Mücadelenin Usul-i Selasesi - rahle.org

Mücadelenin Usul-i Selasesi - rahle.org

Mücadelenin Usul-i Selasesi


Facebookta Paylaş
Tweetle

N. Irmak 

 

Giriş

(Resulüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.” (Nahl: 125)

Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.” (En’am: 153)

Kulluğu ifade etme ve tanımlama biçimi olarak mücadele, Allah’ın, kendisine ahit vermiş ve ahdinde durma çabasında bulunanlardan istediği ve hatta onlara emrettiği bir hayat tarzıdır. Evet, mücadele, ahdinde durma çabası içerinde olanların hayat tarzıdır. Onsuz bir hayat, Müslümanca hayatın temel vasfını yitirdiği bir hayattır.

Mücadele, kelime yapısı itibariyle hep bir ‘ötekisini’ zorunlu kılar. Zira anlam olarak cedelleşme, didişme, uğraşma, kavga verme, ötekisine bağlıdır. Öteki olmadığında mücadele anlamsızlaşır. Ancak mücadelenin buradaki amacı, değişik boyutlarıyla insana dair olanı bir ötekileştirme çabası değil, ‘bizdenleştirme’ yani kurtulanlardan kılma çabasıdır; yok etme değil var kılma, öldürme değil diriltme çabasıdır.

Mücadelenin Vasıfları

Mücadele bütün boyutlarıyla anlaşıldığında kulluğun tüm veçhelerini, dolayısıyla hayatın her anını ve sonuna kadar tüm zamanları kapsadığını görürüz. Allah bize şöyle emreder:

Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!” (Hicr: 99)

Sözün başına koyduğumuz ayette Rabbimiz bize mücadeleyi emrederken ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, ne pahasına olursa olsun ötekini işlevsel anlamda etkisizleştirmeyi emretmez ve bize mücadelenin temel vasfını ortaya koyar: En güzel şekilde. Yani kayıtsız şartsız değil, kayıt ve şart altında.

Mücadele ama en güzel şekilde:

Çirkinlikten uzak ..

Kabalıktan uzak ..

Zulümden uzak ..

Küfür, şirk, nifak dalalet vb.den uzak ..

Ahlâksızlıktan uzak ..

Hukuksuzluktan uzak ..

Enaniyetten uzak ..

Cehaletten, bilgisizlikten uzak ..

İşbirlikçilikten, eyyamcılıktan (oportünizm), salt maslahatçılıktan (pragmatizm) uzak ..

İlkesizlikten, ölçüsüzlükten, örneksizlikten (nebevîlik) uzak ..

Manasızlıktan (zikir, fikir, zühd, tezkiye) uzak ..

Akılsızlıktan (strateji üretme, realiteyi görme, vakayı teşhis ve tespit) uzak ..

Akıllılık ve tedbir adına korkaklık, pısırıklık, tavırsızlıktan uzak ..

En güzel şekilde

Hiç şüphesiz toplumsal talepleri olan ve haddi zatında bu taleplerin başında bütün toplumu ve toplumun bütün yapısını tevhid ekseninde değiştirme, dönüştürme (inkılap) ve / veya yenileme düzeltme (tecdit, ıslah) talebi olan bir din, zorunlu olarak statükolar yani mevcut yapılar tarafından tepkiyle ve karşı durmayla mukabele olunacaktır. Mücadele tam da bu mukabelenin zorunlu sonucudur.

Mücadeleyi varlık zemini olarak gören İslam, kendi temel vasıflarını mücadelenin de vasıfları olarak görmek ister. Bütün bu vasıflara işareten ve hepsini kapsamı içine alacağını düşündüğümüz şu üç hususu özellikle vurgulamak istiyoruz: Tevhidîlik, Ahlâkîlik, Hukukîlik.

1. Tevhidîlik

İslam mücadelesi tevhidî bir mücadeledir. Tevhide ait bir mücadeledir. Tevhide dair bir mücadeledir. Diğer bir deyişle İslam mücadelesi, tevhid mücadelesidir.

