Aşk Bölünme ve Parçalanma Kabul Etmez - rahle.org

Aşk Bölünme ve Parçalanma Kabul Etmez - rahle.org

Aşk Bölünme ve Parçalanma Kabul Etmez


Facebookta Paylaş
Tweetle

Orhan Çolak tarafından yazıldı

 

Zira milliyet zokası zehirlidir.”

(Babanzade Ahmed Naim Bey)

 

KELİMENİN TARİHİ

İngilizce’de millet [nation] sözcüğü özetle aşağıdaki gibi anlam değişimlerine uğramıştır.

Nation [millet/ulus] (Fransızca yakınkök nation, Latince nationem’den - soy, ırk) 13. yüzyılın sonlarından bu yana, önceleri siyasal olarak örgütlenmiş bir gruplaşmadan çok ırksal bir grup anlamıyla, İngilizce’de yaygın olarak kullanılmıştır. Bu anlamlar arasında açıkça çakışma olduğu için, siyasal oluşum şeklindeki baskın modern anlamın ortaya çıkış tarihini belirlemek kolay değildir. Aslında bu tür oluşumlara bağlı olarak çakışma sürmüş ve bir yandan nation-state [ulus-devlet]’in özelleştirici tanımlarına, öte yandan nationalist ve nationalism bağlamında çok karmaşık tartışmalara neden olmuştur. 16. yüzyıldan itibaren belirgin siyasal kullanımlar görülüyordu ve 17. yüzyılın sonlarından itibaren yaygındı. Nationalist [milliyetçi] 18. yüzyılın başlarında, nationalism [milliyetçilik] ise 19. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. İkisi de 19. yüzyılın ortalarında yaygınlaşmıştır.¹

Millet (Natio), konuşma dilinde bir aileden büyük fakat kabil ve kavimden küçük bir topluluğu, doğuştan benzerlik gösteren bir insan kümesini ifade ediyordu. Bu bakımdan, Roma halkından (Populus Romanus) bahsedilebilir, ama Roma Milleti (Natio Romanorum) denmezdi. Bu terim hususuyla yabancılar topluluğu için kullanılıyordu.²

Anladığımız şekliyle milliyetçilik, 18. yüzyılın ikinci yarısından daha gerilere uzanmaz. Milliyetçilik, 18. yüzyılın sonunda neredeyse eşzamanlı olarak birçok Avrupa ülkesinde ortaya çıkmıştır. Fransız İhtilali milliyetçiliğin yoğunluk kazanmasında ve yayılmasından tek faktör değildir ve milliyetçiliğin doğum tarihi olarak 1789’u almak doğru olmayacaktır.³

Fransız ihtilalinin liderlerinden Emmanuel-Joseph Sieyès, “Üçüncü tabaka nedir?” başlıklı ihtilalden 6 ay önce yayımlanan makalesinde “üçüncü tabaka” ile milleti anlatmaktadır. “Üçüncü tabaka” asilzadeler ve ruhban sınıfı dışında kalanların tamamı, yani halktır. Sieyès üçüncü tabakanın “her şey” yani “tüm millet” olduğunu söylemektedir. Böylece millet kurucu bir siyasî özne ve anayasal bir dayanak haline gelmektedir.⁴ 

Millet ve milliyetçilikler hakkında teorik çalışmalar yapan ilk düşünürlerden Ernest Renan’a göre “Millet Nedir?” sorusuna verilecek tek doğru cevap, kendisini millet olarak hisseden topluluk, birlikte yaşama iradesidir. Renan’a ait “Millet her gün tekrarlanan bir halk oylamasıdır.” sözü, milleti tanımlamak için en çok tekrarlanan sözlerden biri olmuştur.⁵ Netice itibariyle daima dikkate alınması gereken tek meşru criterium milletin dileğidir.⁶

Alman düşünür ve sosyolog Max Weber’e göre de “millî” bağlılıkların kan birliğine dayanması gerekmez. Gerçekten de her yerde, özellikle radikal “milliyetçiler” genellikle yabancı kökenden gelir. Mutlak bir belirsizlik taşıyan “millet” teriminin ardında herhangi bir nesnel öğe varsa, o da siyaset alanına ilişkindir. Millet, kendini bağımsız bir devlet biçiminde ifade edebilir bir duygu birliğidir; o halde millet, normal olarak kendi devletini yaratma eğilimini de taşıyan bir topluluktur.⁷

Milliyetçilik ve etnisiteler hakkında kapsamlı çalışmaları olan Anthony D. Smith’e göre ise entelektüel açıdan milliyetçilik, mantıken tutarsız ve temel postülatları (ön doğruları) savunulamaz olarak görülür. Bu postulatlar, kollektif kültürel kimlik ilkesi, kollektif irade ilkesi ve milli sınırlar doktrinidir. Sadece bir gün süren plebisitleri saymazsak, milli “irade”nin doğasını tespit etmemize ya da onun aslında “halkın iradesi”nin özgür ifadesi mi, yoksa millete şekil verenlerin iradesi mi olduğuna karar vermemize yardım edecek araçlardan yoksunuz. Benzer şekilde “milli sınırlar”ın aslında hiç de doğal olmadığını göstermek oldukça kolaydır. Sınır bölgelerinde oturanlar belirli hudutların “doğallığını” benimsemeyi reddetmek gibi bir âdete sahiptir.⁸ 

Yine milliyetçilik, dünyanın her yerinde ve tanımı gereği, özgücü bir ideolojidir, bir milli kimliğin, milli karakterin –şayet üstünlüğünü değilse- farklılığını, başkalığını, “kendine mahsusluğunu” vurgulama esasına dayanır.⁹

“MİLLET”İN İCADI VE MİLLİYETÇİLİKLER

Öncelikle şunu tespit edelim: Milliyetçilik milletlerin eseri değildir; tam tersine milletleri ortaya çıkartan milliyetçiliktir.¹⁰ Milliyetçiliği, 16. yüzyıldan 18. yüzyıla giden süreçte yükselen modern devletten önce düşünemeyiz. Milliyetçilik bu modern yapıyı benimsemiş, fakat onu adeta yeni bir şevk ve yaşama içgüdüsü ile yoğurarak dönüştürmüştür.¹¹

Fransız ihtilalinde milliyetçilik, kardeşlik prensibinde ifadesini bulmaktadır. Kardeşler arasında kan bağını ifade ettiği için rengi kırmızıdır. Türk düşüncesinde milliyetçilik, Fransız İhtilali’nde kullanıldığı şekilden ilham alarak uhuvvet-i siyasîye şeklinde tercüme edilerek girmiş ve uzun süre bu şekilde kullanılmıştır. Avrupa tarihi için genel kural insanların kralları ve lordları için savaşmalarıydı. İnsanlar krala veya lorduna sadakatten dolayı ölüme atılırdı. “Yaşasın kral” veya “padişahım çok yaşa” sloganı yerini “yaşasın millet”e bıraktığı zaman, bağlılık odağı da değişmektedir. Artık kişiyi ülkeye bağlayan bağ “tebaa” yerine “vatandaşlık” olmaktadır. 1792-1815 yılları arasında Devrim Fransası Avrupa kıtasının neredeyse tamamını işgal etti. Özellikle İtalya ve Almanya bu işgalin getirdiği tecrübe ile uyandı ve milli birliğini tesis etme yoluna girdi. Milli hâkimiyet fikrinin mantıki sonucu, “milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı” yani “self determinasyon” prensibidir. Hâkimiyet millete aitse her millet doğal olarak kendi hâkimiyetini somutlaştıran bir devlete sahip olmalıdır.¹²

