Y.E.Kırmızılı
“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur. (Bunca ayet ve delillerden) sonra kâfir olanlar halen (bir takım şeyleri) Rableri ile denk tutuyorlar.” (En’am: 1)
Yaratıcısı hakkında şüpheye düşmüş, hakikat yolunu şaşırmış ve inandığı ideoloji (din) sebebiyle kendisiyle birlikte daha nicelerini saptırmış öyle topluluklar var ki, cehennem hemen üzerlerinde nöbet beklemektedir. Bunlar arasında fıtratını bozarak Tevhide düşman olan, muvahhitleri birer ‘terörist’ gibi görenlerin sayısı ise azımsanmayacak kadar çoktur.
Bir kısmının psikolojisinde katı bir taassup, diğer bir kısmında ise kronik bir nefret görülmekte; ekseriyeti neye niçin karşı çıktığının tam bilincinde bile değildir aslında. Komünist Solcular, Şarkiyatçılar, Ateistler, Siyonist Yahudiler, Evanjalistler, Kemalist Laikler ve tüm Münafıklar böyledir.
Hasım kesilen bu sınıflar, genelde dinî olan ve retoriğini dinden alan tüm oluşumlara, özelde ise İslam şeriati ve müntesiplerine dil uzatmaktan nefislerini alıkoyamayan sapıklardır. Kendilerini topluma “iyinin taraftarları” olarak lanse etseler de gerçekte Allah indindeki durumları malumdur. Maksatları, göğüslerinin içlerinde saklı tuttukları hasedi dilleriyle dışarı kusmak, böylece Rabblerinin aydınlık yolunu güya karanlıklara boğmaya çalışmaktır.
Ayette denildiği gibi; “(Onlar) Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasalar da Allah, nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz.” (Tevbe: 32)
Şaşılası bir durumdur ki, küfür içersinde olan bu sınıflar hedeflerine ulaşabilmek için yeri geldiğinde kendi ilke ve kanunlarını bile çiğnemektedirler. Hiçbir burhana dayanmaksızın, insanlığın gözü önünde açık bir şekilde yaptıkları her türlü şiddet, zulüm, hile, iftira ve yalan gibi işlerini dahi meşru addederler. Nasıl bir nefisleri varsa, bunda en ufak bir gönül hoşnutsuzluğu yaşamazlar; zira kalplerini kurum bağlamıştır. Onlar kördürler, sağırdırlar ve akletmezler… Yırtıcı hayvanları andırırlar; büyük bir hırsla hidayet yoluna saldırmaya pek heveslidirler.
Rabbimiz (cc) şöyle buyurur: “Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velileri ise tâğuttur. O da aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.” (En’am: 39)
***
Biz bu yazımızda başta zikrettiğimiz 7 zümreyi konu aldık; niçin düşman olduklarını daha iyi bilelim ve hakikate olan sıdkımızı sağlamlaştıralım diye... Aynı maksada binaen, onları bizzat kendi kaynaklarından okuduk, kendi ağızlarından dinlediğimiz kadarıyla bir takım tespitlerde bulunmaya çalıştık. Gücümüz nispetinde her birinin öğretisinin köklerini ve ruh hallerini ayrı ayrı anlamaya, açıklamaya çalıştık.
Bize göre Müslüman olan her ferdin bu zümreleri iyi bellemesi, mutlak düşman bilmesi ve şerlerinden Allah’a sığınması vaciptir. (1) Hem mümin olan bilir ki, şeref (izzet) ve üstünlük ancak Allah'ın, Resulünün ve takva sahiplerinin yanındadır. Gerçekte kötülüğün doğuracağı hiçbir şerden korkmaya da lüzum yoktur.
