Modern Dünyada Müslümanlar - rahle.org

Modern Dünyada Müslümanlar - rahle.org

Modern Dünyada Müslümanlar


Facebookta Paylaş
Tweetle

 

DERLEYEN: Furkan SANCAKLI


İletişim Yayınları’nın talebi üzerine yazarın Bilgi ve Hikmet, Gelecek, Köprü, Birikim, İlim ve Sanat, Umran dergilerinde farklı zamanlarda yayınlanmış yazılarının derlenmesiyle oluşmuş bir kitaptır.

 

İlk bakışta müstakil yazılardan meydana gelmesinden dolayı birbirinden kopuk olduğu düşünülebilecek yazılar aslında bütünün birbiriyle ilintili parçaları niteliğindedir. Makalelerde modernitenin kodlarını deşifre ediyor Arslan. Modernitenin tarihsel seyrini, zaman içinde devamını mümkün kılabilmek için ürettiği olguları Müslümanca bir perspektif ile gözler önüne sererek hem günümüz dünyasını hem de bu noktaya hangi dönemeçlerden geçilerek gelindiğini anlamamıza yardımcı oluyor.

Modern tasavvur ve hayat tarzının yayılım sürecinde karşılaştığı diğer tasavvur ve hayat tarzlarını dönüştürme süreçlerini, bu süreçteki dayatmacılığını ve bunun için kullandığı araçları açığa çıkarmakta, bunun yanında karşılaştığı diğer unsurların kendisine karşı nasıl bir tavır geliştirdiklerini de ifade etmektedir.

Bunu yaparken de Müslümanlar ile modernizmin ilişkisine daha yoğun bir şekilde yer vermektedir.

Makaleler 4 ana başlık altında toplanmış:

1. İlerleme miti karşısında gelecek arayışı 2. Sekülerizm/dünyevileşme ile yüzleşme 3. Demokrasi: Nasıl bir itiraz

4. Ulus-devlet kuşatması altında ***

“Modern durum ya da modernite, ait olduğu kökenden koparak kendini var etmiş bir olgu olmaktan çok; bir dinin, Hıristiyanlık’ın on dört yüzyıl boyunca yaşanan tarihsel tecrübesinin neticesinde, kendine inananların idrak dünyalarındaki kazanım ve/veya kayıplar ışığında yeni bir yorum ve tecrübe olarak yeni bir hayat kurma süreci; fakat aynı zamanda bir “ümmet”in kendi içinde yaşadığı trajedisi sayılır.” (sf. 110)

Modernite ile dinin ve aklın adeta yer değiştirişini şöyle ifade ediyor yazar:

“… iman üstüne inşa edilmiş hayatın bütünlüğü içerisinde yer almış “akıl”dan, akıl üzerine inşa edilmiş bir hayatın içinde yer verilmiş dinin yeni konumu dikkat çeker” (sf. 103)

“… hakikatin akıl merkezli tanımı, ister istemez insanı da hakikatin merkezine taşıdı; kazandığı yeni mevkiinden dolayı “modern akıl”, aynı zamanda tarafsız ve/veya nötr varsayıldığından, evrensel olduğu savunulmaya başlandı. Evrensellik iddiası; modern bilgi/bilimin ve teknolojinin desteğiyle, dünyanın Avrupa dışındaki insan ve kültürleri tarafından kolayca kabul edilebilir hale getirilmiş oldu.” (sf. 111)

“Dine göre modern dünya görüşü/kurgu kutsal ve ilahi olana rağmen var olmak istiyordu; bu ise mümkün değildi. Bütün bir varlık evrenini ve bir halife olarak bu evrenin bir parçası olan insanı yeni bir anlam zeminine oturtarak değerlendiren ve onun için bir gelecek tasarlama hakkını kendinde bulan bu “zihniyet hali”nin din ile uyuşması bütün çabalara rağmen mümkün olmamıştır.” (sf. 92)

