Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyetine Modernleşme Süreci—2 - rahle.org

Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyetine Modernleşme Süreci—2 - rahle.org

Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyetine Modernleşme Süreci—2


Facebookta Paylaş
Tweetle

Bekir YOLCU

 

d. Tanzimat Modernleşmesinden Cumhuriyet Türkiyesine

“Avrupalı seçkinler yerli ahaliden seçkinler yetiştirmeyi kendilerine iş edindiler. Yetişkinlerden yetenekli olanları ayırdılar. Onların gövdelerini Batı kültürünün ilkeleri ile dağladılar. Ağızlarına deve hamuru misali büyük laflar soktular.  Bunlar, sömürgeci ülkede kısa bir müddet kaldıktan sonra bütünü ile değişmiş olarak anayurtlarına dönüyorlardı.

Canlı yalan makinelerinin kardeşlerine söyleyecek lafları kalmıyordu. Sözleri yankılardan ibaretti. Paris’ten, Londra’dan, Amsterdam’dan biz, ‘Pantenon! Kardeşlik!’ Dedikçe, Afrika’nın yâ da Asya’nın her hangi bir yerinde “…tenon …deşlik” yankıları duyuluyordu .

Bu bizim altın çağımızdı!”¹

Tanzimat Fermanı, Osmanlı modernleşmesinin dönüm noktasıdır. Lale Devriyle başlayan süreç Tanzimat Fermanı’yla hayatın bütün alanında batılı gibi olmak şeklinde somutlaşmaya başladı. Öykünmeci, teslimiyetçi batılılaşma-modernleşme süreci ise Cumhuriyet’le kemale erdi. Modernleşme devletin güvenlik sorunuyla birlikte yürümüştür. Bu durum sadece Tanzimat Fermanı için değil, diğer ıslahatlar ve gelişmeler için de geçerlidir. Tanzimat Fermanı, Mısır ordusunun Kütahya’ya gelmesi üzerine, Islahat Fermanı Kırım Savaşı’nın bedeli olarak, 1876 Kanun-i Esasi Tersane konferansı sırsında yayınlanmıştır. 

Avrupalıların Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmasını önlemek, azınlıklara birtakım haklar vererek devlete bağlamak, devlet aleyhine çıkan isyanlarda Avrupalıların desteğini almak ve devletlerarası çekişmelerde müttefik devletler edinebilmek amacıyla fermanlar, ıslahatlar ve kanunlar yayınlanmıştır. Dış baskılar ve iç sorunların şekillendirdiği süreç devletin yaşayabilmesi için modernleşmesinin gerekliliğiyle somutlaştırılmıştır. 

Ulemânın ve sarayın kendi çabalarıyla ulaşmaları ve yetkinleştirmeleri gereken hukuksal taleplerin batılı ülkelere yaranmak için bir Tanzimat olarak sunulması, Osmanlı siyasetinin tıkandığı noktayı ele vermesi açısından oldukça ilginçtir. Ne yazık ki bu anlayış, günümüze değin sürdürülecek ve ülke halkının yararına olan her iç politik değişim mutlaka dış politik bir baskı ya da Batı ülkelerinden koparılması düşünülen bir taviz veya çıkara endekslenecektir.

Fermanda yer alan esasların kaynağı ile ilgili spekülasyonlardan en çok bilineni, İngiltere dışişleri bakanı Palmerston ile Mustafa Reşit Paşa arasındaki mülakata dayanarak, fermanın ilham kaynağını İngiltere’ye götürme çabalarıdır.² Bütün bu tartışmalara rağmen ortada olan bir şey vardır ki oda 1838 Balta Limanı Anlaşması’yla başlayan ülkenin İngilizlere peşkeş çekilmesi sürecinin genişletilerek diğer batılı devletlerinde faydalanabileceği şekilde fermanın içeriğine yansıtılmış olmasıdır.

