Muaz Öz, Furkan Sancaklı tarafından yazıldı.
Modernizm Latince modo kökünden türemiş bir kavramdır ve moda ile aynı kökten gelir. “Tam şimdi” manasındadır. “Şimdi” kendinin farklı ve üstün olduğunu da vurgular, ilerlemeci tarih anlayışını da içerisinde barındırır.¹
Modernlik terimi, 17. ve 18. yüzyıllarda Batı Avrupa'da filizlenmeye başlayan, esas görünümlerine Kuzey Amerika'da rastlanılan ve o zamandan bu yana Batı dışı dünyaya yayılan ya da dayatılan bir toplum biçimine karşılık gelmektedir.²
15. yüzyıl öncesindeki hakikatin “kitap” kaynaklı tanımının yapılıp hayatın “kutsal”a göre tanzim edildiği bir anlayışın aksine, hakikatin kaynağının “akıl” olarak benimsenip hayatın “kutsal”dan kopuk bir şekilde düzenlendiği bir paradigmayı ifade eder. İnsanın hakikatin bilgisine ulaşabileceği tezinin savunulması ile birlikte artık hayat “Tanrı”dan bağımsız biçimde şekillendirilir. İnsan, yarı-tanrı rolüne soyunarak kendisini hayatın merkezine yerleştirir.
Modern paradigmanın itici gücü rasyonalizm, ruhu ise sekülarizmdir. Dünyaya endeksli bir yaşama biçimi sunarak ahireti yok sayar. Dünyayı da beşeri aklın rehberliğinde düzenlemeye çabalar. Artık hakikat de aklın öncülüğünde doğada aranır. Tüm bu fikri dönüşüm seyri bilim için uygun zemini doğurur. “Kutsal” olan hayatın dışına itilirken, bilim gibi yeni kutsallar türetilir. Kök salıp gelişmesinde ve yayılmasında sırtını bilimsel icatlara yaslayarak meşruiyetini buraya dayandırır. Bu süreçte “ilerleme”nin önündeki en büyük engel olarak görülen din de sekülarize edilerek kutsal muhtevasından yoksunlaştırılır ve pasifize edilir.
Modernitenin doğuşunu belli bir zamanla kısıtlı görmek, anlaşılmasını zorlaştıracaktır. Batı’nın icadı olan modernite, Avrupa’nın bin yılı aşkın tarihsel tecrübesinin kaçınılmaz hâsılası olarak görülmeli ve onu anlama çabasına bu tarihsel süreç anlaşılmaya çalışılarak başlanmalıdır.
TARİHSEL SÜREÇ
Hz. İsa, Pagan anlayışın hüküm sürdüğü dönemin askeri, siyasi vb. anlamında en güçlü yapılanması olan Roma İmparatorluğu sınırları içerisinde dünyaya gelmiş ve mesajını yaymaya çalışır. Getirdiği din daha en temel hususlarda bile Roma inancı ile uzlaşmayan yapısı dolayısıyla tepkiyle karşılanır ve yok edilmeye çalışılır. Bu denli zor şartlarda öncelikle hayatta kalmaya sonra da yayılmaya çalışan bu inanç, verdiği mücadele sürecinde Roma inancı ve hayat tarzıyla girdiği etkileşimin zaruri sonucu olarak kendi özünden zamanla uzaklaşmaya başlar. Yine de farklı bir hale dönüşmesine rağmen yayılır ve insanları etkileyen ciddi bir güç haline gelir. Ortadan kaldırmaya güç yetiremediği böyle bir gerçekliği, kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmenin yollarını aramaya başlayan Roma, 325 yılında İznik Konsülü’nü tertip eder. Bu konsülde yüzlerce İncil içerisinden kendi paganist köklerine en yakın olan dört tanesi benimsenerek Roma İmparatorluğunun resmi dini olarak kabul edilir, diğer İnciller ve müntesipleri ise yok edilmeye çalışılır. Böylece Hz. İsa’nın doğumu üzerinden geçen birkaç yüzyıllık zaman diliminde, Roma içerisinde farklı bir hale dönüşerek Hristiyanlık haline gelen din, bir imparatorluğun resmi dini haline gelerek tarih sahnesindeki güçlü bir unsur olarak yerini alır.
Oluşturulan Kilise Kurumu, yüzyıllardır etkileşim içinde olunan Roma’ya benzer bir şekilde kurumsallaşır ve Roma’nın taklidi olmaktan öteye geçemez. Roma İmparatorluğu’nun yıkılması ile birlikte girilen feodal dönemde ise Kilise, Hristiyan Avrupa’da en üst otorite olarak yerini alır. Öyle ki bölgesel beylerin meşruiyeti ancak Kilise’nin onayı ile mümkün olabilmektedir. Kilise kendisini “Tanrı’nın temsilcisi” olarak kabul ettirerek dini tekeline alır ve sahip olduğu “ilahi” yetki ile hayatın her alanına müdahil olur.
Kendisinden önceki paganist anlayışın hayatı ikiye bölüp dünyayı önceleyen yaklaşımının aksine Kilise de “iki alan” anlayışını benimser ama ahireti önceleyip dünya hayatını aşağılar. Bu anlayıştan hareketle her türlü akli faaliyeti kısıtlar, ilmi çalışmaları yasaklar ve dünyaya dair buyurduğu dogmaları dayatır. Bu yolla kutsal olan dini hayatın merkezi vasfı ile yetinmeyerek aşağı olan dünya hayatının da merkezine oturur.