Milliyetçiliklerin ve dolayısıyla milletin nasıl ortaya çıktığı ile ilgili bazı sosyolojik açıklamalar yapılmıştır. Karl Deutsch, endüstrileşme süreci boyunca iletişim ağındaki değişimi, milliyetçiliğin oluşması ve yayılmasında merkezi bir yere yerleştirmektedir. Sanayileşme bir yandan yatay ve dikey çok güçlü bir toplumsal hareketlilik ortaya çıkarmakta öbür taraftan iletişim ağını herkes için ulaşılabilir ve homojen hale getirmektedir. Endüstrileşmenin getirdiği bu mobilizasyon homojenleşen iletişim aracılığıyla, doğal bir asimilasyona yol açmakta ve toplum türdeş hale gelmektedir.¹³

Bir diğer vurgulanması gereken husus milliyetçiliğin Aydınlanma Düşüncesi’nin oluşturduğu düşünsel iklimle ilişkisidir: Yöneten ve yönetilenlerin, sınıf ve kastların ilişkisinde esaslı bir durum değişikliği olmadan ve tabii halk egemenliği fikri oluşmadan ortaya çıkamazdı. Evren ve toplum, tabiat bilimleri ve tabii hukuk doktrini tarafından seküler bir görünüm kazanmalıydı.¹⁴

Bir başka sosyolojik açıklama Benedict Anderson tarafından yapılmaya çalışılmıştır. Anderson millet ve milliyetçiliklerin tarih sahnesine çıkışı konusunda matbaa kapitalizmine anahtar bir rol yükler. Kapitalizm içinde gelişen matbaacılık sektörü çok sayıda insanın kendileri hakkında düşünmelerine ve başka benzerleriyle ilişki kurmalarına zemin hazırlamıştır.

Anderson’a göre, basılmış malzemelerin bir ticari meta haline gelmesi, yeni fikirlerin eşzamanlı olarak ortaya çıkışını açıklayan anahtardır. Böylece yatay-seküler tipine uygun cemaatlerin ortaya çıkışı mümkün hale geldi. Bu tür cemaatlerin içinde yer alan millet nasıl oldu da bu kadar yaygınlaştı? Nedenler muhtelif ve karmaşıktır; ama önceliğin kapitalizme verilmesi için çok güçlü bir sebep mevcuttur. Kapitalizmin matbaa aracılığıyla halk dillerini yaygınlaştırarak yarattığı devrimci dürtü, ikisi doğrudan doğruya milli bilincin yükselmesine katıkıda bulunan üç dışsal etkenden ötürü yeni bir ivme kazandı. İkinci etken, başarısını büyük ölçüde kapitalist yayıncılığa borçlu olan Reformasyon’un etkisiydi. Matbaa çağından önce Roma, Batı Avrupa’da sapkınlığa karşı giriştiği bütün savaşları kazandı, çünkü iç iletişim hatları daima hasımlarınınkinden daha iyiydi. Ama 1517’de Martin Luther tezlerini Wittenberg katedralinin kapısına çiviledikten hemen sonra tezlerin Almanca çevirileri yayınlanmış ve 15 gün içinde ülkede tezlerin duyulmadığı bölge kalmamıştı.¹⁵ Burada, sosyal ve siyasal değişimlerde yeni iletişim araçlarının kullanılması ya da mevcut araçların çok yüksek yoğunluklarda kullanılması ile ilgili, İran Devrimi’nde ses kasetlerinin kullanımı ve son dönem Arap devrimlerinde sosyal network ve internetin kullanımını hatırlamak gerekir.

Bir diğer etken de bazı monarşilerin halk dillerinden, idari merkezileşmenin bir aracı olarak yararlanmalarıdır. Halk dillerinin resmi devlet dillerine dönüşmesi hem yayıncılığı hem de 16. yüzyılın büyük dini ayaklanmalarını kolaylaştırmıştı. Halk dillerinin, bir anlamda Latince ile rekabet eden resmi devlet dili statüsüne (Paris’te Fransızca, Londra’da [Erken] İngilizce) yükseltilmeleri, Hıristiyanlığın hayali cemaatinin aşınmasına katkıda bulunmuştur.

Anderson’a göre; yeni cemaatlerin hayal edilebilirliğine olumlu katkıda bulunan asıl faktör; yeni bir üretim ve üretim ilişkileri sistemi (kapitalizm), bir iletişim teknolojisi(matbaa) ve insanlık için kaçınılmaz olan dilsel çeşitlilik arasındaki, belki de rastlantısal ama alt üst edici etkileşimdi.¹⁶

Dilin bu türden türdeşleşmesine, Kürt milliyetçilik tarihinde, Hoybun Derneği’nin (kuruluş 1927) çıkardığı Hawar Dergisi örnek verilebilir: Hawar Dergisi hem Kürtçe’nin standartlaştırılması anlamında önemli bir fonksiyon icra etmiştir.¹⁷ Milliyetçilik çağından önce kitleler anadillerinin çok geniş bir bölgede konuşulduğunu nadiren fark edebilirdi. Aslında aynı dili değil, bazılar için anlaşılmaz olan çeşitli diyalektleri konuşuyorlardı.¹⁸

Yayın dilleri, üç farklı yoldan ulusal bilincin temellerini attılar. Bunlardan en birincisi ve önemlisi, Latince’nin altında ama konuşulan hal dillerinin üzerinde bir yerde, ortak bir mübadele ve iletişim alanı yaratmak oldu. Konuşurken birbirlerini anlamakta güçlük çeken ve hatta kimi zaman tamamen başarısız kalan, çok fazla sayıdaki Fransızcalar, İngilizceler, İspanyolca-lar’dan birini bilenler, artık birbirleriyle üzerinde yazı bulunan kâğıtlar aracılığıyla anlaşabiliyorlardı. Bu süreçte bir yandan kendi dil alanları içinde yer alan yüzbinler ya da milyonlarca insanın farkına varırken, aynı zamanda sadece o yüzbinler ya da milyonlarla sınırlı bir toplumun bu şekilde kendileriyle aynı evrene ait olduğunun da farkına vardılar. Yayın aracılığıyla bağlı oldukları bu okur-yoldaşlar, kendi dünyevî, muayyen ve görünür görünmezlikleriyle millet olarak hayal edilen cemaatlerin nüvelerini biçimlendirdiler.¹⁹ Protestan ülkelerde İncil’in yerli dile çevrilmesi herhangi bir milliyetçilik motifi olarak görülmemiş, hakiki dinin yayılmasını kolaylaştıran bir etken olarak değerlendirilmiştir. Sonraki dönemlerde dinin egemenliği devam etmesine rağmen, bu tercümeler, matbaacılığın gelişmesi ve kitlesel eğitimin yaygınlaşmasına paralel olarak ana dile tanınan ağırlığın artmasına katkıda bulunmuştur. Bu süreçle eşzamanlı olarak dil, farklı diyalektleri ortadan kaldıran veya onları gölgede bırakan bir üstünlük kazanmış ve daha geniş bir bölgede geçerlilik kazanarak tek tipleşmiştir.²⁰

Özetle,  Anderson’a göre; kapitalizm, teknoloji ve insanlığın dilsel çeşitliliğe olan mahkumiyetinin birbirleriyle buluşmasının yeni bir cemaat tarzının (millet/ulus) hayal edilmesini mümkün kılmış ve bu yeni tarz modern milletlerin temel formunu hazırlamıştır.²¹

Çok faklı türde milliyetçilikler olmasına karşın tüm milliyetçiliklerin ortak bazı özelliklerinin olduğunu düşünen Anthony D. Smith, milliyetçiliklerin dayandığı “çekirdek” doktrinin temel taşlarını ve milliyetçi hareketlerin belli başlı ideallerini şu şekilde özetlemiştir:

Dünya, her biri kendi karakteri ve yazgısına sahip milletlere bölünmüştür.

