından itibaren mutlak bir özgürlük talebi ve iddiası olarak ortaya konulmuştur.
İslam'ın çağrısındaki “kula kulluğa son verme” paradigmasında da aynı düzlemde bir izdüşümünden bahsetmek mümkündür.
Ne var ki başka ideoloji ve dinlere göre özgürlüğün tanımlanıyor olması modernizmde teorik karşılığını bulan mutlak özgürlük anlamını taşımaz. Bu modernizmde bile böyledir. Zira toplumu ve devleti oluşturan kurucu düşünce (İbn Haldun'a göre, asabiyet) tebaayı özgürleştirme sorumluluğunu üzerine alırken, eş zamanlı olarak mutlak itaat beklemektedir. Bu mutlak itaat, diğer
bir ifadeyle devlete ya da aşirete “kul olma” olarak ifade edilir. İrade kullanamayan -sınırlı iradeyi de irade kullanamama olarak kabul etmelidirinsan bir yönüyle köledir. Zira köle birinin emri altında bulunan, özgür olmayan kimsedir. Bu nedenle tebaa, sultanın kulu olarak değerlendirilir. (6) Hasılı yönetilen / tebaa ve hâkim olarak mülk üzerinde genel anlamda mutlak tasarruf yetkisi olan yöneticilerin / sultanların oluşturduğu yapıda insan genel anlamda köledir.
Allah'ın Kölesi: Kul
Arapça'da “tanrıya göre insan” anlamındaki kul kelimesinin karşılığı da, “özgürlüğü olmayan ve mülk olarak başka bir insanın emrinde yaşayan” anlamındaki köle kelimesinin karşılığı “abd” olduğu, yine Rabbe (Efendiye) yapılan özel bağlılık törenine / ritüeline ibadet dendiği hatırlanılmalıdır. O halde İslam'ın çağrısının “kula kulluğa son vererek (7) yalnız Allah'a kul olarak yücelme (8)” daveti olduğunu söylemek yerinde olur.
İmran'ın eşinin karnındakini Rabbine bir kul, bir abd olarak adayışında kullandığı “özgür olarak" (9) tabiri böyle bir anlamı ifade eder. Diğer yandan insanın yeryüzünde halife yapılması (10), ona yetki ve sorumluluk yani yönetici (11) vasfının da verilmesi anlamına gelmektedir. Böylece insan bir beşerî sultan karşısında sindirilmiş ve kimliksizleştirilmiş köle zihin altı yerine, reayasını (12) kontrol eden bir yönetici gibi, ancak sorgulanamaz bir sultan şeklinde değil, sorumluluk sahibi bir çoban gibi donatılmaktadır. Onun için belki İslam tarihinde toplumun yöneticilerine sultan değil “Halifet’ül-Rasulullah” ya da “Emir’ül-Müminun” denmiştir. Her halükârda İslam'la müşerref olan insan, zihnini, köleliğin zillete düşüren her türlü formundan arındırarak Allah'a yönelme ve yücelme yolculuğuna çıkmaktadır.
Sonuç
Allah'a iman, özgür bir köleliğin adının kulluk olduğunu ve dünyadaki her hangi bir yaratılmışa boyun eğmemeyi gerektirdiğini anlamayı sağlar. Allah'a kul oluş, dünyanın bütün sınırlandırıcı parametrelerinden zihni azad ederek özgürce düşünebilme gücü verir. Boğulmamış, daraltılmamış, sorumluluk sahibi özgür insan varoluşuna tanıklık eder.
Dipnotlar:
(1): Türk Dil Kurumu, Güncel Türkçe Sözlük (2): Kur'an-ı Kerim, Kıyame Suresi
(3): Ali Bulaç, İnsanın Özgürlük Arayışı
(4): İbn-i Haldun, Mukaddime
(5): Öteki: Lavinas’a göre, başkası ben ile ilişkili olan ve beni kendi varoluşundan kurtaran etik bir ilişkidir. “Başkasının belirişi dediğimiz fenomen aynı zamanda yüzdür. kendinin sorgulanması, tam olarak tümüyle, başkasının buyur edilmesidir. Tümüyle başkanın tezahürü, başka’nın bana seslendiği, çıplaklığı ve yoksunluğuyla bana bir düzeni bildirdiği yüzdür. Yüzün mevcudiyeti, bu seslenişe yanıt verme buyruğudur. Başkası karşısında ben sonsuzca sorumludur.”
(6): Köle kelimesi bir sıfat olarak da insanın somut bir insan tarafından mülk olarak kullanıldığı durum için de kullanılır.