Yeni dönemin Avrupa’sının inancı olan Hristiyanlıkta her türlü dünyevi faaliyet aşağı görülür. Bundan hareketle Hristiyan hocaları ahlaken çürümüş, paraya tapınılır hale gelmiş, fuhşun kurumsallaşmış olduğu dönemin şehrinden uzaklaşarak kırsal bölgede kendilerini İncil’e vakfetme yolunu tutarlar. 6. yüzyılda Aziz Benedict her türlü dünyevi imkândan soyutlanacakları Manastır hayatını icat ederek toplumun çürümüşlüğünden kendilerini korumayı amaçlar. “İki alan” anlayışının bir tezahürü olan Laik-ruhban ayrımı da bundan sonra neşvünema bulur. Kilisede/manastırda görev alanlar ruhban, almayan sıradan halk laik olarak isimlendirilir. Zamanla “üstün sınıf” olan Ruhbanlar “aşağı sınıf” olan Laikler üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda baskılarını artırır. Kilise uyguladığı baskıcı tutumun neticesinde halkın korku ile baktığı bir kurum haline gelir.
Kilisenin baskıcı tavrı, ilimden kopuk, kendi içine kapanık olma gibi bir neticeyi doğurur. Dönemin diğer güçleri yeni buluşlara imza atarak ilmi, askeri, ekonomik vb. alanlarda atılımlar gerçekleştirirken Avrupa, Kilise’nin kendi çıkarları doğrultusunda üretip dayattığı dogmaların pençesinde kıvranmaktadır. Bu da Hristiyan ümmetini ilmi, askeri ve ekonomik anlamda dönemin diğer güçlerine kıyasla daha güçsüz hale getirir. Haçlı Seferleri’nde yaşanan mağlubiyetler bu durumun en bariz göstergelerindendir.
Baskı altına alınan halk içerisinde, Kilise’nin yaklaşımlardan duyulan memnuniyetsizlik artmaya başlar. Kilise’nin buyruklarının aksine kimi çalışmalar yapılmaya başlanır. Lakin kimi çalışmaları gerçekleştirenler ağır bedellerle yüzleşirken, kimileri de çalışmalarını ağır bedellerle yüzleşmemek için gizli tutulmak zorunda kalır. Manastırlardaki rahipler içinden de bazı ilmi çalışmalar gerçekleştirenler çıkar. Zaman içerisinde manastırlardaki kimi rahiplerin yapıp gizli tuttuğu ilmi çalışmalar, girilecek yeni dönem için fikri bir temel teşkil etmesi açısından mühimdir.
Halkın Kilise’nin baskılarından duyduğu hoşnutsuzluğun artması, coğrafi keşifler ve yapılan kimi ilmi çalışmalar neticesinde kilisenin dogmalarına güvenin azalmaya başlaması, askeri ve ekonomik olarak dönemin diğer güçlerine karşı yaşanan mağlubiyetler, Avrupa’yı kendi içinde yeni arayışlara sürükler. Artık Kilise ve doktrinlerinin tek hâkim güç olduğu düzenin sonu yaklaşmaktadır.
Abdurrahman Arslan’a göre sonun başlangıcında birçok isim içinde üç kişi sembolik önem açısından diğerlerinden ayrılır. 16. yüzyılın başlarında ortaya çıkan Kolomb, Kopernik ve Luther Kilise kozmolojisini kökten sarsıntıya uğratan üç kişidir. Ortaçağ Hıristiyan dünyası bölgesel sınırlarda kozmik merkezli, dinsel ve mükemmelliği bünyesinde barındıran bir dünyadır. Kolomb’un keşifleri, Ortaçağ’ın gözlemlenmesi mümkün ve alışıldık coğrafyasını kırılmaya uğratır. Kopernik’in güneş merkezli evren anlayışı ile Kilise’nin yer merkezli evren anlayışı yıkılır. Luther ise İncil’i ve ona inanları Hıristiyanlık’ı anlamada tek otorite haline getirerek Kilise’nin insanlar üzerindeki gücünü zayıflatır. Luther’in bu hamlesi cemaati bölerek her kişiyi ‘dindar birey’ haline getirir. Bu zihinsel ve toplumsal darbelerin neticesinde Aydınlanma filozofları Descartes, Bacon ve Locke’nin öncülüğünde yeni bir hayatın kurgulanmasına imkân vererek modernitenin kuramsal temellerini atarlar.³
16. yüzyıldaki Rönesans ve Reform hareketleri olarak nitelendirilen bu değişim süreci yukarıda da görüldüğü gibi Avrupa’nın geçirdiği tarihsel sürecin bir hâsılasıdır.
“Modern durum ya da modernite, ait olduğu kökenden koparak kendini var etmiş bir olgu olmaktan çok; bir dinin, Hıristiyanlık’ın on dört yüzyıl boyunca yaşanan tarihsel tecrübesinin neticesinde, kendine inananların idrak dünyalarındaki kazanım ve/veya kayıplar ışığında yeni bir yorum ve tecrübe olarak yeni bir hayat kurma süreci; fakat aynı zamanda bir “ümmet”in kendi içinde yaşadığı trajedisi sayılır.”⁴
Modernlik, dine karşı geliştirilen paganist bir akım olmaktan çok, geçmişindeki paganist ve dini damarların, belli oranlarda mevcut zamana ve ihtiyaçlara göre yeni bir uyarlaması hükmündedir. Hakikatin akıl eksenli tanımının yapılmaya başlanışı, aslında Hristiyanlık öncesi Grek döneminin bir mirasıdır. Modern bilimi tek doğru kabul edip dayatan dogmatik yönü ise baskıcı Kilise kurumunun bir mirasıdır. Kısacası modern dönem ile birlikte paganist Grek-Romen anlayış tekrar dirilirken Kilise Kurumu ile girilen mücadelenin sonucu olarak bu yapılanmadan da kaçınılmaz şekilde etkilenilerek kurumsallaşır.