Tanzimat Fermanı 3 Kasım 1839 Pazar günü, şair Şinasi’nin “Medeniyet Resulü” diye övdüğü Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa tarafından Gülhane Bahçesi’nde Hatt-ı Hümayun olarak okundu. Fermanın okunuşunda padişah ile birlikte devletin ileri gelenleri, farklı ülkelerden elçiler, gayrimüslim cemaatlerin temsilcileri ve halk da bulunmaktaydı. Ferman ile padişah, müslim-gayrimüslim farkı gözetmeden bütün tebaasına can, namus, mal emniyeti verdiğini, vergilerin artık adil bir şekilde toplanacağını, askerlik görevine sınırlama getirileceğini söylüyordu. Fermanda yer alan diğer hükümlerle birlikte verdiği “imtiyazat”a kendisinin de riayet edeceğini, riayet etmeyenlere ceza uygulanacağını belirtiyordu. Fermanda yer alan esasların yeniliği ve geniş bir reform programının ana hatlarının verilmesi yanında metni önemli hale getiren en temel özellik; kâğıt üzerinde kalmaması, vaaz ettiği hükümlerin hemen hepsinin uygulanmasıdır. Şeriata ısrarlı atıflarda bulunması, muhafazakâr tepkileri baştan önlemek ve devletin temel meşruiyet zeminine biçimsel de olsa sadık kalmak niyetiyle olmuştur. Müslümanlarla gayr-i Müslimleri eşit ilan etmekle, Müslümanları devletin aslî unsuru olmaktan çıkararak, Osmanlı Devleti’nin İslami vasfını aşındırmış oluyordu. Böylece devletin sahibi Müslümanlar olmaktan çıkıyor, bulanık ve karışık bir “Osmanlı Milleti” kavramı ortaya atılıyordu.

Müslümanlarla gayri müslimler arasındaki eşitliği (müsavat) tesis eden bir belge olarak yorumlanması klasik Osmanlı toplumsal örgütlenmesini kökten sarsıyordu. O güne kadar cari olan Şer’i hukukun hükümlerine göre kamu görevleri gayrimüslimlere kapalıydı. Müslüman olmayanlar haraç ve cizye öderlerdi. Bir gayr-i Müslim, Müslüman’ın taraf olduğu bir davada şahitlik yapamazdı. Müslümanlara has kıyafetleri giyemezler, ata binip silah taşıyamazlar, dini ibadetlerini Müslümanların gözü önünde icra edemezler, çan çalamazlar, evlerini Müslümanların evlerinden yüksek yapamazlar, açık renge boyayamazlardı. Devlet Tanzimat ruhuna uygun olarak azınlıkları yüksek hizmetlere getirmiş, onlardan tercümanlar, sefirler, müşavirler hatta pek çok nazırlar yetişmiştir. Fakat bu yetkiler azınlıkları Osmanlı devletine bağlamamış tam tersine onların devletten ayrılma duygu ve düşüncelerini tetiklemiştir. Aynı zamanda gayr-i Müslimlerin Tanzimat’ın sunduğu imkânlarla palazlandığını da görmekteyiz. Tanzimat paradoksal bir biçimde amaçlandığı gibi Müslüman halkın değil, azınlıkların işine yaramış; hukuksal eşitliklerden yararlanırken, beri yandan askerlik hizmeti yapmayan Hıristiyan halkın böylece nüfusları ve buna bağlı olarak da ekonomik güçleri artmıştır. Devletin batılı devletlerin çıkarlarına koşulmasına paralel olarak ise ülke içerisinde hem fonksiyonları güçlenmiş hem de sömürüden pay alarak iktisaden palazlanmışlardır. Buna karşılık kapitalist sanayi karşısında açık pazar haline gelen Osmanlı ülkesinde, zaten kıt olan yerli imalathaneler de kısa sürede çökmüş, böylece özellikle Müslüman halk giderek yoksullaşmıştır.    