Millet siyasal iktidarın kaynağıdır ve millete bağlılık diğer tüm bağlılıkları üstündedir.

Özgür olmak için insanlar belirli bir milletle özdeşleşmek zorundadır.

Otantik olmak için her millet özerk olmalıdır.

Dünyada barış ve adaletin hüküm sürmesi için milletler özgür ve güvende olmalıdır.

Bu önermelerden çıkan belli başlı idealler üç tanedir: milli kimlik, milli birlik ve milli özerklik.

Milliyetçiliğin milli irade ya da milli sınırların nasıl belirleneceğine dair bir kuramı yoktur; bunun için diğer ideolojilere gereksinim duyar ve dolayısıyla milliyetçilik, liberalizmden komünizm ve ırkçılığa kadar her türden hareket ve ideolojiyle işbirliği halindedir.²²

OSMANLI, MİLLETİ’Nİ ARIYOR

Bu günün dünyasında bir ülkenin siyasî sınırları ile ifade edilen vatanın kutsallığı oldukça yeni bir inançtır. Bu durum İslam toplumları için de geçerlidir. Türk-İslam kaynaklarında siyasî coğrafya olarak vatanın kutsiyetine dair bir anlayışın izlerine rastlanmamaktadır. Namık Kemal’in Vatan yahut Silistre piyesi ile siyasî dağarcığımıza dâhil olan “vatan ideali” Fransız patriotizminden alınmadır.²³

Vatanseverlik, vatana bağlılığın doğal bir sonucu gibi görünse de gerçekte, tarihsel süreç yapay entelektüel çabaların eseri olarak üretilmiştir. Bir insanın doğal olarak sevdiği anayurdu, doğduğu köy, kasaba, şehir yahut kişisel anılarıyla içi içe geçmiş, somut detaylarıyla iyi bildiği, hayatının büyük kısmını üzerinde geçirdiği küçük bir bölgeden ibarettir. Millî sınırların içinde kalan ve büyük bir çeşitlilik gösteren kocaman bölge ise, milliyetçilik çağından önce sadece ufak bir azınlığın gerçekleştirebildiği seyahatlerle bilinebiliyor, sıradan bir insanın bu bölgeden haberi bile olmuyordu.²⁴

Mecelle müellifi Ahmet Cevdet Paşa, gayri müslimlerin askere alınmasına ve Müslümanlarla birlikte askerlik yapmalarına Osmanlı toplumunda henüz vatan fikri oluşmadığı için itiraz etmektedir. Şöyle der:

“Müslümanlarla Gayr-i müslimlerin birlikte görev yaptığı bir taburun binbaşısı, savaşta askeri gayrete getirmek için ne diyecek? Gerçi Avrupa’da din gayreti yerine vatan gayreti geçmiştir. Ancak bu durum feodal düzenin sona ermesinden sonradır ve onların çocukları da küçükken bu sözü işiterek, pek çok senelerden sonra “vatan sözü” için askerlerini harekete geçirmeye başlamıştır. Ama bizde “vatan” denince, askerin köylerindeki meydanlar akla gelir. Biz şimdi vatan sözünü ortaya koyacak olsak, zaman geçtikçe bizde de Avrupa’daki değerini bulabilir; ama yine de din gayretinin yerini tutamaz.”²⁵

“Osmanlı vatanı” fikri üzerinde oluşturulan Osmanlıcılık, farklı din topluluklarını “kardeş” ilan ettiği için, laik bir yaklaşıma da kapı aralamıştır. Avusturya (Habsburg) İmparatorluğu’nun imparatorluk milliyetçiliğinin (kaiserreich nationalismus) bir benzeri Osmanlı İmparatorluğu’nda Osmanlıcılık (İttihad-ı Osmani) adıyla geliştirildi. Osmanlıcılık fikrinin dayandığı esas imparatorluk bünyesinde yaşayan farklı “millet”leri, “Osmanlı” sıfatı ile tek bir millet haline getirmektir. Bu fikir, doğrudan devlet katında üretilen ve resmen savunulan bir tür milliyetçiliktir. Osmanlı milliyetçiliğinden günümüz Türk milliyetçiliğine intikal eden en anlamlı figür “vatan” idealidir. Eski kullanımda “sıla” anlamına gelen “vatan”, yeni muhtevasıyla bütün siyasî coğrafyayı ifade etmektedir.²⁶

HAYALLERİN KAPIŞMASI: TÜRKİYE’DE MİLLİYETÇİLİK TÜRLERİ

Bir imparatorluğu batırmaya çalışanların kendi etnik gruplarına dayalı milliyetçilik yapmaları, devleti kendi elleriyle batırmaları anlamına gelmekteydi. Bu yüzden Türk milliyetçiliği ancak imparatorluk dağıldıktan, Anadolu’daki Türk unsuru dışında devlet için bir istinat noktası kalmadıktan sonra su yüzüne çıkabilmiş ve “resmi” hüviyete kavuşabilmiştir.²⁷

Türk milliyetçiliklerini ideolojik içeriklerine göre tasnif ettiğimizde şu hatları çekebiliriz:

“Resmi milliyetçilik” veya “Atatürk milliyetçiliği”: “Devlet ve düzen” ideolojisi olarak işleyen, Kurucu/Kurtarıcı Atatürk mitosuna dayalı, otoriter bir sadakat yükümlülüğüyle ve deyim yerindeyse “ezber tekrarıyla” kendini yeniden üreten, modernist ve bir yandan da özgücü ulus-devlet ideolojisi.

Kemalist-sol milliyetçilik veya “ulusal solculuk”: Modern ulusu laikliğin, kalkınmanın/gelişmenin, bağımsızlığın, anti-emperyalizmin hatta kimi örneklerde özgün/yerli bir sosyalizmin inşasının tarihsel öznesi olarak gören bakışlar.

Liberal milliyetçilik: Güçlü bir kapitalizmin, piyasa toplumunun inşasının milliyetçiliğin asli hedefi ve ulusallaşmanın nihai güvencesi sayan, bu hedeflere erişmeye dönük adımları milli gurur nesnesi olarak da öne çıkaran yaklaşım.

Etnisist milliyetçilik: Ana damarını Türkçü-Turancı akımda bulan, Türklüğü kültürel etnisite temelinde tanımlayan, popülist karakteri güçlü ideoloji.