***
Modernizm, bir hayat tarzı olarak kendini inşa ederken insana, tarihe, siyasete, ekonomiye ve hayatın daha birçok alanına dair fikirler üretmek zorundaydı. Bunun farkında olan Aydınlanma düşünürleri ciddi bir emek sarf ederek birçok alana dair ciddi modern kuramlar geliştirdiler. Zaman içerisinde eksiklerini gidererek, ihtiyaç doğrultusunda alt disiplinlerine yine kendi içinde modern alternatifler üreterek günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır. Bu aşamada diğer hayat tarzlarını etkilemiş ve ürettiği kavramlar ve fikirlerle içlerine sızarak onları büyük oranda dönüştürmüştür. Modern telakkinin bu süreçteki en büyük destekçisi ise insan aklına duyduğu sonsuz güveni olmuştur.
İLERLEME
Eski Yunan ve Roma’ya özgü çevrimsel tarih anlayışı ve Orta Çağ Avrupa’sının Tanrısal inayet yaklaşımına karşıt bir biçimde oluşan modern ilerleme düşüncesi, Batı’nın yeni çağ sonrası girdiği toplumlararası ilişkilerin bir ürünü olarak varlık kazanır. 17. yüzyılda ortaya çıkan ve tam ifadesini 18. yüzyılda bulan ilerleme düşüncesi en sistemli formuna 19. yüzyıl ilerleme kuramcıları ile kavuşur. 19. yüzyılın ilerleme kuramcıları, temelde, Charles Darwin’in Türlerin Kökeni isimli çalışmasında temsil edildiği biçimiyle biyolojik evrim anlayışına ve organizmacı evrim düşüncesine dayanıyorlardı.⁵
“İlerleme sadece insanın değil, bizzat hayatın tarihin yeniden inşası meselesi olduğundan geçmiş hayat biçimlerinin mevcut idrak süzgecinden geçirilmesi mecburi olmuştur. Bu kabulün neticesi olarak dinin hayata ilişkin açıklayıcı hükümlerinin aşınmaya uğradığı görülür. İlerleme anlayışı dine ait “hurafelerle” mücadele edebilmek için bilime ve özellikle ampirik (deneysel) gözlemin önemine vurgu yaparken, aynı zamanda da sosyal disiplinlerin imkanları ile geçmişin yeniden inşası söz konusu olur.”⁶
Modernite öncesini geri olarak tanımlayarak geçersiz kılan ilerleme kuramına göre bütün tarihi süreç “mağara adamından üstün insana”, “barbarlıktan uygarlığa”, “budalalıktan bilgeliğe ve dehaya”, “hayvanlıktan yarıtanrılığa”, “savaş ve varoluş mücadelesinden barış, uyum ve karşılıklı yardımlaşmaya” vb. doğru seyreder.⁷
Böyle bir tarihsel bilinç inşa eden modernite, bu yolla kendisini dünyaya ulaşılması gereken mutlak hedef şeklinde lanse ederek tüm tarihsel süreci ve birikimi de saf dışı etmeye koyulur. Kendisini “aydınlanma” olarak ifade ederken geçmişi topyekûn karanlık devirler olarak tanıtarak insanlar için geçmişin ibret alıcı, örneklik teşkil edici kimi yönlerini çöpe atar. İnsanın serüvenini de mükemmele doğru seyreden bir serüven olarak aktarırken aklı insanlık tarihinin ulaştığı zirve noktası olarak sunar.
İlerleme olgusunu ifade etmek üzere günümüzde daha ziyade gelişme, kalkınma kavramları kullanılmaktadır. Gelişme kavramının, evrim ve ilerleme gibi evrensel kabul gördüğü düşünülen kavramların mirasını yaşattığı, gelişme kavramının bu kavramların güncel karşılığı olduğu düşünülmüş ve çoğu zaman da bu kavramlar arasındaki sınır ortadan kaybolmuştur.⁸
İlerleme olgusu Müslümanların çok da üzerine tefekkür etmeden sahiplendikleri bir olgu olmuştur. Bilimsel verilere dayanarak modernitenin kendilerine dair yaptığı tanımı benimsemiş, yani geri olduklarını kabullenmiş ve bu durumdan kurtulabilmenin yollarını da haliyle modernitede arar olmuşlardır. “Geri” kalışın başlıca sebebinin İslam’dan uzaklaşmak olduğu da dillendirilmiştir. İlerleme merkezli yapılan değerlendirmeler neticesinde İslam’ın ilerleme amacına ulaşabilme adına araçsallaştırıldığının farkına varılamamıştır. Modernite eksenli bu tipte bir tarih okuması, neticede Müslümanları modern dünya ile baş edebilmek için modern değerleri de elde etmeye sevk etmiştir. Allah’ın rızasına ulaşmaya çalışan takva eksenli bir tasavvurdan, Batı’yı geçme uğrunda modern değerler eksenli bir tasavvura geçilmiştir.
MEDENİYET
Sözlükte bir topluluğun maddi ve manevi varlığı ile ilgili vasıflarının bütünü ve hayat tarzı ve bilgi seviyesi olarak ileri seviyede olma şeklinde tanımlanır.⁹
Arapçada “şehir” anlamına gelen medine kökünden türetilmiştir. Batı’daki civilisation (şehirleşme) kavramının karşılığı olarak 1834 yılında Mustafa Reşit Efendi tarafından literatürümüze sokulmuştur. Civilisation kavramı ise 18. yüzyıl sonu itibari ile kullanılmaya başlanmış olup kenti kuran burjuva sınıfının üretmeye başladığı modern değerlere uymak olarak anlaşılır.
