CİHADA ADANMIŞ ÖMÜR: MEVDUDİ - rahle.org

CİHADA ADANMIŞ ÖMÜR: MEVDUDİ - rahle.org

CİHADA ADANMIŞ ÖMÜR: MEVDUDİ


Facebookta Paylaş
Tweetle



Dava Yolunda Yetmişaltı yıl

Hasan SÜRMELİ

Yirminci yüzyılın İslam Dünyasında yetişen büyük önderlerden biri de Mevla- na Ebu'l Ala el-Mevdudi'dir. Mevdudi daha çocuk denecek bir yaştan itibaren sö­züyle, kalemiyle, haliyle, hareketiyle İslam için çalışmıştır.

İslam'ı bütün bir dünya ve hayat biçimi olarak değerlendiren Mevdudi, bir çok eserler vermiştir,

Önce İslam’ın fikir yapısını topluma yansıtmış, eserlerinde anlatmış, sonra zi­hinleri bu kanalda şuurlandırmaya çalışmıştır.

Mevdudi. 25 Eylül 1903 yılında Pakistan'ın (O tarihte Hindistan'ın) Haydarabat eyaletinin Aurangabad şehrinde doğdu. Babası Seyyid Ahmet Haşan Mevdu­di 1904 yılında Delhi şehrine yerleşir. Orada bir çeşit yalnızlığa, inzivaya çekilir. Mevdudi dört yaşına geldiği zaman Farsça gramerini bitirmiş ve Kuranda birçok sureyi ezberlemiştir. 1907 yılında babası ailesinin ve çocukların iyi yetişebîlimesi için Delhi'den ayrılıp yemden Aurangabad şehrine döner. Anne ve babası sınırlı imkanlarına rağmen Mevdudi ye gereken hassasiyeti gösterirler. Ama bu hassasi­yeti oğullarının keskin zekasına ve gençlik gayretlerine hakim olmak yönünde de kullanmazlar. Onlar Mevdudı'yı toplumla ilişki kurmaya teşvik ederlerdi.

Mevdudi'nin babası sömürgeci eğitimin sonuçlarını denemiş bir insandı. Batılı eğitim sistemlerinin kişiyi yozlaştıran etkisinin bilincindeydi. Bu yüzden genç Mevdudi'nin kafasına gerçek İslâmî bilgileri yerleştirmek arzusundaydı. Mevdudi ders­lerine genellikle sabah namazında sonra başlardı, ilk ders Kurandı. Daha sonra, Arapça-Farsça gramer ve metin çalışmaları geliyordu.

Mevdudi özellikle dönemin büyük alimlerinden Mevlana Abdüsselam'dan çok etkilendi. Genç yaşta İslâmî ilimlerin hemen hemen her dalında yetkinliğe ulaştı. Denilebilir ki, Mevdudi günümüz ve sonrası için örnek bir ulema prototipidir, Mevdudi, babasından aldığı ilk eğitim çekirdekleri konusunda şunu söyler

“Babam bana fazla bir servet bırakmamışsa da, bana kalan en kıymetli miras,

 

 almış olduğum ahlakî eğitim ve terbiyedir."

İlk Gençlik Yılları

Mevdudi'nin toplumsal ilişkileri, 1920 yılında babasının ölümünden biraz son­ra Bijnor-Kuzey Hindistan'da çıkan “Medine" adlı dergiye girmesi ile başlar. 17 yaşında Cabalpur- Hint Dekkan yanmadasında çıkan “Taç" gazetesinin müdürlü­ğünü yapar. Sonra Delhi'ye gelerek orada "El Camıad" adlı bir gazete çıkarır. Bu gazete 1920 yılının en çok sevilen, en çok tutulan müslüman gazetesidir.

Gençliğinde Mevlana Muhammed Ali Cevhar'ın etkisinde kalan Mevdudi, o sıralarda ayakta kalabilen tek İslam beldesi ve hilafet merkezi olan Türkiye'nin ba­ğımsızlığını desteklemek için "Hilafet" adlı bir hareket başlatır.