Kitabullah'da şöyle buyruluyor: “Bir kısım insanlar, müminlere: ‘Düş-manlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Al-i İmran: 123)
1. Zümre: SOLCULAR
“Sağ”ın ideolojik tüm göstergelerine muhalif olma sıfatıyla ortaya çıkan “sol” dünya görüşü; faşist nasyonalistlere, kapitalist liberalizme ve muhafazakâr tüm dinî oluşumlara doğası gereği düşmandır. En başından beri mücadele alanını bu 3 özne üzerine kurarak yol almış, nihayetinde başardığı devrik yönetimlerde iktidara gelmekle nefretinin hakiki boyutlarını göstermiştir de… (Bkl. http://www.harunyahya.org/kitap/hy_komunizm_pusuda/komunizmpusuda.html)
Uhrevî bir inancı taşımayan, buna rağmen halklar için eşitçi ve adil bir komünal örgütlenmeyi vaat eden sosyalizmin ilk teorisyeni, Yahudi Karl Marks’tır. Daha sonraki dönemlerde onun fikirlerini yorumlayarak genişletenler arasında -Friedrich Engels başta olmak üzere- Mao, Lenin, Lev Troçki, Tony Cliff'i vd. görmek mümkün.
İdeolojinin teorisyenleri -her ne kadar kendi aralarında uygulamaya yönelik bazı farklılıklar gösterseler de- temelde aynı şeyi vaaz ederler: “Sınıflar arası savaşımın zorunlu bir sonucu olarak önce bir proletarya diktatörlüğüne, oradan da toplumsal refah ve özgürlük dünyası olan komünizme varılacağı öngörüsü.” (2) Bunun gerçekleşebilmesi için ise bireyin, başta ilahî öğretilerin tümünden kendini soyutlanması gerektiği düşüncesine de yer verilmiştir. Bugün solcu sıfatıyla bir üst kimlik kullananların hemen tamamı bu ütopya üzerine bir hayat felsefesi kurarlar.
Sosyalistlerin en çok kullandıkları kelimeler şunlardır: Ezilmiş işçi sınıfı (proletarya), yoksullar, aç insanlar, haksızlığa uğratılanlar, vahşi kapitalizm, emperyalist güçler, burjuvazi, dinci-gericiler, devrim, sömürü düzeni, üretim, emek, artı-değer ve mülksüzleşmedir. Düşünce melekeleri sürekli bir biçimde bu kelime ve kavramlarla yoğruldukları için dünya paradigmaları (değerler dizesi) da bu çerçevede inşa olmuştur. Mühimdir ki, size ve tüm vakalara öncelik bu kelimelerin arkasından bakarlar.
Anlayış ve niyetleri itibariyle İslam’a düşmanlıkları açıktır; aslında, öğretisi hem sosyal hem de felsefî bir temele dayandığı için rakip olabilecek dinî tüm oluşumları başta reddederler. Bu anlamda “kendi kovuğuna çekili duran Budizm” bile onların din aleyhtarı propaganda ve işkencelerinden kurtulabilmiş değildir. (3)
Uluslararası düzeyde, çeşitli halklar tarafından revaç bulmasının en büyük nedeniyse işçi sınıfının haklarını tüm boyutlarıyla gözetmesi ve sonuna kadar güvenebilecekleri bir örgütlenmeyi onlara sunmasıdır. İnançları, dünyanın dört bir köşesinde de bu şekildedir. (Bkl. http://tr.wikipedia.org/wiki/Tro%C3%A7kizm ve http://www.antikapitalist.net/kutuphane/kitap/cliff-marksizm/cliffmarksizm-tanitim.htm)
Türkiye'deki solcular itikad yönüyle diğer tüm yoldaşlarıyla benzeştir. Örneğin; “Hallac-ı Mansur’un asılması”, “4. Murat’ın içki yasağı”, “Sivas olayları” gibi üzerinden seneler geçse de dillerinden düşüremedikleri ‘örnek’ tarihî vakaları tekrar tekrar zikretmeleri, dine karşı besledikleri genel bir güvensizlik hissinden kaynaklanmaktadır. Onlar açısından ilahî kaynaklı dinler, tarih boyunca masum insanları ya sömürmüşler ya da katletmişler ama burjuvazi ve gücün daima yanında yer almışlardır. (!)