Kavram modernitenin rasyonelliğinin/poziti-vizminin diğer kültürlerden üstünlüğünü de çağrıştırmaktadır.¹⁰
Medeniyet barbarlığın, ilkelliğin karşıtı olarak kabul edilir. İlerlemeci bir tarih anlayışının ürünü olan medeniyet kavramına göre, şehirleşme, modernleşme medenîliği; modern olmamak ise ilkelliği temsil eder. Eski modern olmayan toplumlar barbar olarak tanımlanır. Geleneğin reddine zemin hazırlar. Modernleşmek ileri bir yaşam formuna ulaşmanın tek yolu olarak insanların önüne sunulur.
Medeniyet, toplum hayatının düzenlenmesinde insan aklının egemenliğine ve tatmin yollarının seçiminde nefsin eğilimlerine üstünlük tanımanın doğal sonucudur. Bu bakımdan, medeni toplumlarda insana özgü hüner ve kuvvetlerin ileri noktalara ulaşmasının yanı sıra yine insana özgü bozulma ve sapıklıkların yayılmasını gözlemlemek mümkündür.¹¹
KAPİTALİZM
Üretim ve dağıtım işlemlerinin özel mülk ilkelerine, hür yarışmaya ve çıkara dayandığı ve toplumun birbiriyle çatışma içinde olmakla birlikte pazar mekanizması ile bağlı olan iki sınıfa ayrıldığı ekonomik organlaşmadır. Bu iki sınıf üretim araçlarını elde edenlerle endüstri ve ziraat işçileridir. Kapitalizmin temeli olan kültür modeli, insan toplumlarının çoğunda ve ortaçağdaki batı ve doğu toplumlarında geçerli olan yardımlaşma hayatı yerine “çıkar” ilkesidir. Kapitalizmin gelişmesinin endüstrileşme ve şehirleşmeyle sıkı ilişkisi vardır.¹²
Kapitalist bir toplum, iki baskın sınıfın karşıtlığına dayanır: Üretim araçlarına sahip olan ve onları kontrol altında tutan burjuvazi ve sadece iş yapma yeteneğine sahip olan ve dolayısıyla kendi emek gücünü satarak yaşayan proleterya.¹³
Kapitalizm kavramının kullanımı çok eskilere dayanmamaktadır. Her ne kadar kapital (sermaye) kelimesinin kullanıma 13. yüzyıldan bu yana rastlanabiliyor olsa da kapitalizm olgusunun şekillenişi 18. ve 19. yüzyıllara rastlar.¹⁴
Sermayenin aralıksız birikimine dayalı bir rejim olarak kapitalizmin kökeni, çoğu zaman, 9. ve 10. yüzyılları feodal beylerin hâkimiyeti altında geçiren ve Roma İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından serpilen, 12. ve 13. yüzyıllarda ise siyasi nüfuza sahip bir toplumsal sınıf halini alan ve 17. yüzyıldaki İngiliz devrimi ile 18. yüzyıldaki Fransız Devrimi sayesinde konumunu meşrulaştırarak kapitalist bir sınıfa dönüşen tacirlere dayandırılmaktadır.¹⁵
Kökeni, feodalizm içinde tüccar sermayenin ve dış ticaretin büyümesi olgusuna geri götürülen kapitalizmin birinci evresi, 15. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasında kalan ticarî sermaye evresi olarak bilinir. Buna karşın, ikinci evre olan endüstriyel evre, Sanayi Devrimi adı ile bilinen ve enerji kullanan makinelerin ortaya çıkışı ve gelişimiyle başlayan evredir. Kapitalizmin gelişiminde bundan sonra gelen evre, tekelci kapitalizm olup, bu evrenin başlangıç tarihi, ikinci sanayi devriminin gerçekleşmesiyle büyük ölçekli endüstriyel süreçlerin ortaya çıktığı 20. yüzyılın başlarıdır.¹⁶
Kapitalist sitemin belkemiği sermaye, sermaye birikimini gerçekleştiren de faizdir. Faizin var olmadığı bir mekanizma kapitalizm olarak tanımlanamaz. Bu sistemde faizin belirleyici rol oynamasının sonucunda, para sinsi ve aldatıcı yollarla yoksul ve orta gelire sahip kitlelerden zengin sınıflara akar. Faiz, zaten var olan sınıf farklılıklarını daha da artırıp çelişkiyi derinleştiren önemli bir etkendir.¹⁷
LİBERALİZM
Ferdi hürriyetleri öne alan iktisadi ve siyasi doktrin; iktisadi olaylara devlet müdahaleleri olmaksızın cereyan etmesinin bütün topluluğun menfaatine olduğunu iddia eden ve şahsi teşebbüs ve piyasa mekanizmasını müdafaa eden doktrindir.¹⁸
En genel anlamıyla, kökleri Rönesans ve Reformasyona dayanmakla birlikte, daha çok 18. yüzyılda sağlam temellere oturan felsefî bir teori ve modern dünyanın temel politik ideolojilerinden biri olarak, bireylerin sivil ve politik haklarına verdiği önemle seçkinleşen görüş; biraz daha özel olarak da, a) belli bir politika felsefesini olduğu kadar, bir kişi telakkisi ve ahlâk anlayışı da ihtiva eden politik gelenek, b) belli bir politika teorisi ve c) genel bir felsefî teori.¹⁹
Felsefî düşünce olarak çok eskilere dayanmakla birlikte, kavram olarak 19. yüzyıl başlarında İspanya'da kurulan "Liberales" adlı siyasal partiden gelmektedir.²⁰
Avrupa'da Merkantilist Dönemi²¹ oluşturan 15-18. yüzyıllarda ortaya çıkan gelişmeler hem sanayi kapitalizmine, hem de bunun zihnî temelini oluşturan liberalizme yol açmıştır. Bunun sonucu olarak kapitalizmin ve burjuvazinin ideolojisidir. Temelinde ferdi çıkar vardır.²²
Liberalizm terimi, siyasal alanda yasalar karşısındaki eşitliği ve insanların kendi yönetimlerini kendilerinin seçmesi özgürlüğünü, dinsel alanda kilise egemenliğine karşı vicdan özgürlüğünü, ekonomik alanda da devlet müdahalesine karşı alışveriş özgürlüğünü savunur.²³
18. yüzyılda kilise baskısına cevap olarak ortaya çıkan örgütlenme biçimi olan liberalizm kendisini kilisenin baskıcı ortamından kurtarmayı amaç edinir.