Tevhid ise odur ki; bağlıları olmaktan  şeref bulduğumuz İslam dininin hem temeli, hem girişi, hem de kapsam olarak bizatihi dinin kendisi demek olup ‘la ilahe illallah’ sözü ile  vücut bulur; gereğince yaşamakla da bağlılık ispat olunur.

Malum veçhile ‘la ilahe illallah’ sözü ki ‘kelime-i tevhid’ diye isimlendirilir, bir nefy / yok sayma, reddetme ve bir ispat / var sayma, tasdik etmeden müteşekkildir. ‘La ilahe’ nefy kısmı olup hiçbir ilah yoktur, hiçbir ilahı / rabbi kabul etmiyorum demektir. ‘İllallah’ ise ispat kısmı olup ilah olarak ancak Allah var, ilah olarak sadece Allah’ı kabul ediyor ve yalnız O’nun ilahlığını tasdik ediyorum demektir. Böylece kelime-i tevhid: Allah’tan başka bütün ilahlık ve rablik iddiasında bulunan yahut ilahlık ve rablik konumuna çıkartılan kişi, makam, olgu vb. unsurları reddediyorum ve ancak ilah ve rab olarak Allah’ı kabul ve tasdik ediyorum demektir.

Kelime-i tevhide bu şuurla iman eden kişi sırat-ı müstakim de bununla yol alır; bununla eşyanın hakikatine dair vukufiyetine derinlik kazandırır; hadiselerin arka planını / perde arkasını bununla keşfeder; Yaratan ve yaratılan arasındaki ilişkiyi kelime-i tevhid ile kavrar; kendisinin abd (kul), Allah’ın mabut olduğunu bununla bilir; bununla mücadele içerisinde yer alır ve mücadelesini sürdürür.” (1)

Mücadelenin üç aslından birisi olarak tevhidîlik, içerisinde nebeviliği de barındırır. Nebevîlik ise tevhidin pratik zeminde nasıllığını belirler. Peygamber’in (sav) ortaya koyduğu mücadele yöntemi onun sünnetinin bir parçası olarak karşımızda durur. Sünnete bağlılığın zorunlu bir neticesi olarak onun mücadele biçimi, bu hususta bizim için temel kıstasları belirleyen ve kendisine uymakla yükümlü olduğumuz örnekleri içinde barındırır.

Öte yandan Allah’ın Kur’an’da örneklerini verdiği ve bir okuma biçimi olarak tevhid tarihi niteliğinde algıladığımız Hz. Adem’den Hz. İsa’ya kadar tüm peygamberler (as.m) mücadelenin tevhidîlik ilkesini ve bu ilkeden kaynaklanan yöntemin pratiklerini ortaya koymuşlardır. İfade ettiğimiz, bir okuma biçimi olarak tevhid tarihinin söz konusu örneklikleri bizim için zorunluluk arz eder, tavsiye niteliğinden çok ötedir ve tabii ki bir illet, bir hikmet ve bir maksat usulünde bağlayıcılıkları olan örnekliklerdir. Zira bu örneklikler bizim imanımız şekillendirmektedir. Bu örneklikleri bize alemlerin Rabbi olan Allah sunmuştur. Kendi adına, kendi dini adına yapılacak mücadelenin nasıllığını öğretmek için sunmuştur. Bu mücadelenin keyfilikten uzak, zamanın yıpratmasının tehlikelerinden uzak olmasını murat etmiştir. İnsanların zaafiyetlerinin ona bulaşmamasını istemiştir. Birbiri ardına peygamberler göndermesinin hikmeti de budur.