Ciddi ve verimli yazılar yazan Mevdudi, 1927 yılında henüz 24 yaşında iken, "İslam'da Cihat" adlı eserini yazar. Böyiece O nu bütün Hindistan tanır. Bu eser cihad ilkesini İslam hukukundan yola çıkarak yeni savaş taktikleriyle karşılaştırmak­tadır.

Dört yıl sonra Mevdudi, en beyenilen çalışmalarından biri olan "İslam'ın An­laşılmasına Doğru" adlı kitabını yazar. Bu kitap İslam için açık bir önsözdür. 1943 yılında Mevdudi "Tefhım'ul Kuran" adlı tefsirini yazmaya başlar. Bu arada çağdaş­lık konusuna bir cevap olarak, İslam Hukuku ve Anayasası" adlı kitabını yayınlar.

Mevdudi İslam nizamının bütün yönlerini inceleyen altmışın üzerinde eser ya­yınlamıştır. Bunların bir çoğunu Urduca ve Farsça olarak kaleme almış ve hemen hepsi birçok dillere çevrilmiştir.

Mevdudi 1932 yılında Tercüman'ul Kuran adlı dergiyi yayın hayatına sokar. Bu dergi müslüman aydınları uyarmada büyük rol oynar. Dergi yayın hayatını sürdü­rürken, Pakistan hareketinin önderlerinden Muhammed İkbal. Mevdudi'yi Lahor kentine çağırır, ikbal ve Mevdudi burada İslam anayasasını yapma görevini üstle­nirler. Fakat kısa bir zaman sonra şair ikbal vefat edince Mevdudi bu zorlu işi tek başına sürdürmek zorunda kalır. Kısa bir süre, Lahor İslam Kolejinde İslâmî çalış­malarını sürdürdükten sonra Mevdudî, Ikbal'in düşüncesi olan Darül İslam Hare­ketini Hindistan'da başlatır.

Orada İslam nizamının çeşitli görüşlerim, İslam dünyasının ve özellikle Pak- Hind yarımadasının karşılaştığı problemlen inceleyerek neticeler çıkarmaya de­vam eder.

1940 yılında Hintli Müslümanlar yeni bir devlet kararını vermeden önce Mev­dudi, Hindistan'nın bölünmesi ve müslüman bir devletin kurulması gayelerini gü­den bir kesin teklif sunar. O'nun bu teklifi Pakistan’a giden yol olarak adlandırıla­bilir.

Mücadele ve Zorluklar

Sistematik bir çalışma ile oldukça mesafe alan Müslümanlar Mevdudi'nin ön­derliğinde Cemaat-ı islamiye teşkilatını kurarlar. Yıl 1940'tır. Başkan Mevdudi se­çilir. Mevdudi'nin bu sıralar iki görevi vardır Birincisi Pakistan için kuvvetli bir İslâ­mî uyanışı getirmek ve sonra bütün Hint Müslümanlarının toplanmasıyla büyük bir teşkilata ulaşmak...

Mevdudi, Hind-Pakistan meselesine çift taraflı olarak yaklaşmak istemez. Pakis­tan’ın kurucusu Cinnah da bu tür bir yaklaşım içinde gözükür. Ama Cinnah Mevdudı’nın teşkilatı olan Cemiyeti İslamiye ile yakınlaşmayı sürdürürken, diğer cema­atleri de gözönüne alır. Aslında laik ve demokratik bir zihniyete sahip olan Cinnah'ın tek arzusu kendi modeline uygun devlete kavuşmaktır.

Pakistan 1947 yılında kurulur. Sınırlardan içeriye doğru başlayan isyanlar büyük acıları beraberinde getirir. Mevdudi teşkilatının bütün gelirlerini devlete tahsis ederek büyük yardımlarda bulunur. Bunun karşılığında yeni devletin ideolojik ya­pısını oluşturması için Pakistan radyosunda konuşmalar yapmaya çağrılır.