Liberalizmin temelini teşkil eden özgürlük, kendini dine karşı özgür hissetmekten başka bir şey değildir.²⁴
MUHAFAZAKÂRLIK
Sözlükte mevcut düzenin devamından yana olan; dindar; örf, adet, geleneklerine bağlı olarak geçmekte olan muhafazakâr kavramının siyasi ve kültürel manada 19. yüzyıl başlarında kullanılmaya başladığı kaydedilir.²⁵
Oxford sözlüğü muhafazakâr kelimesinin ilk defa 1830’da, muhafazakârlık kelimesinin ise 1835’te kullanıldığını yazar. Siyasi içeriği açısından, var olan siyasi rejimin, ekonomik ve sosyal sistemin korunması ve mevcut sistem adına teklif edilen her değişikliğe karşı çıkılması olayını ifade eder. Kültürel anlamda ise toplumun tarihten, geçmişten getirdiği kültür değerlerinin yeni değerlere karşı savunulmasıdır.²⁶ “Muhafazakârlar devrimlere olduğu gibi eski devirlere dönmek isteyenlere de karşıdırlar.”²⁷ Bu yönüyle muhafazakârlığın mevcut düzeni koruma yanlısı olduğu ve radikal değişimlere karşı olduğu söylenebilir. Mevcut düzenin doğru veya yanlışlığından ziyade devamı daha önemlidir.
Muhafazakârlık İslam ve Müslümanlık kavramları ile uzlaşamaz anlamlara sahiptir. Muhafazakârlığın Batıda kilise karşıtlığı yaparak ortaya çıkan liberalizme alternatif olarak üretilmiş bir ideoloji olduğunu hatırlamakta fayda var. Aydınlanma ile birlikte çıkan bir kavram olan muhafazakârlık, liberalizmin dini yıkıcı tipine karşı bir tepki olarak geliştirilir. Bundan dolayı liberalizmden bağımsız düşünülmesi mümkün değildir.
Dinden ve geleneklerden kopulmaması gerektiğinin savunulması modernleşmeye karşı olunduğu anlamına gelmez. Modernleşmenin gelenekleri kapsayacak şekilde radikal olmayan bir şekilde gerçekleşmesi ana fikirdir. “Muhafazakârlık sekülerlikle dini olanı bir arada tutma çabasıdır.”²⁸ Müslümanlar için içinde bulunulan zaman “muhafaza” edilmesi gereken bir zaman değildir. O zamanı ne yeniliklere ne de eskiye karşı korumak Müslümanların amaçları arasında yer almaz. Müslüman’ın amacı en önemli devri olan Asrı Saadet’i inşa etme çabasıdır. Bunun mümkün olması da statükoyu muhafaza etmek ile elde edilemez.
MİLLİYETÇİLİK
Milliyetçilik sözlükte “Millî kimliğin politik ve kültürel olarak tanınması gereken bir temel olduğunu, milletlerin özerklik, self-determinasyon ve/veya egemenlik haklarına sahip bulunduğunu, milletin üyelerinin bu hakları savunmak için bir araya gelmeleri gerektiğini öne süren öğreti, politik ideoloji.”²⁹ şeklinde geçmektedir. Lakin millet kelimesi dini literatürde “İtikat ve iman bakımından din, amel ve tatbikat bakımından şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal realite bakımından millet denilir. Gerçekte itikad edilen ne ise, amel edilen de odur. Amel edilen ve uygulanan ne ise esas itibariyle üzerinde ittifak edilen şey de odur. Şu halde millet, bir cemiyetin etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, diğer bir deyişle, ictimaî duygu ve telakkilerinin tabi olduğu ve kitlesinin bağlı bulunduğu hâkim ilkeler ve takip edilen gidişattır, sülûk edilen yoldur.” olarak açıklanır.³⁰
Milliyet kavramı Osmanlı’nın son dönemlerine kadar olumlu manada kullanılmıştır. 19. asrın ortalarından itibaren "nation" Osmanlıcaya "kavim" olarak aktarılmış ve millet kavramı, din unsurunun belirleyici olduğu cemaatlar için kullanılmıştır. Bugünkü anlamdaki “milliyetçilik” için yıllarca “kavmiyetçilik” terimi kullanılmasına rağmen, kavram zaman içinde anlam kaymasına uğramaktan kurtulamayıp Batı’daki nationalism/ulusçuluk fikrinin karşılığı olarak literatürümüze girer.