Tevhidîlik, İslamî mücadelenin ahiret boyutunu da vurgular. İslamî mücadele uhrevilik vasfını yitirdiğinde dünyevileşir ve kuru bir siyasî mücadeleye dönüşür. Mücadele içerisinde bulunan herkesin diri bir kalbe sahip olmasını ve her daim uyanıklık içinde bulunmasını ancak ahirete dair yakînin sağlamlığı temin eder. Müslümanın mücadelesini kuru bir siyasî kavgadan koruyacak olan şey, onun ahiret ile olan kopmaz bağıdır. Yine onun mücadelesini kuru hizipçilikten, bağnaz ve mutaassıp grupçuluktan uzak tutacak olan şey de mücadelesindeki uhrevîlik vasfıdır.

Tabiatı gereği tevhid, kelime-i tevhidde de ortaya konan vurgusuyla tağutu reddetmeyi kaçınılmaz kılar. Bunun içindir ki mücadelenin tevhidîlik vasfına sahip olması ancak ve ancak tağutun reddi ile mümkündür.

Mücadelenin tevhidîliğine dair farklı boyutları dile getirmek mümkün. Haddi zatında hiçbir boyut yoktur ki tevhidle ilintisi olmasın.

2. Hukukîlik

İslamî mücadele, müntesiplerinin keyfine bırakılmış bir mücadele değildir. Onları kayıt ve şart altına alan, sınırlar koyan, dünyevî ve uhrevî sorumluluklar yükleyen bir hukukî yapıya sahiptir. Hiç şüphesiz hukukî yapının kaynağı Kitap ve Sünnet’tir. Mücadelenin hukukî yapısı öyle bir ağla kuşatılmıştır ki, ötekinin haklarını korumayı bile imana bağlamıştır.

Bir topluma karşı beslediğiniz kin sizi tecavüze sevketmesin! İyilik ve takva (Allah'ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah'tan korkun; çünkü Allah'ın cezası çetindir.” (Maide: 2)

Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurat: 6)

Söz konusu hukukî yapının fıtrat gereği değişkenleri olmakla beraber bu değişkenler yine aynı hukukî yapının sabitelerine bağlıdır. Hayatın değişen ve gelişen şartları mücadelenin dikkate alması gereken reel durumlardır. Zira mücadele de aynen onu ortaya koyanlar gibi canlı bir olgudur ve hayatın şartlarını kendi sürekliliği için göz önünde bulundurur; daha doğru bir ifadeyle, mücadeleyi gerçekleştirenler bu realiteyi gözetmekle yükümlüdürler. Ne var ki bu realite, sabitelerin yerine geçirilerek mutlaklaştırılır ise pek çok sapmayı da beraberinde getirir. Usulün yerini usulsüzlük, ölçü ve hadlerin yerine de ölçüsüzlük ve haddini bilmezlik alır. Realite mutlaklaştırıldığında sınır tanımaz bir maslahatçılığı, pragmatizme dönüşen bir faydacılığı ortaya çıkarır. Bu durumun sonucu seküler yapılanmaların iktidar mücadelesidir. Kaba bir tabirle mücahitliğin müteahhitliğe dönüşmesidir. Neticede ilkesizlik asıl haline gelir. Gündelik kaygılar çıkar ilişkileri mücadelenin şeklini belirleyici olur.

Diğer taraftan hukukun gayesinden yoksun şekilci bir zihniyetin elinde de hukuk, kör ve kaba bir şiddetin aracı haline gelir. Adalet dağıtan bir mekanizma olmaktan çıkar, intikam almak için kullanılan bir araca dönüşür. Şiddetin şekillendirdiği zihniyet, her türlü kullanıma (provokasyon) açık hale gelir. Bununla beraber mücadelenin en üst düzeyde anlam kazandığı cihadın söz konusu hukuksuzlukla karıştırılmaması gerektiğini hatırlatalım.

3. Ahlâkîlik

İslamî mücadele, kendisinde öyle bir tat ve lezzet barındırır ki onunla meşgul olanlar ve onu bir hayat tarzı haline getirenler asla ondan ayrılmazlar ve ayrılmayı da düşünmezler. İşte bu tat ve lezzet, mücadelenin ahlâkîlik vasfıdır. Esasen Allah ve O’nun Resulü (sav) kulluğun en temel vasfı olarak ahlâkı emreder. Hem bizatihi ve külli olarak ahlâkı, hem de tek tek ahlâkî davranışları...