Muhafazakar-milliyetçilik: Çoğunlukla İslamcılıkla rezonans halinde, dine milli kimliğin asli ya da “eşitler arasında birinci” unsuru konumunu veren, genel olarak milliyetçiliği Geleneğin yeniden-inşa yolu olarak anlamlandıran yönelimler.²⁸

Tarih, vatan, millet, milliyet, gelenek gibi kavramların tarifinde, hatta dil ve musiki anlayışlarında ciddi anlaşmazlıklar bulunmakla beraber, temel problem, İslam’a ve Osmanlı mirasına bakışta ortaya çıkar. Bu iki değere bakıştaki farklılık ve kitlelere açılış derecesi, milliyetçi anlayışları Hıra’ya yahut Tanrıdağ’a yaklaştırmakta veya uzaklaştırmaktadır.²⁹

KEMALİST PARANTEZ: ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ

Cumhuriyet Türkiyesi Turancılığı sistematik bir şekilde reddetmiş, milliyetçi ufkunu Anadolu ile sınırlı tutmuştur. Resmi tarih görüşü olarak ortaya atılan Türk Tarih Tezi’ne göre Türkler Anadolu’nun 9.000 yıllık yerleşik halklarıdır.³⁰ 1927 tarihli CHF Nizamnamesi’nde ilk kez partinin cumhuriyetçi, halkçı ve milliyetçi olduğu zikredilmiştir. Kemalizm’in klasik döneminde milliyetçilik tanımı özellikle önemliydi. Öncelikle İttihat ve Terakki iktidarının (ama özellikle de sonlarındaki) Turancı açılımları gündemden tamamen kalktığının bir güvencesi olmalıydı. Çünkü, Türk-Sovyet ilişkilerinin siyasî temelinin en önemli faktörlerinden birisi de buydu.³¹ Mustafa Kemal Atatürk’ün kaleme aldığı Medeni Bilgiler (1930) eserinde Cumhuriyet’in kadrolarının diğer etnik kimliklere bakışı şu şekilde özetleniyordu: Bu günkü Türk milleti siyasî ve içtimai camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış tevsimler, birkaç düşman aleti mürteci beyinsizden maada, hiçbir millet ferdi üzerinde teellümden başka bir tesir hasıl etmemiştir.³²

KİŞİSEL HAYAT HİKAYESİNDE MİLLİYETÇİLİĞE TUTULAN AYNA: SUYU ARAYAN ADAM

Geçen yüzyılın başlarında mektep yüzü görmüş bir genç adam niçin bir Türk milliyetçisi olur? sorusu ekseninde Şevket Süreyya Aydemir (1897-1976)’in otobiyografisi (Suyu Arayan Adam) ile ilgili bazı alıntılar ve François Georgeon’dan  tespitler aktaralım. 1877’de, Türk-Rus Savaşı sırasında ailesi Edirne’ye hicret etmiş olan Şevket Süreyya’nın gençliği bu şehirdeki muhacir mahallesinde geçer. 

Anlattığına göre imparatorluğun eğitim kurumlarında Padişaha gönülden bağlılık, şahsına duyulan büyük bir saygı söz konusudur: “Padişah, en büyük muharip ve Gazi olarak anılırdı ama hiçbir yerde resmi görülmezdi. Sınıfta adı geçerken, ders veren subay kürsü üzerinde doğrulur ve biz çocuklar hep birden ayağa kalkardık.”³³ 

Genç Şevket Süreyya Aydemir zamanla Türk milli kimliğine doğru evrilecektir. Hatıraları bu evrimin kronolojisi ve tarzı hakkında bize önemli bilgiler sunar…

Birinci aşamada; 1912’de, Balkan Savaşları’ndan kısa bir süre önce, “Pantürkçü”lerin ve özellikle Rusyalı Müslüman aydınların yayın organı Türk Yurdu dergisini okumaya başlar. Bu dergide, büyük bir Türk milleti olduğunu, bu milletin tarihinin Osmanlı İmparatorluğu’dan çok önce başladığını keşfeder. Vatan, bundan böyle Turan’dır. Burada önemli olan, Rusyalı Müslüman bir Tatar tarafından kurulan, Rusya kökenli pek çok Türk aydınının katılımıyla çıkarılan Türk Yurdu’nun Osmanlı entelijansiyasına, aslında Osmanlı kültürüne yabancı olan “etnik” bir bakış kazandırmasıdır. Bu “etnik “ bakış, 1908 Devrimi sırasında dirilişine ve kalkınmasına inandığı imparatorluğun izlediği seyrin düş kırıklığına uğrattığı genç bir Osmanlı vatanseverinin beklentilerini karşılamaktadır.

İkinci aşama: Balkan Savaşları (1912-1913): Balkan Savaşları, pek çok kişi için, Doğu Trakya dışında, tüm Rumeli topraklarının Balkan devletleri lehine kaybına yol açmaları nedeniyle dönüm noktasını oluşturur. Türk milliyetçiliği Türk toplumunda, aydınlar ve gençler –özellikle de tüm kerteriz noktalarını kaybetmiş gençler- arasında “yayılmaya” Balkan Savaşları’nda uğranılan bozgunlarla başlar. Aydemir, bozgunlara ve toprak kayıplarına bir çare gibi gözüken “Pantürkçü” akıma kapılır: “Biz çocuklar, şimdi de muallim mektebinin dershanelerinin duvarlarına asılan haritaların başına toplanıyorduk. Osmanlı Afrikası, Yemenler, Hintler, Bosna-Hersek artık gözümüze görünmüyordu. Bir elimizi Balkan geçitlerinin, Tuna-Meriç havzalarının üzerine koyardık. Sonra diğer elimizi, Kırımı, Kafkasyayı, Başkirdistanı, Türkistanı sıralayarak, Altaylara, Çin Türkistanına, Cungariyeye, Altın dağa uzatır: Buralar hep bizimdir! derdik.

Yeni bir aşama: On yedi yaşındayken başlayan Birinci Dünya Savaşı. Pantürkçü düşe kapılmış genç muallim Kafkas cephesinde asker olur. Bu aşamada Aydemir bir memleket keşfeder: Anadolu’yu, “o bilinmeyen Anadolu”yu. Balkan Türklerinin çoğu gibi Anadolu hakkında hiçbir fikri yoktur. Okulda, şiirler aracılığıyla, “dünyanın hazinesi Anadolu”yu, “çağıldayan sular, öten bülbüller, altın başaklar”ı düşlemiştir. Peki, Kafkas cephesine gitmek üzere bu düşsel memleketten geçerken gördüğü ne olmuştur: “Dünya kabusunun, çoktan ölmüş bir parçası”. Muallim olduğundan, çoğunluğu Anadolulu köylüler olan, alayındaki askerlere ders verir. Dinden bihaber olduklarını, cahil olduklarını, vahiy öncesinde Cahiliye döneminde kaldıklarını fark eder: “Turanı kurmak istiyoruz ama hakikatte arkamızda bütün bir Türkiye bile yok […] Hatta ilk iş, belki Turan’dan evvel Türkiye’yi kurmak […]”³⁴

Bu hikayede Şevket Süreyya Aydemir’le aynı kuşaktan çoğu Cumhuriyet aydının da yaşadığı deneyimin bir örneğini görüyoruz: Osmanlıcılık, Turanizm, (Anadolu’yu vatan kabul eden) Cumhuriyet milliyetçiliği. Georgeon, sonuç olarak şu önemli tespitte bulunur: Türk milliyetçiliği bozgunlarla damgalanmıştır. En sancılılarından olan Balkan Savaşları ve 1918 yenilgisi.