Ulusçuluğun bir ideoloji olarak doğuşunu milletlerin ortaya çıkışı ile başlatmak mümkündür. Bu yönüyle ulusçuluk Batı kaynaklıdır. Feodalite çözülürken uluslaşma hareketleri güç kazanır. Bir ideoloji olarak ulusçuluğun belirmesi 18. yüzyıl Batı Avrupası ve Kuzey Amerikasında gerçekleşir. Amerika ve Fransız ihtilalleri bunun ilk belirtileridir. Bu akım 19. yüzyılın başlarında Güney Amerika'ya, Orta Avrupa'ya, yüzyılın ortalarına doğru Güney ve Güneydoğu Avrupa'ya sıçrar, 20. yüzyılın başlarında bazı Asya ülkelerinde de kendini gösterir. Özellikle 2. Dünya Savaşı'ndan sonra bağımsızlık hareketlerinin ortaya çıkmasıyla Asya ve Afrika ülkelerinde sosyalizm ile birlikte güçlenir.³¹
Batıda ulusçuluğun ortaya çıkışı kapitalizmin gelişmesiyle de yakından ilgilidir. Ticarî kapitalizmin doktrinini oluşturan Merkantalizm, devletlerin dış piyasalarda kendi tüccarıyla bütünleşmesini, bu da "millî şuurun" varlığını gerektirmiştir. Yine feodal toplumda önemli olan din faktörünün Protestanlık ve Laisizm ile zayıflatılması içtimaî birliğin en önemli unsuru olarak vatan fikrinin güç kazanmasını sağlar. Kapitalizm Hıristiyanlığı kendi amaçları doğrultusunda reforma tabi tutar; Protestanlık bunun sonucudur. Yine Protestanlığın bir varyantı olan Püritenliğin 17. yüzyıldan itibaren İngiliz ulusçuluğunun temelini teşkil ettiği biliniyor. Tevrat ve Yahudi kültürünün bu yeni oluşumda büyük bir yeri vardır.³²
Ulusçuluk ideolojisinde kişi kendi kimliğini mensup olduğu ulusa göre tanımlar ve siyasi iktidarın kaynağı olarak ulustan başka güç tanımaz.³³
Ulusçuluk din, dil, toprak, menfaat birliği gibi faktörlerin tesiri altında ortak değerlere sahip olanların yakınlaşma duygusundan ve vakıasından kuvvet almakla birlikte bir ideoloji olarak ulus devleti esas alır. Bu yüzden feodal beylikler, imparatorluklar, dinî birliğe dayalı toplumlar, kabile toplumları için ulusçuluk ideali diye bir şey söz konusu olmamıştır.³⁴
Ulus devlet, olmayan bir ulusu var ederek, merkezî, totaliter, coğrafyaya yani toprağa (vatan) bağlı ve etnik temelde örgütlenen yepyeni bir olgudur. Bu bağlamda devleti ortaya çıkaran ulus değil, tam aksine ulusu var eden modern devlettir. Modern devlet, ırk ve toprağın yıkıcı barbarlığını kışkırtarak ortaya çıkarken, hiçbir meşruiyete dayanmaksızın, “Millet” adı altında kavimleri uluslaştırmak ister. Ancak bir kısım kavimler, devlet sayesinde ulus tanımına hak kazanırlarken diğer yüzlerce kavim ve etnik grup ise bu hakkı elde edemez.³⁵
Bu ise her kavmin uluslaşmak için çatışmayı göze almasını sağlayan bir ideoloji olarak karşımızda “milliyetçilik”in durmasını sağlar.
BİREY-TOPLUM
Kendi eğilim ve arzularına göre rasyonalitelerini kullanma yeteneği verilmiş; özgür yurttaş, failler olarak tanımlanan birey terimi esasen toplumun bölünmeyen en küçük temel birimi demektir.³⁶ Sosyal bilimcilerce "toplumu oluşturan insanlardan her biri" olarak tanımlanan birey, toplumun karşıt kutbunu temsil etmektedir. Toplum, özellikle Marksist yazarlara göre, bireyi belli kalıplara sokan, onu dünyaya belli açılardan bakmaya zorlayan, kısacası onu "üreten" bir ilişkiler ağıdır.³⁷
Descartes’in “düşünüyorum öyleyse varım” düşüncesi ile kendi varlığını, kendinin ispat ettiği, dışsal bir referansa ihtiyaç hissetmeyen yeni bir yaratık tanımı ortaya çıkar ki buna birey denmektedir.³⁸
Bu bireylerin oluşturduğu sosyal yapıya toplum denir. Toplum modern muhayyilenin kurguladığı “toplum sözleşmesi” temelli bir organizmadır. Toplum ilerlemeci bir tarih anlayışını da içerisinde barındırır. Bu yüzden toplum İslam’ın idealleri ile çatışır.