Fıtrî bir değer olarak ahlâk, hem mücadelenin ve hem de onun bağlılarının vasfıdır. Ahlâkın yitirildiği yerde mücadele ‘ahsen’ vasfını kaybeder; mücadeleyi ortaya koyanlar ise kendilerini kaybederler. Belki hukukun çiğnenmesinde yatan asıl sebep de bu kaybetme durumudur.

Süreç içerinde mücadeleyi İslamî olmaktan çıkaran ve her türlü sapma ve aşırılık ile karşı karşıya bırakan ahlâksızlık, bir taraftan bizatihi mücadeleyi yıpratıp tüketirken diğer taraftan mücadeleyi ortaya koyanları yiyip bitiren bir canavara dönüşür.

Akidede ahlâkı, hayatta ahlâkı, ibadette ahlâkı, cemaatte ahlâkı, devlette ahlâkı, ilimde ahlâkı, cihatta ahlâkı terk edenler ötekini diriltmeden uzaklaşırlar, birbirlerinin hatta bizatihi kendilerini tüketme / öldürme sürecine girerler. Ahlâkîlik, değil birbirini mücadele içinde tutmayı ötekini dahi mücadeleye katmayı zorlarken, ahlâkî olmamak kendilerini dahi mücadelenin dışına iter.

Ahlâkîlik mücadelenin mensuplarına ahireti önceletir, onları dünyayı değil ahireti tercihe yöneltir; şehadeti sevdirir. Ahlâkî olmamak ise kişiye ahireti unutturur, dünyayı mutlaklaştırır; değil şehadeti ölümü bile kendine uzak görür hale getirir ve belki bir ölünün defninde adeten hatırlatır.

Mücadelede ahlâk, Allah’ın rızasını kazanmayı, Allah’ın rızasına uygun olmayı, Allah’ın iradesine ve Resulullah’ın (sav) sünnetine, iş tutuş tarzına, mücadele yöntemine tabi olmayı, bu yol üzere yürümeyi mutlak gaye haline getirir. Ahlâksızlık ise ne pahasına olursa olsun kazanmayı, yolda istikamet üzere yürümeyi değil yolu tüketmeyi (!), nebevi süreci takip etmeyi değil bid’at yani ölçüleri ve ‘örnekleri’ kendinden menkul süreçleri takibi esas ve mutlak gaye kılar. Ahlâkın yitirildiği mücadelede eğer sıkıntı ile karşı karşıya kalınır ise yahut bir zayıflama ve gerileme görülürse, mensupları, sebebin kendilerinde olması gereken takva derecesindeki zaafiyetlerden değil de mücadelenin kendinde yahut gidişatındaki problemlerden kaynaklandığını sanırlar.

Ahlâk, İslamî mücadeleyi diri tutan ve ona anlam katan temel vasıftır. Ahlâksızlık, mücadeleyi anlamsızlaştırır; varlığı ile yokluğu arasında fark bırakmaz; bağlılarını ciddiyetsizleştirip, onları iş yapıyormuş gibi görünür hale getirir.

Ahlâk, mücadeleye kazandırmayı / vermeyi öğretir. Ahlâksızlık ise mücadeleden kazanmayı / almayı öğretir. Ahlâk, bağlılarına sorumluluk almayı ve iş taşımayı öğütler. Ahlâksızlık ise kişileri mücadelenin asalakları haline getirir.