***

“Modern hayat biçiminin bizzat kendisi ilerlemeye göre ve ilerleme tarafından kurumsallaştırılmıştır. İnsan ilerlemenin kurumsallığı içinde ondan gelen beklentilere göre sadece bir idrak biçimi değil, aynı zamanda bir “huy” kazanmış haldedir. Dolayısı ile bu çabayı gösterenler İslam’ın hakikatini, kendi geleneği içindeki anlaşılma ve tecrübe edilme biçiminden kopartarak/yalıtarak, onu salt aklın nesnesi durumuna düşürmek gibi, hedefi İslam’ın dışında tanımlanmış bir gayretin içindedirler.” (sf. 83-84) “İlerleme, his ve inancın/dinin “eski” dünyasından, aklın ve ilerlemenin yeni dünyasına geçiş, diğer bir ifade ile duygudan entelektüel alana doğru bir seyir izleyen bir sürecin adı sayılır. Toplumsal pratiğin ve bütün değerlerin –buna din de dâhildir aklın ve mantığın temel ilkeleri üstünde yeniden inşa edilmesini sağlayacak bu süreç, neticede onların basitleştirilmesini ve standartlaştırılmasını sağlamış olacaktır.” (sf. 50)

“İlerleme sadece insanın değil, bizzat hayatın tarihin yeniden inşası meselesi olduğundan geçmiş hayat biçimlerinin mevcut idrak süzgecinden geçirilmesi mecburi olmuştur. Bu kabulün neticesi olarak dinin hayata ilişkin açıklayıcı hükümlerinin aşınmaya uğradığı görülür. İlerleme anlayışı dine ait “hurafelerle” mücadele edebilmek için bilime ve özellikle ampirik gözlemin önemine vurgu yaparken, aynı zamanda da sosyal disiplinlerin imkanları ile geçmişin yeniden inşası söz konusu olur.” (sf. 74)

Yeniden inşa edilmeye girişilen geçmişin başlangıcı “taş devri” icat edilerek belirlenir. Ve insanın serüveni eksik ve kusurlu dönemlerden, -yine Batı’nın üretimi olançağlar içerisinde mükemmelleşip “ilerleyerek” devam etmektedir.

***

Yazara göre modernite ile karşılaşan Müslümanların geliştirdikleri tavırları şu şekilde tasnif etmek mümkündür:

1. Âlimlerin/halkın cevabı – Modernitenin reddi (gâvur icadı): “Âlimlerin hepsi olmasa bile büyük çoğunluğunun “avamla” birlikte moderniteye ve onun “nimetlerine” keskin bir tavır koyarak “gâvuricadı” nitelemesi ile red ettikleri görülür.” (sf. 21)

2. Münevverler/aydınların cevabı – Tarihsel mirası red (terakkinin gerekliliği): Tarihsel mirası red eden ikinci kesimi yazar “laikler” ve “İslamcılar” olarak ikiye ayırmaktadır. Bunlardan ilki radikal biçimde hem formun hem de içeriğin toptan değişmesi gerektiğini, ikinci kesim ise muhafazakâr bir tercih ile formun korunarak içeriğin değişmesini savunmuştur.

a. Bütünün değişimi talebi-Radikal tercih: “Osmanlı’dan cumhuriyete uzanan süreçte; 2. Mahmut ile başlayıp 1923’te radikal bir tutum benimseyerek M. Kemal ile devam edip gelmekte olan bu çizginin belirgin hususiyeti; çelişkili bir biçimde, dini kendi tekeli altına alarak “devletleştirmiş”, ama kendisinin de dinden arındığını iddia ederek, toptan bir değişimi, önceliği forma vererek gerçekleştirmek istemiştir. Toplumsal yapıda forma yönelik müdahaleler sık sık tepkilerle karşılaşmış -2. Mahmud’un diğer adının gavur padişah olduğu hatırlanırsa bunun neticesinde baskıcılığı bir yöntem olarak seçmiştir. Ne var ki, bu tercih insanları tepkisel yapmış, modernleşme süreçlerine katılmayarak direnç göstermelerini doğurmuştur.” (sf. 121)

b. Bütünü iki alana ayırarak biri için değişim talebi – Muhafazakâr tercih: “İslamcılara göre yapılması gereken “modern dünyanın fen/teknolojisini alırken ahlak/kültürünü Müslüman dünyanın gümrük kapılarında tutmak olacaktır.” (sf. 24)