(7): Seyf İbn Amire et Tamimi şeyhlerinden
yani hocalarından rivayet ediyor: İki ordu karşı karşıya geldiklerinde Fars kumandanı Rüstem, İslâm kumandanı Sa'd b. Ebî Vakkas'a (ra) bir
elçi göndererek onun vasıtasıyla 'Bana içinizden akıllı, sorularıma cevap verebilecek birisini gönder!' demişti. Kumandan Sa'd b. Ebî Vakkas (ra) da ona Muğîre b. Şûbe'yi (ra) gönderdi. Muğîre, Rüstem'in yanına vardığında Rüstem ona şunları söyledi:
'Siz bizim komşumuzsunuz. Size birçok iyilikler yaptık. Başkalarının size eziyette bulunmasına engel olduk. Memleketinize dönünüz. Ülkemize gelerek ticaret yapmanıza engel olmayacağız!' Muğîre (ra) ise ona şu cevabı verdi: "Biz dünyayı istemiyoruz. Bizim gayemiz ve isteğimiz âhirettir. Allah bize bir peygamber gönderdi ve ona şöyle buyurdu: 'Benim dinime inanmayan kimselerin başına şu taifeyi musallat edeceğim. İmansızlardan, onların elleriyle intikam alacağım. Bana itaat ettikleri sürece ben de her zaman için onları gâlip getireceğim. Kim benim gönderdiğim hak dinden yüz çevirecek olursa o zelil olur. Kim de bu dine sımsıkı sarılırsa o da aziz olur!' ". Rüstem 'Peki o din nasıl birşeydir?' diye sordu. Muğîre (ra) bunu şöyle cevaplandırdı: 'O dinin, kendisi olmadığında ayakta duramayacağı direği Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in de O'nun Resûlü olduğuna şahitlik edip Muhammed'in Allah katından getirmiş olduğu şeylerin hepsini kabul etmektir'. Bunun üzerine Rüstem 'Bu ne güzel birşeydir' dedi. Arkasından, 'Peki başka birşey var mı?' diye ekledi. Muğîre (ra) de 'İnsanları kula kulluktan kurtarıp onların Allah'a ibadet etmelerini sağlamaktır' dedi. 'Bu da çok güzeldir; peki daha başka birşey var mıdır?' diye sordu. Muğîre (ra): 'İnsanlar Âdem'in oğullarıdır. Onlar aynı ana-babadan gelen kardeşlerdir' dedi. Rüstem 'Bu da güzeldir' dedikten sonra şöyle devam etti: 'Söyler misin? Eğer dininize girersek bizim memleketimizden gidecek misiniz?' Muğîre (ra): 'Evet, Allah'a yemin ederim ki müslüman olursanız ülkenize ancak ticaret maksadıyla ya da bir ihtiyaç dolayısıyla geleceğiz' dedi. Rüstem 'Bu da çok güzel birşeydir' dedi. Muğîre'nin (ra) çıkışından sonra Rüstem, Farslıların ileri gelenlerini çağırtarak bu konuyu onlarla konuştu. Onlarsa buna şiddetle karşı çıktılar ve 'Bu dine girmeyiz' dediler. Allah onları çirkinleştirsin, rezil etsin; zaten etmiştir de.
(8): "Üzülmeyin, gevşemeyin, inanıyorsanız en üstünsünüz" (Âl-i İmran: 139)
(9): "Rabbim! Karnımdaki çocuğu sırf sana hizmet etmek üzere muharraran (özgür olarak) adadım. Benden kabul et. Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin, demişti.” (Âl-i
İmran: 35)
(10): "O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır" (Fatır: 39)
"Sonra nasıl amel edeceğinize bakalım diye onların sonrasından sizi yeryüzüne halifeler yaptık." (Yunus: 14)
"Ve O sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, bazınızı bazınızın üstüne yükseltendir" (En'am: 165)
(11): Abdullah b. Ömer'in (ra) naklettiği bir hadiste Allah Resûlu (sav) şöyle buyurdular: "Hepiniz çobansınız ve hepiniz elinizin altındakilerden sorumlusunuz. Yönetici bir çobandır. Erkek, aile halkının çobanıdır. Kadın, kocasının evi ve çocukları için çobandır. Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlık yaptıklarınızdan sorumlusunuz." (Buhari, Cuma, Hadis no: 487)
(12): Reaya kelimesi, sürü, otlatılan hayvan sürüsü; hükümete itaat eden ve vergi veren halk manalarına gelen "raiyyet"in çoğuludur. İslâm hukukunun ikinci kaynağı olan hadis metinlerinin en az on tanesinde yer alan kelime, günümüzde daha çok yukarıdaki hadisteki şekliyle biliniyor.