Laik Vatandaşlık Dini ve Ulusal Pedagoji

Durkhiem ve Randolph Bourne’nin çalışmalarında ayrıntılı biçimde ortaya konulduğu gibi milliyetçilik kuruluş mitleri, efsaneleri, kahramanları, kutlama ve değişik ayinleri ile laik bir yurttaşlık(civic) dini olma karakterini taşır. Fransa’da 1792 tarihli Meclis kararı uyarınca her komünde inşa edilen sunaklar üzerine yazılan “Vatandaş Vatan için doğar, yaşar ve ölür” ifadesi yer alıyordu. Merasimler, semboller ve mitler milliyetçilik için son derece önemlidir; milletler onlar aracılığıyla kurulur ve yüceltilirler.³⁵

Ulusal teknolojilerin, kültürden aileye, okuldan kamusal alana, kollektif sembollerden ulusal törenlere kadar çok geniş bir alan üzerindeki otoriter yapılandırma etkisi genellikle göz ardı edilmiştir. Bu tabloda ulus devlet, toplumsallığın bir türevi olmaktan ziyade, onu belirleyen faktörlerden biri olarak çıkar ortaya; bir anlamda toplumsal yeniden üretim tekelini hatırı sayılır ölçüde eline geçirmiş bir kurucu aygıt olarak. Ulusal pedagojik yaklaşım bireysel ve maddi dinamikleri kollektif ve idealist hakikat karşısında feda eder. Ulusal pedagoji normalleştirme, yüceltme ve içselleştirme tekniklerinin yardımıyla ulus-bireyi kollektif tasavvurlar içinde eritir. Ulusal pedagoji sadece ulusal bir aile yaratmakla kalmaz; onu otoriter bir kollektif vicdan ile de techiz eder. Cumhuriyet’in törenleri resmi toplumsallaşmanın zeminleri olmanın yanı sıra, uygarlaşma ve uluslaşmanın açıkça sergilendikleri gösterilerdir de.

Özellikle askeri darbeleri izleyen dönemlerde yarı-askerileşmiş bayrak ve yemin törenlerinden saygı duruşlarına, geçit törenlerinden anıt ziyaretlerine, açılışlardan şiir yarışmalarına ve yıldönümü toplantılarına kadar kitlesel pratiklerin önemli bir bölümü bürokratik-geometrik toplumsallaşmanın koyu rengini taşımaya başlamıştır. Bürokratik tören kültürünün en ayırt edici amacı kaotik-bireysellik yerine hiyerarşik-geometrik bir kitleselliğin ikame edilmeye çalışılmasıdır. Ulus-devlet bir yandan içinde bireylerin kendilerini eşit, özgür, kardeşçe hissedecekleri ütopik-cemaati vaat ederken, diğer yandan da yargılayıcı ve cezalandırıcı bir tonda onları görevlerini yerine getirmeye davet eder.³⁶

DÜŞMAN KARDEŞLER: TÜRK VE KÜRT MİLLİYETÇİLİKLERİ

Milliyetçilik’le ilgili tabloyu tamamlayabilmek için Türk milliyetçiliğinin düşman kardeşi Kürt milliyetçiliğine de kısaca değinmek isabetli olacaktır. Aşağıdaki tespitler Hamit Bozarslan’ın “Kürd Milliyetçiliği ve Kürd Hareketi (1898-2000)” başlıklı makalesinden alınmıştır.

1920-1940 yılları Kürd hareketinin en azından Kemalizm kadar Batıcı olduğunu görmekteyiz. Bu yıllarda Kürd milliyetçiliği bir yandan Kürdlerin tarihe ve medeniyete katkıda bulunmuş bir varlık olduğunu ispat etmeye çalışmış, diğer yandan “medeniyet”e varışı Kürd milliyetçiliğinin hedefi olarak kabul etmiştir. Daha sonraki yıllarda Kürd hareketi Kürdlüğü “ezilen bir halk” olarak değerlendirmiş, Maksizm-Leninizm’de kendisini meşrulaştıran bir söylem bulmuş ve sol akımlarla organik bir şekilde iç içe geçmiştir. Kürd hareketlerinin tümü, Kürdlüğü ortak bir harita, ortak bir kurucu efsane (Kawa), ortak bir milli gün (Newroz), ortak bir milli marş (Ey Reqib) ve Irak Kürd lideri Berzenci’den Türkiye PKK’sına varan ortak bir tarih olarak algılamaktadır. 

Kürd milliyetçiliğinin radikalleşmesi ancak Cumhuriyet ‘in ilanından sonra, Kürd-Türk eşitliği ve Hilafetin savunulması gibi vaatlerin terk edilmesinin bir sonucu olarak gerçekleşti. Kemalizme karşı Kürd muhalefeti, en önemlileri 1925 Şeyh Said, 1927-1930 Ağrı ve 1936-1938 Dersim isyanları olan bir dizi isyanda ifadesini buldu.

Cumhuriyet dönemindeki Kürd milliyetçiliğinin iki ayrı muhalefetten beslendiğini görmekteyiz. Bunlardan ilki (batıcı, medeniyetçi, kısmen sosyal-Darwinist) Kürd entelijensiyasının muhalefeti idi. Bu muhalefet devleti Türk olduğu için reddetmekteydi. İkinci muhalefet ise entelijensiyanın “mütegallibe” olarak tanımladığı aşiretler ve tarikatlardan ve genel olarak köylülükten kaynaklanmaktaydı. Bu ikinci muhalefet, devleti Türk olduğu için değil de, Osmanlı geleneğinin tam zıddını temsil eden bir devlet olduğu için reddetmekteydi. Kemalist iktidarın Osmanlıların aksine, başkaldırı sonrası müzakere ve “zımni mukavele” geleneğini (Ş. Mardin) kabul etmemesi kırsal kesimlerin genel bir radikalleşmesine ve milliyetçi/Batıcı entelijensiya ile bir ittifak zemini aramasına yol açmıştı.

Mustafa Kemal’i İstiklal Savaşı sırasındaki Kürd-Türk kardeşliği konusundaki vaadlerini yerine getirmeye davet eden 1923-1938 dönemi Kürd milliyetçiliğinin, “model” ve “düşman” olarak Kemalizm’den etkilendiği söylenebilir. Kemalizm gibi, Kürt milliyetçileri, özellikle Hoybun Cemiyeti de, medeniyet ve tarih-öncesi arasında bir bağ kurmaktaydılar. Kürd entelijensiyası da, ancak, tarihin kodunu içeren tarih öncesi medeniyete katkıda bulunmuş milletlerin tarihte yer alma hakkına sahip olduğunu düşünmekteydi. Hoybun’un bir kitabında dile getirildiği üzere, barbarlığı temsil eden Türklük, Kürtlüğü kendi seviyesine indirgemek, onu ilerlemeden ve tahsilden mahrum bırakmak için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Kürd tarih yazımı Türk tarihçilerinin metodoloji ve postulatlarını sorgulamaktan çok, bunları Kürdleştirmekteydi. Türk tarih yazımı Kürdleri -ve Türklük dışı her türlü referansı- ne kadar dışlıyorsa, tarihi o oranda Kürdleştirmek gerekiyordu. Tarih yazımı böylece hem efsaneleşmekte hem de milliyetçiliğin ihtiyaç duyduğu sloganları yaratmaktaydı.

60’larda klasik milliyetçi temaları terk etmese de, Türkiye’deki Kürd hareketi, de facto milliyetçilik ötesi bir nitelik kazanmakta, kendisini işçi-köylü hareketinin ve emperyalizme karşı savaşan halkların bir parçası olarak algılamaktaydı. Bu ikili boyut, Kürd hareketine hem güçlü bir kitlesel zemin hem de sosyal bir boyut kazandırmaktaydı. Bu nedenle, 1967’de yedi Kürd şehrinde düzenlenen mitingler, milli ve içtimai taleplerin bir arada dile getirildiği yoğun kitle hareketlerine dönüşmekteydiler.