“İslamcı kesimin diğer bir tanımla Müslümanların modern dünya karşısında kısa devrelerle tecrübe etmeye çalıştıkları bu ikinci yolun; laikliğe karşı olması ile bilinen, fakat aynı zamanda ve çelişkili bir şekilde Müslümanın giderek sekülerleşmesine/dünyevileşmesine de “rahim” görevi yapacak olan “yolun/ yöntemin” bu olduğunu söylemek, yanlış bir tanım sayılmaz. Bu yolun Osmanlı’da 2. Abdulhamit ile başlayan, Cumhuriyet döneminde kendini güçlü şekilde Turgut Özal ile duyuran ve yakın zamanlarda Necmettin Erbakan ile temsil ettiği kendine has meşruiyet zemininde şahit olunmayan nispette bir dinamizm taşıyan –“Anadolu kaplanları”, “İslami sermaye” gibi İslamcı dediğimiz süreç olduğu söylenebilir.” (sf. 122)

Yazar Müslümanların cumhuriyet sonrasında modern süreçlere aktif katılımının şu 4 alan üzerinden olduğunu belirtiyor: Politik alan: Demokrat partiden, Refaha,

Eğitim alanı: İmam Hatip okullarından, İslami kolejlere,

Ekonomik alan: İslami finans kurumlarından, menkul değerlere,

Medyatik alan: İslami radyolardan, İslami televizyonlara. (sf.187)

“Müslümanlar yaklaşık 17. yüzyıldan, modern dünyanın güçleri ile karşılaştıkları tarihten başlamak üzere, uzun soluklu bir mücadele ile bu “projeye” cevap vermeye çalıştılar. Üç yüzyılı aşan mücadelenin vardığı noktada Müslümanların yaşadıkları coğrafya ve değerlerinin büyük çoğunluğu modernitenin ve modern dünyanın bir parçası olmaktan kurtulamadı. Sonuçta modern dönemin değerleri ile hesaplaşma halinde olduğumuzu sanırken, içeriksel anlamlarını onun belirlediği kavramlarla düşünmekte olduğumuz belirginlik kazandı” (sf. 17)

“Başlangıçta, mecburiyetin hâsıl ettiği sabırsızlıkla ilerlemenin “meyvelerine” sahip olmak isteyen diğer toplumlar gibi, Müslümanlar da “seçici” olmak hususunda inkârı mümkün olmayan bir hassasiyet gösterdiler. Çelişki yüklü bir gayret ve çaba ile, D. Lerner’in ifade ettiği gibi modern kurumlara talip oldular, fakat modern ideolojileri reddettiler, modern kuvvete talip oldular, fakat modern hedefleri reddettiler, modern zenginliğe talip oldular, fakat modern aklı, düşünme biçimini reddettiler.

Fakat, akan zaman içinde sanki bir kader gibi reddedilenler talip olunanlardan önce Müslümanların hayat evrenine girip yerleşti, bu evreni kendilerine göre şekillendirdikçe diğerlerinin geçişini de kolaylaştırmış oldular.” (sf. 78)

“20. yüzyılla birlikte modernitenin gücünü ulaştıramadığı fazla bir yerin kalmadığı İslam dünyasındaki başarısı, onun çok güçlü olmasının yanında İslam ümmetinin kendi iç dinamizmini, diğer bir ifade ile kendisini yeniden üretme gücünü de büyük oranda yitirmesinden ötürü olduğu söylenebilir.” (sf. 19)

“Bugün ilerleme ya da modern dünya karşısında yetersiz kaldığı için İslam’a ilişkin yeni bir “okuma/yorumlama geleneği” oluşturmak, geçmişe ait bütün birikimin etkili bir okuma şekline dönüştürülmesi; son tahlilde modernitenin şartları ve bağlamı içinde bir dönüşümdür, yoksa onu aşma imkânı sayılmaz.” (sf. 83)

***

“… modernite dine ait olan bir varlık alanında kendisi için bir “yer” kazanmak, oluşturmak ve var olmak istemektedir. Bu mücadele sebebi ile modernitenin din üstündeki etkilerini genel olarak sekülarizm sürecinde görmekteyiz; bunu insan bilincinde ve kurumlarda dinin anlam bildirim özelliğinin

azalışı olarak belirtebiliriz.” (sf. 155) “Sekülarizm geleneğin, adetlerin veya alışkanlıkların değişmesi değildir. Sekülarizm örgütlü dinin değişmesi de değildir. Kanımıza göre sekülerlik, kalbin ve buna bağlı olarak da insanın tasavvurunun yani aklının değişmesidir.” (sf. 155)