1948 yılında Lahordaki hukuk kolejleri birliği ile temaslarda bulunduğu sırada, hükümeti Kuran ve sünnete dayalı bir anayasa oluşturmaya davet eder. Bu da­veti kendisine karşı susan devleti kendisine karşı konuşmaya geçınr ve Mevdudi tutuklanır. Devlet, halka, Mevdudi'nin tutuklanma gerekçesi olarak, "Keşmir'de hürriyet mücadelesi yapmak cihad sayılmaz" diye fetva verdiği yalanını uydurdu­lar. Bu yalan, tamamen geçersiz olmasına rağmen halkı kandırmak için uzun süre gündemde tutulur. Fakat halkın protestoları günden güne çoğalınca hükümet İs­lâmî bir yasayı kabullenerek "Hakikatler Kanunu" adlı anayasayı onaylar. Ve Mev­dudi 20 aylık bir tutukluktan sonra serbest bırakılır. Yıl 1950 Mayıs’tır.

Ancak çıkan anayasa İslam'a dayalı bir hükümet oluşturulması konusunda bir atılıma dönüşmez. İslam anayasası konusunda çağrılar tekrar gündeme gelince, Mevdudi tutuklanır. (1953) Sıkıyönetim mahkemesinde "Kadıyanılik” adlı kitabı dolayısıyla yargılanır. Mevdudi idama mahkum edilir. Fakat yaptıklarından pişman olması durumunda af edilebileceği söylenir. Buna karşı O, şöyle seslenir

 

“Zalimlere karşı af dilemekten Allah'a sığınırım. Böyle bir alçaklığı kabullenmektense ölmeyi yeğ tutarım, Eğer Allah benim hayatımı kendi yoluna feda et­memi dilemişse bu ilahi iradeye canı gönülden katılırım ama böyle bir muradı yok ise kimse bana zarar vermez."

Mevdudi 26 aylık hapis hayatından sonra 1955 yılında yüksek mahkeme ka­rarıyla serbest bırakılır. 1956 Mart ayında ilk İslâmî Pakistan anayasası yürürlüğe konulur. Fakat anayasa ilkeleri toplumda daha yerleşmeden, emperyalist güçlerin uşakları bu anayasanın yürürlükten kaldırılması için harekete geçtiler. Böylece sı­kı yönetim ilan edildi. Siyası partiler kapatıldı. Hükümetin ismi Pakistan İslâmî Cumhuriyetinden Pakistan Cumhuriyeti haline getirildi. Sıkı Yönetim hükümeti, İslam hükümlerini çiğneyen batıcı “müslüman aileler kanununu ilan etti.

Mevdudi hiç durmadan, bu İslam dışı kanunların karşısına dikildi ve toplum ta­rafından bunların kabul görmemesi için çalışmalarını hızlandırdı.

1962 yılının ortalarında sıkıyönetim ve başkanlığı yeni anayasayı yürürlüğe koydu. Fakat bu anayasa ülkenin arzuladığı bir yasa olmaktan çok uzaktı. Demokratik dü­zene geçilmesinden sonra, Cemaat-i İslâmî zarar görmeden, hatta daha da güç kazanarak ayakta kalan tek parti haline geldi. Diktatörlüğün son bulması için ta­lepler çoğalıyordu. Mevdudi. halkın anayasasız bir hayata dönmesini önlemek için İslâmî esasları içeren yeni bir anayasa ıslahı yapılmasını istedi.

Bunun üzerine düzen tarafından. Mevdudi'ye karşı iftira kampanyaları başlatıl­dı. Cemaat'ın 1963 senesinde yapılan kongresi sabote edildi. Korkutma ve yıldır­ma siyaseti başarıya ulaşamayınca cemaat kapatıldı. 1964 Ocak ayında Mevdudi tekrar hapsedildi. Yüksek mahkeme, tutuklamaların kanunsuz olduğunu bildire­rek bütün cemaat üyelerini serbest bıraktı.

1965 yılındaki başkanlık seçimleri ortalığı yeniden karıştırdı. O sıralarda Hin­distan, Keşmir’e ve Pakistan’a karşı saldırıya geçti. Cemaat bütün görüş ayrılıkla­rını bir yana bırakıp hükümeti destekledi. Mültecilere yardım etti. Ancak halk, hü­kümetin uyuşuk tavrına oldukça kin duydu. Mevdudi herkese örnek olacak bir şekilde, hükümeti, Keşmir'in hürriyet davasına ihanet etmemeye çağırdı.