Bütün Tanzimat döneminde, her alanda girişilen reformlarda “eski”yi tamamıyla ortadan kaldırmak ve yerine yenilerini ikame etmek gibi bir yol takip edilmemiştir. Siyasette, kültürde, hukuk ve adli düzenlemelerde ve eğitimde ikili bir yapı ortaya çıkmıştır. Medresenin yanında mektep, Nizamiye mahkemelerinin yanında Kadı yargılaması, Fransız Ceza Kanunu yanında Şer’i hukuk, Batı kültürü yanında canlanan Doğu kültürü Tanzimat’ın genel panoraması gibidir. Tanzimat dönemi hep bu ikili yapılara dayanır. Uygulamalara ve kendi ifadelerine bakarak Tanzimatçıların “kaide-i tedriç” adı verdikleri ılımlı bir reform anlayışı takip ettiklerini görürüz. Devleti yaşatmak ve güçlendirmek için reform programları uygulamak bir zarurettir; ancak bu reformlar eskiyi yıkmadan, tedrici bir yok oluşa sürükleyerek uygulanacaktır. Medreseler de tartışıldığı halde hiçbir reformun uygulanmaması, mali kaynaklarının ve mezunlarının iş imkânlarının daraltılmasıyla kendi kendine yok oluşa terk edilmesi, bu politikanın örneğidir. Tanzimat’la başlayan ikili yapı 1840 Fransa’dan tercüme edilen ceza kanunuyla devam etti. 1841’de ise yine Fransız modeline uygun bir ticaret kanunu hazırlandı. Fransız Medeni Kanunu’na benzer bir medeni kanun yapmak için de hazırlıklara girişildi. Ulemâ, bu tür kanunlaştırmaları tenkit etmeye başlayınca Meclis-i Vala’dan ticaret kanununun şeriata uygun olup olmadığı sorulduğu zaman, M. Reşat Paşa “Şeriat’in bu konuda yapacak bir şeyi yoktur.” diyerek tepki gösterdi.

Tanzimat Fermanı’nın bütünlük içinde incelenmesi,  pratiğe aktarılışındaki yansımaları ve tarihsel süreçte doğurduğu neticeleri bakımından tahlil edersek şunları söyleyebiliriz:

Tanzimat Fermanı’nın bütününün içinde, bürokrasinin yabancı menfaatlere alet oluşu ile kendi menfaatlerini gözettiği dikkatlerden kaçmaz. 

Hukuk devleti ideali, bir hedef değil vasıta olarak benimsenmiştir. Hukuk devleti tesis edilirse ferdi kabiliyetler ve hukukun emniyet altına aldığı üretim ve ticaret artacak böylelikle devlet toparlanacaktır.  

Mustafa Reşit Paşa ve onun ardından Ali ve Fuat Paşalar gibi Islahat’ı gerçekleştirenler; Batı’nın askerî ve idarî yapısını Osmanlı Devleti’ne aktarırken Batı’nın günlük kültürü de etkin bir biçimde Osmanlı topraklarına girmiştir. Giyim, ev eşyası, paranın kullanışı, evlerin sitili, insanlar arası ilişkiler… “Avrupaî” olmuştur.

İktidar saraydan alınarak bürokrasiye devredilmiştir. Sarayın yetkileri bürokrasi karşısında sınırlandırılmıştır. Reşit Paşa, saraya rağmen ve batılı güçlerle işbirliği yaparak, sarayın yetkilerini bürokrasiye aktaracak bir yapısal girişimin başlatıcısı olmuştur. Öyle ki Cumhuriyet bürokrasisi dahi bu temel üzerinde oluşarak şekillenecektir. Devletimizin sahipleri, sorumluları bu gelenek içinde zamanla değişmiştir. Tanzimat’tan önce Kapıkulları, Tanzimat’la birlikte diplomatlar, 1871’den itibaren mülkiye sınıfı, 1908’den sonra da ordu olmuştur. 

Batılı kavramlar, kurumlar arka planda yer alan mantıki bütünlüğünden soyutlanarak, şeklî olarak alınmış, yerel uygulanışı ile Batı’daki karşılığı bitmez tükenmez ve verimsiz tartışmalara konu olmuştur.

1838 Ticaret Anlaşması, Osmanlı sanayii ve ticaretini Avrupa’nın denetimine sokmuştur. 1855 yılı istikrazının (borçlanmanın) kefaleti ise aynı şeyi maliye alanında yapmış oluyordu. Bunun yanında yabancı devletlerin hazırladığı ve Bâbı Âli’nin kabul etmek zorunda kaldığı ıslahat programını Osmanlı Devleti, Tanzimat Fermanı adı altında dünyaya açıklamakla, hükümranlık haklarını yalnız şekil yönünden kurtarmış oluyordu. Gayri Müslimler Tanzimat’a ek olarak daha çok ayrıcalıklar elde ederken fermanın Müslümanlar üzerinde bıraktığı tesir yıkıcı olmuştur. Her şeyden önce Osmanlı Devleti’nin artık İslam devleti niteliğini kaybettiği düşünülmekteydi. Bu yüzden Müslümanların devlete duydukları bağlılık, hatta özdeşlik duygusu büyük bir yara almıştı. 