Kürd sorununun “Kürdistan’ın dört parçasının özgür ve birlikte olması sorunu” olduğunu açıklayan PKK, “Kürdistan devrimi”ni şu şekilde tanımlıyordu:

“Kürdistan devriminin milli ve demokratik olmak üzere iki karakteri vardır. Milli çelişki, Kürt halkıyla Türk devleti ve arkasındaki emperyalist güçler arasındaki çelişkidir. Demokratik çelişki, Kürt halkıyla feodal düzen ve gelenekler arasındaki çelişkidir.”  Kürdlükle ilgili sembolik kaynakların en azından yasal olarak olarak yasaklanmış olması şiddet yoluyla görünürlük kazanma stratejisini cazibeli bir seçenek haline getirmekteydi. “İlkel milliyetçilik” sert eleştiriler yöneltmekle birlikte, gerçekte, PKK esas olarak şiddete ve fedakarlığa dayalı milliyetçi bir söylem de geliştirmekteydi. Bu milliyetçiliğin en azından üç kaynağı olduğu söylenebilir. Bunlardan ilki, bir model olarak Ortadoğu’daki hakim ve otoriter rejimlerin milliyetçiliğiydi. Diğer azınlık milliyetçiliklerinde olduğu gibi, Kürd örneğinde de devletin resmi ve mecburi milliyetçiliğinin kelimenin her iki anlamıyla bir mektep oluşturduğunu söyleyebilmek mümkün. Radikal hareketler, en azından belli bir dönem boyunca, başkaldırdıkları siyasî rejimlerle bir devamlılık içinde gelişirler. Otoriter devletlere karşı başkaldırıların büyük bir kısmının otoriter bir nitelik taşımasına şaşılmamalı. Otoriter bir devlet, radikal muhaliflerinin eğitimlerini gördükleri, sloganlarını, sembollerini, siyasî sentakslarını öğrendikleri bir okul mahiyetine sahiptir. Siyasî kültürün oluşmasında belirleyici rol oynayan otoriter bir devlet, aynı zamanda bu kültürün kendisine karşı başlayan başkaldırılar yoluyla da yeniden üretilmesini sağlar. Bu eğitmenlik rolü PKK’nın –ve Öcalan’ın büyük ölçüde kutsallaşmasını sağlayan- Kürd toplumunun zihni evrenini de kavramamızı sağlamaktadır. PKK’nın başarısı sadece devlet şiddetine karşı bir şiddet üretmesinde değil, aynı zamanda Kemalist sembolleri Kürdleştirebilmesinde aranmalıdır. Bu “Kürdleştirme” sürecinde “toprak”, “uğrunda ölenler”in olması koşuluyla “vatan” haline gelebilmekteydi; ancak “ordu-millet”leşen, yani bir askeri irade ve disipline sahip olan bir halk “millet” sıfatına layık görülebilirdi. “Direniş” öncesi zaman dilimi, yani, yozluk, esaret ve çöküşle damgalanan geçmiş, ancak “mazi” olarak tanımlanabilirdi; tarih ise “Direniş” le başlayan dönemi içermekteydi. “Köle Kürd” yani mevcut Kürd’den ancak “nefret edilebileceği”nden yola çıkan PKK, silahlı mücadeleyi homo kurdicus’un yaratılmasının koşulu olarak görmekteydi. Türklerin “tanrılaşan” Mustafa Kemal’ine Kürdler “Güneşleşen” Abdullah Öcalan ile cevap vermekteydiler. Mustafa Kemal gibi Abdullah Öcalan da doğrunun, güzelin, evrenselin kaynağı ve tek kıstası, bilimin ve evrenselliğin tek referansıydı. Apoculuk Türklüğün Kemalist mistisizmine bir alternatif oluşturularak Kürdlüğün yeniden icat edilmesiydi.³⁷

KUR’AN’DA TOPLULUK

Âl, Ehl, Benun/Benin, Kabile, Şa’b, Aşiret, Kavim, Ümmet, Millet, Karn, Hizib/Ahzab, Şia, Fırka, Mele’, Cund/Cunud kavramları Kur’an’da geçen sosyal-siyasal gruplaşmalarla ilgili kavramlardır. Vecdi Akyüz, bu kavramların Kur’an’da hangi anlamlarda kullanıldığını şu şekilde açıklamaktadır:³⁸

Âl; destekçi/yandaş, soy aile,

Ehl; topluluk(halk, ümmet, aile, çevre/taraftar), sahip, ehil/layık, din,

Benun/Benin; evlat/oğullar, yandaşlar/destekçiler,

Kabile; birbirini kabul edenlerin oluşturduğu topluluk,

Şa’b; meşhur bir babaya/ataya dayanan çok sayıdaki insan topluluğu,

Kavim; soybirliği, topluluk/grup/kimseler/halk, kişiler/kimseler,

Ümmet; topluluk, millet, zaman, önder, din,

Millet; din,

Karn: aynı zamanda, aynı zaman dilimi içinde, aynı dönemde yaşayan insanlar,

Hizib; belli bir görüşü benimseyerek başkalarından farklılaşan, güçlü bir grup,

Şia; bir konuda fikir birliği etmiş, aynı inanç ve davranış ilkelerine sahip grup,

Fırka; grup, bölük, küme,

Mele’; bir toplumun eşrafı, ileri gelenleri, önderleri, asilzadeleri, soyluları, aristokrat tabakası, fikir danışılan kimseleri, beyleri, yöneticileri, kodamanları demektir.

Cund/Cunud: Taşlı sert/kaba toprak anlamındaki c-n-d kökünden türeyen cund, çok sayıdaki topluluk anlamındadır.

Bu kavramları değerlendirirken Batı’daki topluluk (community) ve toplum (society) kavramları üzerindeki vurguları dikkate almak ufuk açıcı olabilir. Topluluk’un  (community) 19. yüzyıldan itibaren doğrudanlık ya da yerellik anlamı, daha büyük ve daha karmaşık sanayi toplumları bağlamında güçlü biçimde gelişmiştir. Community normalde birlikte yaşama deneyleri için seçilen bir sözcüktü. Hâlâ da bu anlamda kullanılır. Community’nin daha doğrudan, top­tan ve dolayısıyla daha anlam ilişkileri ile, State(devlet) ‘in ya da mo­dern anlamıyla society’nin [toplum] daha biçimsel, daha soyut ve araçsal ilişkileri arasındaki 19. yüzyılda gitgide daha çok ifade edilen karşıtlık, Tönnies (1887) tarafından Gemeinschaft ile Gesellschaft arasında karşıtlık olarak tanımlandı ve bu terimler artık diğer dillerde bazen çevrilmeden kullanılıyorlar. Society (toplum) İngilizce’ye 14. yüzyılda eski Fransızca yakın kök société, Latince societas’ tan, o da Latince kök sözcük socius’tan -arkadaş- geçmiştir. 18. yüzyılın sonlarında ortak yaşam düzeni anlamında society (toplum) başat durumdaydı.³⁹

Özetle, yukarıda paragraf, modernlik öncesinde daha yüz yüze ilişkilerle süren bir topluluk hayatı temel form iken, modernleşme ile birlikte ve ulus-devlet düzeninde daha karmaşık, soyut, niceliksel olarak çok sayıda ve geniş bir coğrafyaya yayılmış insanların oluşturduğu “toplum”dan bahsedebileceğimizi ifade ediyor.