“Sekülerliğin ana yurdu –ki bu “Allah’a ait bir mülktür”ya da başlangıç merkezinin kalp olduğunu kabul ettiğimizden dolayı, bu süreci din-dışı (irreligious) olmaktan çok, dinden yoksunlaşma (unreligious) olarak tanımlamak mümkündür. Diğer bir ifade ile sekülerlik dinden arınmayı, sekülerizm ise bu arınmanın cereyan ettiği süreci anlatmaktadır.” (sf. 156)

“… sekülarizm/veya sekülerleşme laik anlayışın yaptığı gibi, hayatın dışına kovmamakta; tersine ihtiyaç duyduğu “şey” din olduğundan, onu bizzat hayatın içine, bir meşruiyet sağlamak üzere, fakat kendi “bağlamının” öngördüğü şekilde, davet etmektedir.” (sf. 186) “Modern kültürün ruhunu oluşturan sekülarizm, kentleşmenin yaygınlaşması ve endüstrileşme süreçlerinde gözardı edilemeyecek bir olgudur. Bir üst ilkeyi, Tevhid’i yıkarak kendini başlatmış olan sekülarizm, yalnız oluştuğu toplumda değil, bugün küresel olarak hayatın bütünselliğini sayısız boyutlara ve alanlara ayırırken, farklılıkları da ortadan kaldırmıştır. Bu bölünmenin sonucu politikanın, ekonominin, dinin, sanatın, felsefenin, eğitimin, hukukun kendine has özerk alanlara sahip olmasıdır. Bu ise mecburi olarak Kutsal’ın alanının sınırlandırılması demektir; çünkü bu özel alanların anlam ve tanımları hep insan tarafından yapılacaktır.” (sf. 159) 

***

“Sivil toplum olma halinden önce gelen ve meselenin esasını oluşturan “sivilite” mücadelesi; her şeyden önce “birey olma” hikâyesi, aynı zamanda bir özgürlük ve özgürleşme sürecidir. Eşit ve özgür vatandaş olmak, yani sivil bir kimliğe ulaşarak modernitenin öngördüğü kendi kendine yeterli, total bir varlık olmak; aynı zamanda İslam’ın öngördüğü “âlem tasavvuru” sunan cemaate ait olma halinin terk edilme hikâyesi sayılır.” (sf. 255)

“Sivil toplum her şeyden önce bütün beşeri ilişkilerimizi dinin yüklediği sorumluluk ve anlamdan yoksunlaştıracak bir kurguya sahiptir. Gündelik hayatın gayba ve Allah’ın rızasına ilişkin boyutunu ihmal etmeyi esas alır. Özgürlük için yeni yollar önerir; hayatın her zaman inanılmış mutlak değerler ve hükümler üstünde yaşanması gerekmediğini sürekli ima eder. Kadim Grek’ten alınmış “iyi bir hayat” anlayışının sabiteleri olmadığından, peygamberlerin örnekledikleri ile çatışır. Sivil toplum tahayyülü; gayb ile müşahede alanının, zahir ile batının, siyasal ile sivil toplumun, kamusal alan ile özel alanın, kaos ile düzenin, insan ile tabiatın, uygarlık ile barbarlığın birbirinden ayrıştırılması temeline dayanır.” (sf. 266)

“İslam sivilitenin “birey” olarak kavramsallaştırılmış insan anlayışına itiraz ederek, kendisi için “mü’min/kul”; toplum veya “sivil toplum” kavramsallaştırılmasının yerine de “cemaat”i öngörmektedir.” (sf. 268)