1856 süreci Yeni Osmanlıları ortaya çıkardı. Bu dönem aydınları Batı’nın hızla yükselişini seyreden, anlamaya çalışan, kendi toplumlarını ve devletlerini mukadder görünen felaketten kurtarmak için kıvranan, mutlaka bir şeyler yapılması gerektiğine inanan ve aklına gelen her çareye sarılan panik halindeki aydındır. Resmi batılılaşma politikasını başlatan bürokratlar, nasıl Tercüme Odası ve batılı eğitim kurumlarında yetişmişse Tanzimat’ı birçok açıdan yetersiz bulan Genç Osmanlılar da aynı çevrede oluşmuştur. Genç Osmanlılar, Tanzimatçıların sömürü olgusunu anlayamadıklarını, Batı’ya maddi ve manevi olarak bağımlı bir sınıf oluşturduklarını ve sınıf içgüdüsüyle davrandıklarını, kendi kültürlerini ihmal ettiklerini; buna karşılık ise ancak yüzeysel anlamda Batılılaştıklarını, Batı’dan neyin nasıl alınacağına dikkat etmediklerini söyleyerek eleştirilerini bu alanda yoğunlaştırmışlardır. Genç Osmanlılar, Tanzimat’ın açtığı yolda, Tanzimatçıların bir sistem transferi anlayışına batı yandaşlıklarına karşı bilinçli bir batılılaşmayı; İslami temeller üzerinde evrimleştirilmesi gereken ve Osmanlı paradigmasını dikkate alan, ama yine de sistemli olmayan bir anlayışı savunmaktaydılar. Bu nedenle genelde Osmanlıcı diyebileceğimiz bir siyasal birlikteliği amaçladılar. Ancak altlarında bulundukları zeminin kaydığının farkına varamadılar. Kendi düşünsel eğilimlerinin rasyonel sonuçlarını kestiremediler. İslami meşruiyete bağlı kaldıkları halde kendi mücadeleleri, batılı eğilimler doğrultusunda ve batılı güçlere dayanarak batı başkentlerinde ve batılı bir söylemle oluşturdular. Bu iç çelişkilerini ayrıştıramadılar ve aşamadılar. Osmanlı’nın İslami, fikri değerini, beslenme kaynaklarını tam anlamıyla özümseyememeleri, ulema-medrese bağlantısını kullanarak halka inme, halkın algısını harekete geçirme gibi ne bir donanımları ne de bir yaklaşımları vardı.  Meşruti temele dayalı bir sistem kurmak, Kanun-i Esasi ilanıyla da serbest seçimlere gitmek ve böylece oluşturulacak meclise ülke geleceğini teslim etmek gibi fikirlere sahiptiler. Fakat 1876 sürecinin beklenildiği gibi şekillenmemesi ve Mebusan Meclisi’nin kapatılması gibi sebeplerle Genç Osmanlılar’da siyasî ve fikrî savrulmalar yaşandı.

II. Abdülhamid ile birlikte her ne kadar muhafazakâr bir yaklaşım ön plana çıkarılsa da modern algı bürokrasi eliyle reçete olarak devlet siyasetine yön vermekteydi. 19. yy.’dan itibaren Osmanlı topraklarında batılılaşma-modernleşme sürecini etkin bir şekilde yürüten ve kendisini seçkin/elit zümre olarak bu topraklarda batının taşıyıcı gücü olarak tanımlayan asli güçler harbiye, tıbbiye ve mülkiye sınıfları olacaktı.