Modernizmin sosyal teorisi birey, toplum ve ulus üzerine inşa edilirken İslam’ın sosyal teorisi aile, cemaat, ümmet üzerine inşa edilir. Modern toplum teorisi sosyal dünyayı dörde böler ve bireyle devlet, bireyle toplum, bireyle kilise arasına mesafe koymaya çalışır. Mesafe daraldıkça özgürlük alanı da daralır diye inanılmaktadır. Modern teori sosyal varoluşu siyasal toplum ve sosyal toplum olarak da ikiye böler. Bu aradaki mesafeyi de sivil toplum ile teminat altına alır.³⁹
LAİKLİK
Sözlükte devlet işlerini din işlerine karıştırmayan kimse; kilisenin devlet idaresine karışmamasına taraftar olan kimse; rahip keşiş sınıfından olmayan olarak geçen bu kavram Latince “laicus” kelimesinden gelmektedir.⁴⁰
Kilise kurumlaşırken kendi içinde yani yönetimde bulunanlara “ruhban”, Latincesiyle “clericus” adını vermeye başladı. Bu görevde bulunmayan, kurum dışında kalanları da laikus olarak isimlendirdi. Hıristiyanlık kilise şeklinde kurumlaşırken laik ve ruhban olarak iki kesim ortaya çıktı. Dolayısıyla laiklik kilisede görev almamış, ruhban sınıfından olmayan anlamına geliyordu ve kişi dindar olsa da laik tanımının içine girebiliyordu.⁴¹
Pozitivizm önderliğinde gelişen bilim ve coğrafi keşiflerin etkisiyle kilisenin o zamana kadar kabullendiği birçok dogmanın asılsızlığı ispatlanmıştır. Martin Luther’in de İncil’i ve ona inananları son/tek otorite haline getirmesi ile kilisenin gücü iyice azalmıştır. Bu kaos ortamı neticesinde Aydınlanma filozofları yeni bir hayatın kurgulamasını yapmışlarıdır.⁴²
Sonuç olarak Fransız İhtilâli’nden sonra kilise otoritesi ile devlet otoritesinin ayrışması olarak laiklik ortaya çıkmıştır. Bu modern siyasi model ile din devlet işlerinden azat edilmekle yetinilmemiştir. Kilise yönetimin ve sosyal hayatın dışına itilerek pasifize edilmiş ve din hayattan hayattan kopartılarak bireylerin vicdanlarına hapsedilmiştir.
Batı ülkelerinde siyasetin dışına itilen din değil kilisedir.⁴³ Bu dindar Hıristiyan için de problem oluşturmaz çünkü zaten din “metafizik” kabul edilerek maddi dünyanın dışına itilmiştir, siyasi alanda söz söyleme yetkisi doğal olarak yok olmuştur.
İslam’da Hıristiyanlıktaki gibi bir kilise kurumu mevcut bulunmadığı ve hayat seküler bir şekilde ikiye ayrılmadığından laiklik kavramının İslam dünyası için kullanımı söz konusu olamamaktadır.
SEKÜLARİZM
Dinin sosyal yapıdaki otorite ve geçerliliğini yitirmesi ve insan aklının dinî ve metafizik bağlardan kurtulması olarak tanımlanmaktadır.⁴⁴
Kavramın kökeni bir görüşe göre Latince saeculum’dan gelmekte. Bu görüşe göre saeculum kökünden gelen secular teriminin “zaman” ve “mekân” çağrışımlarını beraberce veren bir anlamı vardır. “Zaman” onun şimdi oluşunu, hazır oluşunu; “mekân” ise dünyada ve dünyevî oluşunu gösterir.⁴⁵ Bir diğer görüşe göre ise kavram, Hristiyanlar için nefse karşı özgürlüğün en önemli göstergesi olan ve büyük bir özveriyi gerektiren dini sebepler için evlenmemeye, yani özgürlüğün “bekâret” ile eş tutulmasına verilen bir tepkiden doğmaktadır. Bu görüşe göre seküler sözcüğü yukarıdaki görüşe verilen reddin kültürel anlamı için anahtar sağlar. Kendi Latince özgünlüğü içinde ‘seküler’, secus sözcüğünden gelmektedir; bunun da varyantı sexus, yani sex manasına gelmektedir. Klasik zihin için, seküler dünya, seksüel yeniden-üretim, ihtiyacı içinde tutulmuş bir dünyadır.⁴⁶
İki görüşteki ortak nokta kavramın dünyevî bir tasavvura işaret etmesidir, uhrevî ve kutsal yaklaşımlardan insanı kopartmasıdır. Kavramın bu yönü ile modernizm için çok kritik bir işlevi üstlenmekte ve adeta modernizmin ruhunu teşkil etmektedir. Seküler, 13. yüzyıldan itibaren kullanılagelen ve modern öncesi dönemde manastırın kendi dışındaki alanı tanımlamak için kullandığı bir kavramdır. Burada hayatın düalist bir okumaya tabi tutularak kutsal-kutsal dışı ayrımına gidildiğini görmekteyiz. Geleneksel dönemlerde kutsal alan yüceltilirken, kutsal dışı alan aşağılanmaktaydı. Modern dönemin sekülarizminin buradaki ayrımdan beslendiği öne sürülebilir. Modern zamanlarda sekülarizm ile birlikte kutsal-kutsal dışı şeklindeki düalist yaklaşım devam ettirilmekte ama bu sefer kutsal, hayatın tamamen dışına itilerek dünya merkezli bir anlayış yerine ikame edilmektedir.
“Sekülerliğin ana yurdu -ki bu “Allah’a ait bir mülktür”- ya da başlangıç merkezinin kalp olduğunu kabul ettiğimizden dolayı, bu süreci din-dışı (irreligious) olmaktan çok, dinden yoksunlaşma (unreligious) olarak tanımlamak mümkündür. Diğer bir ifade ile sekülerlik dinden arınmayı, sekülarizm ise bu arınmanın cereyan ettiği süreci anlatmaktadır.”⁴⁷
SONUÇ
Modernizmin türettiği kavramlar bunlarla sınırlı değildir. Bir hayat tarzı öngördüğünden yüzyıllar içerisinde birçok kavram üretmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken husus bu kavramların bir hayat tarzının ürünü olduğudur. Dolayısıyla bağlamlarından kopartarak kullanmaya çalışmak ve hatta sahiplenmek, aslında farkında olunmadan bu hayat tarzına teslim olmayı beraberinde getirecektir. İşte bu yüzden modernizmin hayatımıza kattığı kavramlar ile düşünürken onları bağlamlarından koparmamalı, modern zihnin ürettiği düşünceler olduğu gerçeği ile hareket etmeliyiz. Bu kavramlar üzerinde düşünmeli, Müslüman muhayyilesine ne kadar uygun söylemler olduğunu tartmalı ve bu kavramları aslına uygun şekilde kullanmalıyız.