***

“Kilisenin elinde bulundurduğuTanrısal gücün aşılması –aynı zamanda otoritenin de dönüşümü olan bu girişimiçin öncelikle 1789 Fransız Devrimi’nin de otoritenin kaynağı olarak öne çıkardığı iki yapı elemanına ihtiyaç duyulur; bunlardan birisi “halk” ve onun egemenliği, diğeri ise bu halkın üzerinde yaşadığı “topraktır”. … içinde yaşadığı cemaat parçalanarak “halk” olduğundan onu “ulus”a; Tanrı’nın yarattığı toprak parçası da ulus’u var etmek için kutsanarak “vatana” dönüştürülür. Ulus ve vatan birbirlerinden kopmaları mümkün olmayan bir bütündürler, biri olmadan diğerini tanımlamanın imkanı yoktur; aynen kilisenin Hz. İsa’nın bedenini yeryüzünde temsil etmesi gibi benzerlik taşır..” (sf. 293-294)

“Ulusçuluk 19. Yüzyıldan itibaren Asya’ya ve İslam dünyasına da ulaşmaya başlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile 30’a yakın ulus-devletin ortaya çıkmasına karşılık, bu toplulukları dinin dışında birarada tutacak hiçbir tarihsel, kültürel, siyasal, olgu olduğu söylenemez. Bundan dolayı modern geleneğe uygun bir tarih inşasına girişilmiş olur. … Bu tarih anlayışının sonucunda İslam’ın yaşandığı uzun tarihsel dönem atlanarak her topluluk kendisine bir tarihsel meşruiyet zemini aramaya girer; Türkler Ergenekon’u/Orhun abidelerini, Mısırlılar Firavun mezarlarını, İranlılar Perslileri, Cezayirliler Kartacalıları, Kürtler Mezopotamya’yı, Iraklılar Babillileri “keşfetmiş” olurlar.” (sf. 302)

***

“… uzun olmayan yaşanmış bir dönemin sonunda anlaşılmaya başlandı ki; modernitenin araçlarına sahip olmak meseleleri çözmüyor, aksine çok daha ciddi ve kapsamlı meseleler hâsıl etmekte; diğer bir ifade ile Batı’nın düşünce, bilgi, teknoloji ve kurumlarına sahip olmak ve bunları Batı’ya/moderniteye karşı kullanmak arzusu ve çabası, neticede kullananların asimilasyonunu doğurmaktadır. Toplumları kendi geçmişlerinde köklerini bulamadıkları yeni tür bir “değişim” ve “dönüşümle” beraber, yeni bir “dinamizm”le karşı karşıya getirmekte; onları dinlerinin temel ilkeleri ile çatışmaya sevk etmektedir.” (sf. 118)

“… hem İslami/mü’min bir zihniyete sahip olmak, hem de bu zihniyet içinde modern bilgi üretilmesini beklemek, boş bir ümidin ötesine varamamaktadır; aksinin olabilmesinin ancak İslami tahayyülün/idrakin kırılmalara uğraması neticesinde mümkün olabileceği söylenebilir.” (sf. 127)

“… modernitenin yorumlayıp şekillendirdiği, hatta yeni baştan inşa ettiği bir dünya ile bugün; İslam/Müslümanlar karşı karşıya bulunmakta; İslam, ya kendini bu dünyaya göre yeniden yorumlayacak veya kendi ideallerinin ve epistemolojisinin önceliklerine uygun bir yorumla bu dünyayı aşmayı deneyecektir.” (sf. 133)

“Kur’an’ın bize kazandırmak istediği idrakle modernitenin kazandırmak istediği idrak üstünde yeniden düşünerek, Kur’an’ı, zararda olma ihtimali yüksek olan bir asrın idrakine söyletme alışkanlığımızı yeniden gözden geçirmek de, yeni bir başlangıç için faydalı olacaktır.” (sf. 44)

***

Kitapta Modern dünyanın hayatımıza kattığı birçok kavramın daha çözümlemesi yapılmaktadır. İnsanlara bir hayat tarzı ve farklı bir gelecek vaadi sunan modernitenin oluşum tarihinin ve zihni inşa sürecinin de derinlemesine tahliline yer veriliyor.

Abdurrahman Arslan’ın bu kitabının dışında, yine makalelerinin derlenmesi ile oluşturulmuş “Yeni Bir Anlam Arayışı”, “Sabra Davet Eden Hakikat” adlı kitaplarının yanı sıra, kendisiyle yapılmış söyleşi ve soruşturmaların bir derlemesi olan “Nehri Geçerken” adlı kitabı da mevcuttur.

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