Sonuç

İslamî mücadele, sonradan ortaya çıkan / muhdes bir vaka olmadığı gibi onun ilkeleri ve vasıfları da sonradan çıkmış değildir. Bütün bunların hepsi onun sahibi olan Allah ve O’nun Resulü Muhammed’e (sav) ki; o heva ve hevesinden bir şey konuşmaz; tarafından belirlenmiştir. Söz konusu ilke, esas ve vasıflarda mücadeleyi ortaya koyanlarca yanlış anlaşılması, eksik bilinmesi ve hataya düşülmesi mümkündür. Ancak bir usul dairesinde hareket eden her samimi ve muttaki Müslümanın sonuçta istikamete ulaştırılacağına inanmaktayız.

Ama bizim uğrumuzda mücahede / mücadele edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.” (Ankebut: 69)

Değil mi ki maksat, kainatın sahibi Allah’a yakınlaşmaktır; o halde bizi ona yakın kılacak vesilelere sarılmak da bu işin şanından. O’nun uğrunda, O’nun adına yeryüzünde şeytana, şeytanın uşaklarına, şeytanlaşmış güçlere karşı mücadele etmekten daha güzel vesile ne olabilir ki?

Ey İnananlar! Allah'tan sakının, O'na ulaşmaya yol arayın, yolunda cihad edin ki kurtulasınız.” (Maide: 35)

Yakîn bize gelinceye kadar her alanda mücadeleye devam!

 

 

İlave Açıklama:

1. Kelime anlamı ‘birlemek’ olan tevhid, ıstılah olarak Allah’ı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde birleyip hiçbir şeyin, hiç kimsenin onun gibi olmadığını kabul ve tasdik etmektir. Allah’ın ilah ve Rabliğini birlemenin temelinde sahih bir Allah anlayışı yani Allah’ı doğru tanıma yatar. Tevhidin zıddı olan şirk de Allah’ı eksik, yanlış tanımadan kaynaklanır. Tevhide davetin ilk muhatapları olan Mekke müşrikleri, esasen mutlak inkarcı / ateist değillerdi. Onlar da yaratıcı bir güç olarak Allah’ı biliyor ve O’na inanıyorlardı.

(Resulüm!) De ki: Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım), bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir? “Allah'a aittir” diyecekler. “Öyle ise siz hiç düşünüp taşınmaz mısınız?” de.

“Yedi kat göklerin Rabbi, azametli Arş'ın Rabbi kimdir?” diye sor. “Allah’ındır.” diyecekler. “Öyle ise O’na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” de.

De ki: “Eğer biliyorsanız söyleyin; her şeyin hükümranlığı elinde olan, kendisi koruyan, kendisine karşı konulamaz olan kimdir?”

“(Bunların hepsi) Allah'ındır" diyecekler. De ki: “Öyle ise nasıl olup da büyüye kapılıyorsunuz?” (Mü’minun: 84-89)

Tevhid esasen yansıması Allah’ta tahakkuk eden, sonucu Allah’ta biten bir olgu değildir. Bizatihi insanın kendisinde başlayan ve yine kendisinde biten bir eylem / ameldir. Zira Allah ehad / tektir ve mü’min muvahhidir; O’nun tekliğini tasdik ve gereğini tatbik eder. Bir eylem olarak tevhid, karşılığını sahih akıl, selim kalp ve salih amelde bulur.

Tevhidin özünde Allah’ın birliği vardır. Allah ehaddir. Allah zatı itibari ile tektir. Varlığı parçalanmış değildir. Doğmamıştır. Doğurmamıştır. Doğurulmamıştır. Zihinlerde oluşmuş bir olgu da değildir. Bir muhayyile hiç değildir.

Hiçbir sıfatında ve hiçbir fiilinde benzeri ve dengi yoktur. “O’nun misli gibi hiçbir şey yoktur.” (Şura: 11)

Hiçbir sıfatında ve hiçbir fiilinde, ister bütünüyle ister cüzüyle hak ve yetki paylaşımı sahibi ortağı ve yardımcısı yoktur ve buna muhtaç da değildir.

(Bu bölüm, dergimizin tevhid konulu 2008-Güz sayısında Tevhide Dair başlıklı yazımızın sehven konulamayan başlangıç bölümüdür.)

 

 

 

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