Şüphesiz İslam, bir din olarak toplumsal yaşamı zorunlu kılar. İslam'ın pratiğe uygulanırlığı da bu zorunluluğun yansımasıdır.
Toplumsal yaşam, insan unsurunun tümünü kuşatan bir olgudur. Yaşlısı genci, çocuğu, kadını-erkeği ile gerçekleşen reel bir olgu. İslam kendim bu reel olgu üzerine inşaa eder ve kendi bütüncüllüğüne uygun olarak şekillendirir. İslam harici unsurlar da -dinler, ideolojiler- kendi varlıklarını bu zeminde gerçekleştirmek ister ve bu isteği doğrultusunda toplumsal hayatı şekillendirmeye çalışır.
Bununla birlikte, toplumsal hayat tek boyutlu bir tanımla ifade edilecek bir olgu olmadığı gibi her din ve ideolojinin, kendi ekseni etrafında dillendirdiği ve şekillendirdiği pratik bir durumdur. Birisinin toplumsal hayatın alanı olarak kabul ettiğini, bir başkası kabul etmeyebiliyor. Son dönemlerde, yaşadığımız topraklarda ortaya çıkan 1 kamusal alan1 tartışması da böyle bir şeydir. Yeri gelmişken eserde dile getirilen toplumsal hayat ve toplumsallaşmanın da, dar bir mantıkla ele alındığım ve toplumsallaşmayı kamusal (!) alanda yer edinme şeklinde değerlendirildiğini belirtmek gerekir. Esasen ’Müslümanlar ve Kadın' meselesinin temelinde yatan sıkıntı da, bu, dar ve kısır mantıkta olsa gerek. Zira yazarın İslam'ın ilk dönemlerinde kadını anlatırken verdiği örneklerin -bir iki istisna dışında- hepsini kamusal alana yönelik örnekler oluşturmakta. Ev hayatını, toplumsal hayatın dışındaymış gibi algılayan bir mantalite, tabiidir ki İslam'ın hayat içerisinde, kadına ve erkeğe yüklediği rolleri algılamakta zorluk çekecektir.
Öte yandan eserde yer alan, Hz. Peygamber (a.s) ve Hulefa-ı Raşidin dönemindeki, kadının toplumsallaşmasıyla alakalı değerlendirmeler, günümüz toplumlarının kompleks yapısını anlatmak için kullanılan dil ile aktarılmaktadır. Oysa böyle bir yaklaşım tarzı ve kullanılan dil, sosyolojik değerlendirmelerde ciddi problemlere yol açmakta ve vakıayı doğru tanımlamaktan bizleri uzaklaştırmaktadır. Söz gelimi; birkadının evin hayvanlarıyla ilgilenmesini hayvancılık, yün eğirip elde ettiği yünden elbise dokumasını terzilik ve benzeri zanaat alanı, savaşlarda yaralananların yarasını sarmayı, tıp alanında ve doktorluk v.b gib tanımlamalar vakıayı doğru tesbitten okuyucuyu uzaklaştırmaktadır.
Yine bu tür değerlendirmelerden eserde sıkça yapılan bir başka hatalı yaklaşım biçimide, şahısların ve olayların genellenmesidir. Venlen birkaç örnek, sanki tüm toplumu kuşatan bir durummuş gibi değerlendinlmekte, istisnai birkaç olay, bütün toplumun yapıp edegeidiği bir şeymiş gibi sunulmaktadır. Ayrıca, Hz. Peygamber dönemi uygulamalannın bizim için delillik ettiği bir gerçektir. Oysa biz bil- mekteyızki din, risaletin başında, toptan ve bir kerede gelmemiş, özellikle toplumsal şekillendirme- tedricılik esası- üzerine inşa edilmiştir. Bundan dolayı, Hz. Peygamber (a.s) dönemi olaylannı ele alırken, ne zaman ve hangi bağlamda gerçekleştiğini dikkate almak zorundayız. Mesela kadın-erkek ilişkileri çerçevesinde meydana gelen hadise, tesettür emrinden önce mi?, yoksa sonra mı ?gerçekleş- miş diye dikkate alınz. Haddizatında bilimsel metod da bunu zorunlu kılmaktadır. Halbuki yazar, değerlendirmelerinde ve vardığı yargılarda , bu zorunluluğu hemen hemen hiç kaale almamakta ve okuyucuyu da cahil yerine koymaktadır. Özellikle bu türden usuli hatalar, bir akademisyen tarafından, yapmaması gereken bir metod yanlışlığıdır ve hemen her örnekte sıkça yapılmaktadır.