Nüfus artışları, şehirleşme, modernleşme vs. nedenlerle insanların gruplaşma ve ilişki biçimleri sürekli değişiyor. İçinde bulunduğumuz koşullarda ulus-devletlerin şekillendirdiği bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir dünyada ve aslında tüm insanlık tarihine de teşmil edebileceğimiz biçimde Kur’an, yolumuzu kaybetmemeye yetecek esasları bildiriyor:

“Ey insanlar, hakıykat biz sizi bir erkekle bir dişiden yaratdık. Sizi, (sırf) birbirinizle tanışmanız için büyük büyük cem’iyyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki sizin Allah nezdinde en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır. Hakıykaten Allah her şey’i bilen, her şeyden haberdar olandır.”⁴⁰

 Elmalılı Hamdi Yazır, bu ayet için şu açıklamalarda bulunuyor:

Ey insanlar haberiniz olsun ki biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Âdem ile Havva’dan yahud her birinizi bir ana ile bir babadan yarattık, yani bu yönden hepiniz eşitsiniz, birbirinize karşı övünmeye veya şu kavim, bu kavim diye aşağılamaya hak yoktur. Bu sebeple bir insanlık kardeşliği vardır ki o bile öyle alay etmeye ve birbirinin etini yercesine gıybete mani olmak gerekir. Ve sizi şa’blar ve kabileler yaptık ki tanışasınız, yani soylarınız, atalarınızla iftihar için değil birbirinizi soyu sopu ile tanıyarak ona göre yardımlaşmanız içindir. […]

Netice olarak bir erkekle bir dişiden yaratılıp da şuûb ve kabilelere ayrılış, darılıp darılıp dağılmak ve döğüşmek, söğüşmek için değil, tanışıp yardımlaşarak sevişmek ve güzel ahlakları tatbik ederek daha büyük daha güzel cem’iyyetler meydana getirip korunmak içindir. Zira muhakkak ki Allah indinde en itibarlınız, en takvalınızdır, nefislerin olgunlaşmasının ve şahısların mertebe ve derecelerinin bütün medarı takvadır. Şu veya bu kimsenin nesebinden veya filan kavmin soyundan olmak değildir.

“Sûra üfürülünce artık aralarında neseb yoktur.”⁴¹

Yine bir hadis, Veda Hutbesi’nde Rasul-i Ekrem’in şu sözleri de müslüman kişinin istikametini sarahatle göstermektedir: “Ey İnsanlar! Rabbınız birdir, babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın, Arap olmayana takva dışında bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük, ancak takva iledir. Allah yanında en makbul olanınız, en muttaki olanınızdır.”⁴² 

YÜZ YIL ÖTESİNDEN BİR SES

Geçen yüzyılın başlarında, bugün de geçerliliğini koruyan, İslâmcılarla Türkçüler arasındaki ebedî/ezelî karşıtlığın örneği olarak gösterilen Babanzade Ahmed Naim Bey (1872-1934) ile Ahmet Ağaoglu (1869-1939) arasındaki polemikte, merhum Ahmed Naim Bey’e kulak verelim:

“Bizim iddiamız şudur: Irkçılık davası -Musa Kâzım Efendi Hazretleri’nin buyurdukları gibi- şer’an kötülenmiş ve reddedilmiştir. Şerî tabirine göre bir cahiliyet devri davasıdır. İslâm’ın kıvamı ve devamlılığına, müslümanların refah ve saadetine en müthiş darbedir. Özellikle hemen hemen bütün İslâm diyarı küfür diyarına dönüşmüşken buradaki bir avuç Müslümanın “ben Türküm, ben Arabım, ben Kürdüm, ben Lazım, ben Çerkezim” gibi iddia ve sebeplerle birbirlerine karşı olan sevgi ve dostluk bağlarını zerre kadar gevşetmeleri -hele düşmanlarımızın tecavüz ayağı tâ kalpgâhımıza bastığı bir sırada- cinnettir ve millî asabiyet bayrağını ellerinde tutanların aldığı mânaca da vatanperverliğe aykırıdır. […]

Türkçülük savunucularını, imamlarını, önderlerini, ulularını ikiye bölünmüş görüyoruz: Bir takımı halis “Türkçü”, diğer takımı ise “Türkçü-İslâmcı”dır.

Halis Türkçüler büsbütün yeni bir “mefkure” (müşterek gaye demek olacak) ihdas etmek, biraz eski ananelerle münasebet bağını keserek, yeni ananeler vücuda getirmek, “yeni bir iman” ile “yeni bir kavim”, ‘yeni bir millet” meydana getirmek iddiasındadırlar. (...) “Türkçü-İslâmcı” olan diğer ulular ise ne serden, ne yardan geçemiyorlar. İslâmî mefkure ile millî mefkurenin hiçbirini feda etmek istemezler. Birincilerle burada uzun uzadıya münakaşa etmeyi abes görüyoruz. Açıklamak istedikleri şey açıkça dinsizlik mefkuresidir. Halkın dinini çekip çıkarıp yerine ona denk başka bir şey ikame edilemeyeceğini, ilâ-yı kelimetullah uğruna kılı kıpırdamayan bir herifin tâ Kamçatka yaylalarındaki ırkdaşları için silaha sarılamayacağını, bin yıldan beri kardeşimdir dediği, bin yıldan beri üzüntü ve sevincine ortak olduğu, uğrunda hayatını feda etmekten çekinmediği din kardeşini bırakan bir kimsenin Sibirya’nın bilmem hangi boz ovalarında Hıristiyan mı, Şamanist mi belli olmayan Yakut kardeşini sevemeyeceğini düşünemeyen; Türklerin ikbal devrinin İslâm dinine sıkı sıkıya bağlanma devirlerine rastladığını, gerilemesinin ise iman ve akidenin gerilemesinden itibaren başladığını gizleyen kişilerle münakaşa etme yeri herhalde bu makale değildir. […]

Yalnız bir noktada yanılıyorlar: “Türklük camiası İslâm camiasını takviye eder. Asabiyet davası İslam’a mugayir değildir, iki mefkure bir diğerine zahmet vermez, aksine bir diğerini tamamlar ve vücut bulmasını kolaylaştırır. Ne yazık ki iman ve İslâm’dan nasibini almamış olan birçok genci hiç olmazsa millî ve vatani hamiyet adına İslâm’a ısındırmaya çalışabiliriz” diyorlar. “Dinî iman”ın yanı başında bir de “millî iman” ikame ediyorlar. Hatta içlerinde iman ve İslâm’a olan sıkı bağlılıklarında hiç şüphe etmediğim bazı kişilere tesadüf ettim ki “milliyetle övünmek İslâmî duyguya hiç zarar vermez, aksine bir insan - isterse müslüman olsun - diğer milletlere karşı bir varlık gururu duygusuyla övünürse pek yüksek bir terakki mertebesine ulaşır” diye cidden inanmaktadır. […]

Çünkü bir gaye, gaye olabilmek için aşk derecesinde sevilmelidir. Elbette tasdik edersiniz ki aşk bölünme ve parçalanma kabul etmez, iki gaye takip eden kimse mutlaka birini daha ulvi bir gaye kabul ettikten sonra diğerini onun içinde eritecek, kaynatacak ve iki gayeden altta olanım en ulvi tanıdığı gayeye olan alakası nisbetinde sevecektir. […]