Biz Müslümanlar post-modernizmin ortaya çıkardığı rahatlık ortamı ile birlikte “medeni dünya”nın değerlerini kendi değerlerimiz gibi görmekte, bunların ortaya çıkış nedenlerini ve kullanım alanlarını yeterince anlamadan modern söyleme teslim olmuş ve onu Müslümanlar için de kullanmaktan çekinmez hale gelmişizdir. Bunun yanlışlığı ortadadır. □
Dipnotlar:
1. Abdurrahman Arslan, Nehri Geçerken, Beyan Yay. sf. 32.
2. Fahrettin Altun, Modernleşme Kuramı, Küre Yay. sf. 10.
3. Bkz. Abdurrahman Arslan, Modern Dünyada Müslümanlar, İletişim Yay. sf. 96-97.
4. Abdurrahman Arslan, Modern Dünyada Müslümanlar, İletişim Yay. sf. 110.
5. Fahrettin Altun, Modernleşme Kuramı, Küre Yay. sf. 39.
6. Abdurrahman Arslan, Modern Dünyada Müslümanlar, İletişim Yay. sf. 74.
7. Fahrettin Altun, Modernleşme Kuramı, Küre Yay. sf. 40.
8. Fahrettin Altun, Modernleşme Kuramı, Küre Yay. sf. 57.
9. D. Mehmet Doğan, Doğan Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yay. Medeniyet maddesi.
10. Abdurrahman Arslan, Modern Dünyada Müslümanlar, İletişim Yayıncılık, sf.38.
11. İsmet Özel, Üç Mesele, Şule Yay. sf. 139.
12. Hilmi Ziya Ülken, Sosyoloji Sözlüğü, Devlet Kitapları, Kapitalizm maddesi.
13. Kültürel Kuramda Anahtar Kavramlar, Ed: Andrew Edgar-Peter Sedgwick, Açılım Kitap, Kapitalizm kavramı.
14. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yay. Kapitalizm maddesi.
15. JackGoody, Kapitalizm ve Modernlik, Küre Yay. sf. 5.
16. Ahmet Cevizci, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Paradigma Yay. Kapitalizm maddesi.
17. Ali Bulaç, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, İz Yayıncılık, sf.25.
18. D. Mehmet Doğan, Doğan Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yay. Liberalizm maddesi.
19. Ahmet Cevizci, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Paradigma Yay. Liberalizm maddesi.
20. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yay. Liberalizm maddesi.
21. Feodalite’den kapitalizme geçiş süreci içersinde ticari kapitalizm dönemini ifade eder. Avrupa’nın 15-18. yüzyıllar arasını kapsar.
22. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yay. Liberalizm maddesi.
23. http://felsefe.gen.tr
24. Rasim Özdenören, Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti, İz Yayıncılık, sf.114, 120.
25. D. Mehmet Doğan, Doğan Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yay. Muhafazakâr maddesi.
26. Ali Bulaç, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, İz Yayıncılık, sf. 140.
27. Hilmi Ziya Ülken, Sosyoloji Sözlüğü, Devlet Kitapları, Muhafazakâr maddesi.
28. Abdurrahman Arslan, Nehri Geçerken, Beyan Yay. sf.242
29. Ahmet Cevizci, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Paradigma Yay. Milliyetçilik maddesi.
30. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Bakara 120’nin açıklaması.
31. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yay. Milliyetçilik maddesi.
32. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yay. Milliyetçilik maddesi.
33. Ahmet Cevizci, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Paradigma Yay. Milliyetçilik maddesi.
34. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yay. Milliyetçilik maddesi.
35. Ali Bulaç, Modern Ulus Devlet, İz Yayıncılık, sf.170.
36. Kültürel Kuramda Anahtar Kavramlar, Ed: Andrew Edgar-Peter Sedgwick, Açılım Kitap, Birey kavramı.
37. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yay. Birey maddesi.
38. Abdurrahman Arslan, Nehri Geçerken, Beyan Yay. sf.37.
39. Abdurrahman Arslan, Nehri Geçerken, Beyan Yay. sf.160-161.
40. D. Mehmet Doğan, Doğan Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yay. Laik maddesi; Hilmi Ziya Ülken, Sosyoloji Sözlüğü, Devlet Kitapları, Laiklik maddesi.
41. Abdurrahman Arslan, Nehri Geçerken, Beyan Yay. sf.16.
42. Abdurrahman Arslan, Nehri Geçerken, Beyan Yay. sf.97.
43. Rasim Özdenören, Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti, İz Yayıncılık, sf.213-214.
44. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yay. Sekülerizm maddesi.
45. Bkz. S. Nakib Attas, İslam, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi, İnsan Yay. sf.40.
46. Bkz. Abdurrahman Arslan, Modern Dünyada Müslümanlar, İletişim Yay. sf.148.
47. Bkz. Abdurrahman Arslan, Modern Dünyada Müslümanlar, İletişim Yay. sf.156.