İslam İçin Gayretler

Mevdudi bütün hakların baskı altında tutulduğu zamanlarda dahi, İslam yolun­daki savaşından vazgeçmedi.

 

 

O hiçbir şahsî çıkar peşinde değildi. Bunu, Onun şu ifadesinden anlayabiliriz: "İslam dışı bir devlette en yüksek makamda bulunmaktansa, toplumun en aşağı bir bireyi olmayı tercih eder ve bunda büyük bir gurur duyarım."

Mevdudi için siyaset, bir görevdir. Dava için tüm gücüyle ve her türlü aracı kul­lanarak mücadele eder. Bu konuda, şahsına hakaret edenlere bile bağrını açarak onları kurtarmayı bir görev kabul etmiştir.

Başlattıkları bu hareketin sağlıklarında sonuca ulaşmış olduğunu görmek pek az öndere nasip olmuştur. Mevdudi bu ender durumu yaşamış liderdendir.

Mevdudi'nin günümüz İslam dünyasında aydınlar üzerinde büyük rolü olmuş­tur. Kendisi aynı zamanda Medine İslam Üniversitesi danışma heyetindedir.

1947 yılına kadar Hint Müslümanları arasında ve daha sonra Pakistan Müslümanları arasında cihadı sürdüren Mevdudi, yaşadığı topraklardaki Müslümanlar üzerinde tesir bıraktığı gibi tüm İslam aleminde de bir uyanış sembolü olmuştur.

Mevdudi, 76 yaşında geçirdiği bir rahatsızlık üzerine tedavi için Amerika'ya git­ti. Orada 22 Eylül 1979 tarihinde vefat etti.

Cenazesi Amerika'dan Pakistan'a, Lahor kentine getirildi. 26 Eylül 1979'da Icahra'da ikamet ettiği yerin yakınına gömüldü.

Sözlerinde Seçmeler

Allah'tan başka hiçbir hakim ve otorite tanımıyorum.

**

Biz, onlara karşı savaşmasak da, tek millet olan küfür toplumu ayaklanarak, bi­ze pusu kuracaklar, bizi tuzağa düşürmeye çalışacaklardır.

insanlığın tek kurtuluş yolu İslam'a sığınmaktır.

İslam'ın ilk fermanı, tağutî güçlerin yok edilmesi ve Tevhide davettir.

Sîzler isterseniz    dövüşün, isterseniz dövüşmeyin, dünyanın kendisi sizinle savaştadır.  

          

Zalimlere karşı af dilemekten Allah'a sığınırım.

Önder, müslüman kardeşi rahat uyusun diye kendi uykusunu feda edendir.

 

Mevdudi’den İki Makale

I. DİNİN GERÇEK HEDEFİ

insanoğlunu doğru yolda yürüten en etkin araç önderliktir. Allah'ın dini, ona uyanlardan, her şeyden önce Hakka'a kulluk etmelerini, ihlas ile ibadet etmeleri­ni ister.

Boyunlarında Allah'ın halkasında başka halka kalmayıncaya kadar ve sonra da hayatlarını idare eden kanunların Allah elçisinin, yine Allah'tan getirdiği emirler olmasını ister.

Yine İslam dini, insanlarda Allah'ın gazabını üzerlerine çeken kötülüklerin ta­mamen yok edilmesini ve fesadın yeryüzünden kaldırılmasını ister, insanlığın ön­derliği küfür ve tağutun elinde kaldığı zaman, bu yüce hedeflerin hiçbirine ulaşı­lamaz. Bunun yanında hak dine uyanların bu önder ve onun cemaatına uymala­rı bir büyük açlığa düşmeleri anlamına gelir. Gerçek şudur ki, insanoğlu tek yönlü çalışmasıyla Allah rızasını kazanamaz. Buna imkan yoktur.

Kuran ve Sünnet’te toplum sorunlarına değinilmesine dikkat edelim. Gerçek dinin hedefi Hak sistemi gerçekleştirmek, önderlik ilkesini yerleştirmek ve üm­met birliğini sağlamaktır. Bu birliği bozmak isteyen kimse İslam ümmetine karşı cinayet işlemiş sayılır.