Irkî asabiyetin şer’an nehyedilenlerden olması, dünyada en uç gaye olan müslümanların birliğini vücuda getirmek içindir. [...] Bilirsiniz ki dünyadaki bütün bu ihtilaflar ve çekişmelerin kaynağı ya iki bâtılın, ya hak ile bâtılın temayüz etmesidir. İslam arasındaki ihtilaf ve çekişmelerin yekûnuna bir şey daha eklemeyiniz. Binaenaleyh en sâlim olanı seçerek “Türk ananeleri” diye İslâm binasını yıkmaya çalışmış bir takım müşriklere tapınmayı menetmek, vaftiz isimlerine benzeyen garip isimlerden vaz geçmek, Ergenekon’ları bir daha tazelememeye samimi bir tevbe ile tevbe etmek “Türk ve müslüman”, yahut “müslüman Türk” tabirleri gibi başkalık mânasını vehmettiren çirkin atıflardan sarfınazar etmek, hasılı ayrılık korkusunu verecek her türlü tavır ve hareketten kaçınmak şartıyla Muhammedi (sa) şeriatın çizdiği selâmet ve saadet dairesi içinde Türkler için istediğiniz kadar çalışınız, Türkleri istediğiniz kadar irşad ediniz. Yalnız dikkat ediniz ki irşadlarınız, hizmetleriniz “Türklük” adına değil, “müslümanlık” adına olsun. “Türkler” hitabı yerine daima “müslümanlar” hitabını kullanınız. Hulasa Türklüğe değil, zaten müslüman olan Türklere hizmet ediniz.⁴³

MİLLİYETÇİLİK: HALA ÇOK FLU

Umut Özkırımlı’nın Milliyetçilik Kuramları isimli kitabı ışığında Türköne, milliyetçilik hakkında hala sürmekte olan tartışmaları şu şekilde sıralamaktadır: Milletlerin ve milliyetçiliğin modernleşme süreçleri ile ilişkisi nedir? Milliyetçilik mi devleti oluşturur, devlet mi milliyetçiliği? Siyasî merkezileşmenin, örneğin etkinleşen bürokratikleşmenin, vergilerin devletçe toplanmasının, merkezi orduların kurulmasının, askerliğin vatandaşlık görevi haline gelmesinin milliyetçiliğin doğuşuna ne ölçüde etkisi vardır? Milliyetçiliğin ortaya çıkmasında ekonomik gelişmelerin, örneğin kapitalizmin yaygınlaşmasının ya da Sanayi Devrimi’nin rolü var mıdır? Milletler geçmişteki etnik toplulukların uzantısı mıdır? Yoksa milletler ve milliyetçilik iktidar kavgalarında kendine üstünlük sağlamak isteyen çıkar gruplarının “yarattığı” mitlerden mi ibarettir? Milliyetçilik, seçkinlerin halk kitlelerini uyutmakta kullandıkları bir araç, bir tür “afyon” mudur? Milliyetçilik bir “yanlış bilinçlenme” midir?⁴⁴

SONUÇ

Bu yazıda millet ve milliyetçilik, Türkiye’de yaşanmış milliyetçilik deneyimleri, İslamcılar ve İslami Kaynaklar açısından milliyetçilik ile ilgili önemli gördüğüm bazı makalelerde yer alan tespitleri toparlamaya çalıştım. Milliyetçilik için Cumhuriyet Dönemi’nin hegamonik ideolojisidir demek yanlış olmaz ve ulus devletin pedagojik araçları(örgün eğitim, resmi törenler, anıt ziyaretleri, yıl dönümleri vs.) yardımıyla yerleştirilmeye çalışılan resmi söylemin, toplum tarafından bir derece “yerlileştirilmesi” ile belli bir popülerlik kazandığı da aşikar. Bu nedenle toplumumuzda görülen popüler reflekslerin önemli bir kaynağı durumunda milliyetçilik.

İslam’ı diğer dünya dinleriyle karşılaştıran müsteşrik William Montgomery Watt (1909-2006), İslam’ın ayırt edici özelliğinin farklı ırkların ve halkların karışımı olması ve bunlar arasında güçlü bir uyum ve kardeşlik ideali yaratması olduğunu belirtiyor.⁴⁵ Buna karşın bu topraklarda yaşanan deneyim, “‘sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” yaratma idealinin peşinde “darılıp darılıp dağılmak ve döğüşmek, söğüşmek” olmuş, “tanışıp yardımlaşarak sevişmek ve güzel ahlakları tatbik ederek daha büyük daha güzel cem’iyyetler meydana getirip korunmak” imkanı tahrip edilmiştir. □

KAYNAKÇA:

1. Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce - Cilt IV (Milliyetçilik), 2008, İletişim Yayınları içinde:

Sunuş, TANIL BORA, Türk Milliyetçiliği Üzerine Düşünceler: Suyu Arayan Adam’ı Yeniden Okurken, FRANÇOIS GEORGEON, Kemalist Milliyetçi ligin Bulanık Suları, CEMİL KOÇAK, Devletin Manevi Şahsiyeti ve Ulusun Pedagojisi, FETHİ AÇIKEL, Tanrıdağ’dan Hira Dağı’na Uzun İnce Yollar, BEŞİR AYVAZOĞLU, Kürd Milliyetçiliği ve Kürd Hareketi (1898-2000), HAMİT BOZARSLAN.

2. Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce - Cilt VI (İslamcılık), 2005, İletişim Yayınları içinde:

İslamcılıktaki Mlliyetçilik, GÖKHAN ÇETİNSAYA, Milliyetçilik ve Türklük Üzerine, A.N.BABANZADE.

3. Milletler ve Milliyetçilikler, derleyen: Mümtaz’er Türköne, 2012, Etkileşim Yayınları içinde:

Milletler ve Milliyetçilijler, MÜMTAZ’ER TÜRKÖNE, Millet Nedir?, ERNST RENAN, Millet, MAX WEBER, Milletin Savunusu, ANTONY D. SMITH, Millet Nedir?, ERNEST GELLNER, Milli Bilincin Kaynakları, BENEDICT ANDERSON, Milliyetçilik ve Self-determinasyon, ELIE KEDOURIE, Milliyetçilik Fikri, HANS KOHN, İttihad-ı İslam, İttihad-ı Osmani ve Milliyetçilik, MÜMTAZ’ER TÜRKÖNE Millet, MUSTAFA KEMAL ATATÜRK.

4. Anahtar Sözcükler, Raymond Williams, İletişim Yay.

5. Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi

6. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır.

***

Dipnotlar:

1. Williams, 257.

2. Kedourie, 114.

3. Kohn, 131.

4. Türköne, 21.

5. Türköne, 29.

6. Renan, 57.

7. Weber, 63-65.

8. Smith, 72.

9. Bora, 15.

10. Gellner, 87.

11. Kohn, 132.

12. Türköne, 16-22.

13. Türköne, 30.

14. Kohn, 131.

15. Anderson, 98-99.

16. Anderson, 101-102.

17. tr.wikipedia.org/wiki/Celadet_Ali_Bedirhan.

18. Kohn, 134.

19. Anderson, 102.

20. Kohn, 135.

21. Anderson, 105.

22. Smith, 73-74.

23. Türköne, 19.

24. Kohn, 135.

25. Türköne, 19.

26. Türköne, 32-33 ve 222.

27. Türköne, 30.

28. Bora, 19.

29. Ayvazoğlu, 577.

30. Türköne, 36.

31. Koçak, 38.

32. M. K. Atatürk, 265.

33. Aydemir, 1959:43; Georgeon, 25.

34. Aydemir, 1959:66, 80, 112-113, 116; Georgeon, 27, 30.

35. Türköne, 22; Smith , 73.

36. Açıkel, 120- 136.

37. Bozarslan, 842-864.

38. Akyüz, 157-200.

39. Williams, 353-357, 91-92.

40. Hucurat, 13. ayet.

41. Mü’minûn, 101. ayet.

42. Müsned-i Ahmed b. Hanbel; Heysemî, Mecmau’z-Zevaid.

43. Babanzade, 1081-1083.

44. Türköne, 31.

45. Türköne, 210.

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