Osmanlı modernleşmesi devlet gücünü modern yöntemlerle oluşturulan bir ordu ile desteklerken; bunun sağlanması için zorunlu olan teknolojik ve ekonomik kalkınmaya yönelecek ve bu yönelim, kendine uygun daha çok yönetici sınıfa bağlı batıcı bir burjuva sınıfını ortaya çıkaracaktır. O güne değin yalnızca siyaset, savaş ve iktisatla ilgilenen devlet, modern devlete ait fonksiyonları edinerek tüm ülkenin denetim ve yönetiminin belirlendiği bir merkeziyetçi bürokrasi oluşturacaktır. Devlet eliyle toplumun modernleşmesi gelenek haline dönüştürülecektir. Bürokratik yapılanma kendi zihin yapısına uygun bireyler yetiştirmeyi asli görev olarak benimseyecek, modern insan devletin asli vatandaşı kabul edilirken, devlet ideolojisine sahip olmayan her farklılık tehlike olarak algılanacaktır. 

e. Türkiye Cumhuriyetinde Modern Algı

1923’te kurulan “Cumhuriyet”, 1839’da girilen yolun yeni bir merhalesidir. Türk modernleşmesi Cumhuriyet’in resmî ideolojisini de oluşturmuştur. Cumhuriyetin toplum projesi rasyonalist, aynı zamanda total bir proje idi. Modernleşme projesi olarak tanımlayacağımız bu proje, devletin sahip olduğu bütün enstrümanlar kullanılarak halkın önüne konmuştur. Modernleşmeyi bir devlet projesine dönüştüren modernleştirici politikalar, zaten rasyonalist ve total olmak zorundaydı. Dinin, resmi ve hiyerarşik bir örgütlenmeye konu edilmesi ve insanların dinlerini ancak devletin tanımladığı şekilde öğrenebilmeleri bu mantığın tabii sonucudur. Aynı şekilde laikliğin, cumhuriyet tecrübesinde dini alanla kamu alanının birbirinden ayrılması olarak değil, modernleşme projesinin temel ekseni olarak tecelli etmesi ve halen bugün de böyle sürdürülmesi aynı mantık çerçevesinde anlamlıdır. Atatürk dönemi, Kemalist Türk modernleşmesinin kurumsallaştığı, resmi ideolojisinin etkin tek kaynak olarak topluma sunulduğu ilk dönemdir. Bu dönem toplumsal, siyasi, kültürel alanlarda Türk modernleşmesinin en hızlı dönüşümü gerçekleştirdiği yıllardır. “Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” şeklinde ifade edilen çağdaşlaşma fikri, bu kültürün halka karşı ayrıcalıklı konumunun ideolojik payandası haline getirildi. Kaba bir pozitivizmle desteklenen laiklik, kendisini dini formlarla ifade eden halk kültürüne, cepheden açılan savaşın silahı olarak kullanıldı. Yapılan laiklik tanımıyla halka yeni bir irade, ahlâk, değer ve eylem kültürü benimsetilmeye çalışıldı. 1998 yılında yapılan ve Resmi Gazete’de yayınlanan laiklik tanımında, “ulusal egemenliğe, demokrasiye, özgürlüğe ve bilime dayanan siyasal, sosyal, kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir.” denilerek³ sosyal hayatın, ailesinden görgü kurallarına kadar din kurallarıyla değil laiklik ışığında belirlenmesinin yasal gerekçesi ortaya kondu. Anayasa mahkemesinin RP’nin kapatma davasında yapmış olduğu laiklik tanımına göre ise: Ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü, bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışının, uluslaşmanın, bağımsızlığın ve insanlık idealinin temeli olan bir uygar yaşama biçimidir.

Laikliğin öngördüğü bir yaşam biçimi, dinin etkilediği yaşam biçiminin ötesinde, “aklın öncülüğü ve bilimin aydınlığında “gelişen yaşam biçimi olarak tanımlandı. Laik devlet ise, aklın ve bilimin öngördüğü yaşam biçimini birey ve topluma egemen kılmakla görevli ve yetkili kabul edildi. Akıl ve bilim, laik devletin elinde bir yaşam biçiminin kurgulayıcı unsurları olarak kullanıldı. 