Bu durum, bizi , yazarın ön fikirli, yanlı ve bilimsel olmaktan uzak bir anlayışla esen yazdığına yöneltmektedir. Zira Hz. Peygamber (a.s) ve Hulefa-i Raşidin döneminden sonraki, uzun saltanat yılları boyunca, kadının konumunun, hep olum- suzlaştığı ve toplumsal yapıdan soyutlandığı şeklindeki değerlendirmeler (s. 3839,40) bu yönetişi pekiştirmektedir. Çünkü bilinen ve mutlak kabul gören bir durumdur ki, bu dönem; Emevi, Abbasi, Endülüs Emevi, Selçuklu, Memlüklü, OsmanlI v.s gibi medeniyet olgularının,İslam için en üst mertebeye ulaştığı dönemdir.
Bu ifade, bu dönemi mutlak olumlu görme şeklinde amaç gütmemekle beraber, bir medeniyet olgusunun gerçekleşmesinde, toplumun yarısını oluşturan kadınları bertaraf etmenin imkansızlığını dile getirmek için kullanılmıştır.islam top- lumlarının üzerinden geçen bu uzun asırlar boyunca, kadının toplumsallaşmasının, hem birey ve hem de Hz. Peygamber (a.s) döneminde olmayıp, bu dönemlere mahsus olmak üzere, kurumsal nitelikli (vakıf v.s) pratiklerinin ve imkanlarının sayılamayacak kadar bolca örneğini görebiliriz. En azından yazarın yaklaşım manta- litesiyle, bunun böyle olduğunu söylemek çok daha kolaydır.
Müslüman kadının toplumsallaşamamasını (!) dile getirmenin ve eleştirmenin sonunda yazar, bir şeye dikkatimizi çekiyor ki, bunda eğer bir kasıt yoksa bile, en azından bu ifade biçimi, seçilen yanlış kelimelerden dolayı maksadını aşan bir durumu karşımıza çıkartıyor
"Üzücü bir tesbittir ki, tarihi ve toplumsal şartların kendilerini mahkum kıldığı bu edilgenleştirilmiş kadın kişiliğini, bazı müslüman kadınlar, iffetli ve takvalı İslam kadını olma adına, hararetle savunmuşlardır. Bunun en önemli nedeni ise, ALLAH’IN BUYRUKLARINA SORGULAMADAN TESLİM OLMAYA YÖNELTEN, İMAN DÜŞÜNCESİDİR." ( S, 41 )
Yazarın üzüntü duyduğu noktayı anlamakta güçlük çekiyoruz. Üzülmesinin sebebi, bazı müslüman kadınların, iffetli ve takvalı olma endişesi mi?.
Böyle bir tercihte bulunma iradesini edilgenlik olarak algılama mı?, Yoksa ALLAH'IN BUYRUKLARINA SORGULAMADAN TESLİM OLMAYA YÖNELTEN İMAN DÜŞÜNCESİ Mi?
Yazar, Allah'ın buyruklarına sorgulamadan teslim olma (imanın gereğini) halini sorgulama yetisini ve yetkisini kendinde buluyorsa ve böyle bir sorgulama sonucuna da iman diyebiliyorsa, Hz. Peygamber (a.s)'in sözlerini sorgulamanın ötesine geçmeyi çoktan hak etmiş demektir.
Bu durum karşısında diyeceğimiz tek şey 'SORGULAMADAN' ; Fe sübhanAllah