Cihad ilkesinin dindeki yerine iyice bakalım, Kuran cihattan kaçanı münafık sayıyor. Çünkü Allah yolunda savaşmak, gerçek düzeni kurmak için durmadan azimle çalışmak, kişinin ihlasını, Allah'a olan bağlılığını gösteren en büyük ölçüdür. Kuran yalnızca bununla Müslümanın ihlasını tartar. Bu yoldaki çalışmalarında ek­sik görülen bir kişinin iman ve ihlasında eksiklik olduğu bilinmelidir.

Allah’a ve Elçisine iman edenler, olanca kuvvetleriyle hayatlarını İslam kalıbı­na dökmek için uğraşsalar da sorumluluktan kurtulamazlar. Çünkü onlar, iman gayreti ile bütün uğraşlarını liderliği ellerine almaya sarfetmelidirler. Eğer bu yü­ce gayenin gerçekleşmesi için birlik içinde çalışmak gerekiyorsa, Hakkın esasları­na inanmış, bağlanmış, dünyada tek amacı bu sistemi yeryüzüne hakim kılmak olan bir toplumun dünyada bulunması gereklidir.

Allah'a yemin ederim ki, yeryüzünde tel mümin kalsa, bu mü'min batıl sis-

 

temlerin içinde tek başına olduğunu açıkça görse, böyle bir durumda bile "çalış­maktan mahrumum" diye şerrin hayırlısını isterse; batıla rıza, küfre evet demiş olur ki, bu, İslam izzeti ile bağdaşmaz. Davetçinin çağrısına kimse kulak asmasa bi­le O yoluna devam etmek zorundadır. Bu davet elbette batılın sesini dinlemek­ten bin kere daha hayırlıdır.

2. DÖRT MERTEBE

İslam ahlakı dört mertebe üzerindedir. Bunlar; iman, İslam, takva ve ihsandır.

Bu mertebeler bir bütündür. Burada iman, teme! taştır. İslam binası onun üze­rinde yükselir. İslam üzerinde takva ve onun da üzerinde İhsan yükselir.

Bu hakikatten anlaşılıyor ki, İslam, takva ve ihsanın temeli olan iman yok olduk­ça hiçbir zaman bu üçünün varlığı düşünülemez. Yine, imanın temeli zayıf ve sar­sılmış oldukça böyle bir temel üzerinde bina yükselmez. Şayet böyle bir temel üzende bina olursa o bina kısa zamanda çöker. Yine iman dar hudutlu olursa, İs­lam takva ve İhsan sınırları da onunla beraber darlaşır.

İman sağlam olmadıkça, yani geniş ve kuşatıcı olmadıkça, o kişinin kalbinde İs­lam binası yükselmez.

Fakat bugün insanlarda birçoğunu görüyoruz ki, bu dört esası unutmuşlar. Zerre kadar bu sıraya uymaz olmuşlar. Takva ve İhsan köşkünü, daha iman ve İs­lam binası olmadan kurmaya kalkıyorlar. Bütün bunlarda daha da üzücü olanı, iman ve İslam için sınırlı bir düşüncenin zihinlere yerleşmesidir.

Şöyle ki; elbiselerini, oturmalarını, kalkmalarını yemelerini, içmelerini ve diğer görüntüdeki ibadetlerini bir kalıba oturttukları zaman zannediyorlar kı takvaları en üst dereceye ulaşmış. Ya da nafile ibadetten, zikirden ve diğer müstehaplardan bir kısmını yaptıkları zaman İhsan mertebesine ulaşmışlar.

Fakat yazık ki, çoğu zaman, sözde takvalı ve sözde ihsanla donanmış kimselerin çoğu iman temelini atamamışlardır, İslam binasını yükseltememişlerdir.

OEvet, bütün bu saydığım hatalar oldukça, İslam ahlakının kişide tamamlanması gerçekleşmez.

O halde bu dört mertebeyi iyi kavrayalım. O mertebelerde bulunan birbirinde ayrılmaz özelliklere sıkıca sarılalım.


Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