Türkiye’deki toplumsal değişim, değişimin gerekliliğine inanmış bir grup seçkinin öncülüğünde başladı ve ilerledi. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kemalist aydın olmak, cahil halk sürülerini aydınlatmakla görevli elitlere mensup olmayı gerektiriyordu. Batılılaşan, Batı kültür kalıplarını gündelik hayatına giydiren seçkinler, bu kültür evreni içinde avamdan olan farklarını tebarüz ettiriyorlardı. Batılı bir hayat tarzı bürokrat-aydın-komprador burjuva kesimde, avamdan üstün olmanın ideolojisi haline geldi. Halkın karşısına bu “üstün” vasıflarla çıkarak, ayrıcalıklı mevkilerini pekiştirdiler. Cumhuriyet’in seçkinleri, bu şekilde “yönetme” geleneğini devam ettirmiş oluyorlardı. Bu kültürün gördüğü fonksiyon, saray ve paşa konaklarıyla halk arasındaki duvarlardan daha yüksekti. Batıcı seçkin zümre ile halk arasındaki uçurum, geçmişe göre daha derinleşmişti. Batı medeniyetine girme, çağdaşlaşma ideali, “cahil halk kitlelerini” yöneten gelenek içinde “kurtaracak” seçkinlerin “fedakarlık” ve “idealizm” yüklü ideolojisi oldu.

Tanzimat’la başlayan modernizm idealinde de söylenen, “Batı’nın bilim ve tekniğini alalım kültür ve ahlâkından uzak duralım” nakaratlarına bu dönemde de devam edilmiş, öncesinden süre geldiği gibi bu dönemde de karşı çıkılan şeyler topraklara ilk giren unsurlar olmuştur. Devlet eliyle modernleştirme süreci özellikle ilk dönemlerde daha keskin ve idealize bir şekilde uygulanmış, toplum modern tutsaklığını kanıksadıktan sonra ise kitle iletişim araçlarıyla bu süreç liberal sistemin kurbanlarına devredilmiştir. □

KAYNAKÇA:

1. Felsefe Sözlüğü, Ahmet Cevizci, Paradigma Yay.

2. Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Emre Kongar, Remzi Kitabevi.

3. II. Mahmud, Enver Ziya Karal, İslam Ansiklopedisi, Meb Yay.

4. Osmanlı Modernleşmesinin Kökleri, Mümtaz’er Türköne, Yeni Şafak Yay.

5. Türk Modernleşmesi, Mümtaz’er Türköne, Lotus Yay.

6. Türkiye’de Çağdaşlaşma, Niyazi Berkes, Yapı Kredi Yay.

7. Osmanlı Çağı ve Sonrası, Ümit Aktaş, Anka Yay.

8. İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İlber Ortaylı, İletişim Yay.

9. Osmanlı Devletinde Islahatlar ve I. Meşrutiyet, Ebubekir Sofuoğlu, Gökkubbe Yay.

10. Modernleşme Sürecinde Türkiye, Murat Tazegül, Babil Yay.

11. Medreseler ve Modernleşme, Dr. Yaşar Sarıkaya, İz Yay.

12. Osmanlıda Modernleşme Sancısı, M.A. Ubıcını, Timaş Yay.

13. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Erik Jan Zurcher, İletişim Yay.

14. Üç Mesele, İsmet Özel, Şule Yay.

15. Batılılaşma İhaneti, D. Mehmet Doğan, İz Yay.

16. Modern Dünyada Müslümanlar, Abdurrahman Arslan, İletişim Yay.

17. Darbeler Anayasalar Modernleşme, Şükrü Karatepe, İz Yay.

18. Kültür Değişmeleri, Mümtaz Turhan, Marmara Ünv. Vakfı Yay.

***

Dipnotlar:

1. J. Paul Sartre, Yeryüzünün Lanetlileri’ne yazdığı önsözden, Versus Yay.

2. M. Reşit Paşa Gülhane Hatt-ı Hümayunundan üç ay önce, Londra’da Dışişleri Bakanı Palmerston’la Osmanlı Devletin’de tasarlanan reformlarla ilgili görüşlerini sorduğu bir mülakat yapmıştır.

3. Resmi Gazete, 22 Şubat 1998, sayı: 23266, sf. 255-256.

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