Bugün solcular tarikat ve cemaatleri sevmezler çünkü onlar insanları hep aldatıyorlardır; siyasî kanattakilerden nefret ederler zira onlar da para babalarıyla düet ediyorlar; radikal dinciler ise hiç yanlarına bile sokulup insan yerine koyulacak birileri değildirler. Onlara göre zaten memleket ta baştan beri dinci bir kadronun yönetiminde olmuş, Cumhuriyet’in ilk dönemi hariç, geri kalan tüm senelerde halk bu tiplerin ellerinde münafıkça sömürülmüştür. (Bkl. http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kaan_arslanoglu.html)
Bir yazar şöyle diyor: “Din, kendisine başkaca seçenek sunulmayan sıradan insanların son sığınağı; bu açmazın ayrımında olanların ise en etkili çıkar aracıdır. İnançlar, insanlığın yumuşak karnını oluşturmaktadır. Bu gerçeğin ayırtında olan egemenler, yalınkat insanları sürekli olarak sığ alanlara sürmektedirler. Dinler [böylece] siyasete, ticarete ve çıkarlara alet edilmektedirler.” (Ferhan Ercan, Dinsel Şiddet, Toplumsal Dönüşüm Yay. Önsöz 1997)
Nihayet bu ithamlar solcuların genel yaklaşımlarını özetler mahiyettedir. Bizce dikkati celbeden husus, dine asıl buğzlarının onun öğretisinden değil de, o kimlikte namzet salmış bir takım kişilerin yaptıkları ile ilgili olmasıdır. (4) Ayrıca, nefretlerinin bir alt sebebi, (hakiki) solcuların sosyal adalete duydukları endişedir... Onların dünya görüşüne göre para, İslamî cemaat ve tarikatların üstünde tepindikleri, eşelendikleri tek gerçekliktir. Ve tüm Müslümanlar bu yüzden sosyalist bir eşitçiliğin, komünizm gibi özgürlükçü bir devlet sisteminin karşısındaki düşmanlardır; faşistler de böyle, kapitalistler de…
Esasta iş onların sandığından çok farklı olsa da psikolojik arka planlarındaki temel güdüleri budur: Dinsel olana düşmanlar zira korku duyuyorlar ve güvenemiyorlar! Din olsa olsa ahlâkî bir motif, iyi bir an’ane, biraz derli toplu duran atasal bir öğretidir; o kadar… Fazlasına kalkışan sosyalizmin ‘düşman hattı’na geçmiş olacaktır.
Sosyalist dünya görüşü sahipleri, her ne kadar süslü ve entelektüel dili oldukça ağır bir birikime sahip olsalar da, gerçekte salt içlerine kapanık ve bu anlamda “öteki”ni sürekli kendi zaviyesinden değerlendiren, düşünce mantalitelerini (zihnî alt yapılarını) tarihî vakalara kilitlemiş, dar bakışlı kişilerdir. Bizce onların bu tavırları, kendi kese kağıtlarını kendi başlarına geçiren ve böylece kendi kendilerini kör eden ahmakların haline benzemektedir..!
Aşmaları gereken bazı düşünce ağları var dimağlarında; öncelik bu ağı yırtmalı ve onlara İslam’ın gerçek çehresinin ne olduğu ispat edilmelidir. Zira solcular çok fazla mantıkçı birer ideolojisttirler.
Diyebiliriz ki onları anlamak zor değildir; hakikate meyletme hususunda inatçı kesilenleri hariç, onları çevirmek de kolaydır. Kur’an’ı iyi izah edebildiğiniz, asr-ı saadet benzeri bir selam ve muhabbet ortamını göstermeniz halinde iman onlara çok yakındır. (Bilhassa anarşist solcuların bu şekil ikna ile İslam olduklarını -diğer görüş sahiplerine oranla- daha fazla gözlemlemişizdir.)
Nitekim Allah (cc) şöyle buyuruyor: “İyilik ve fenalık bir değildir. Ey inanan kişi: Sen, fenalığı en güzel şekilde sav; o zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün.” (Fussilet: 34)
Bununla birlikte Kur'an'da, düşmanlıkta ileri gidenlere -tevbe etmedikleri takdirde- karşı konulması da emredilmiştir: “Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.” (Tevbe: 123)
Doğru yolu (tutumu) belirleyecek olan biraz da anın fıkhını gözetmek olmalıdır Allah-u Alem.
2. Zümre: ŞARKİYATÇILAR
Terim olarak; doğu dinleri üzerine kendilerini adamış bir takım araştırmacıların yürüttüğü ilmî bir disiplinin adıdır, şarkiyatçılık… Batılı pek çok tarihçi ve meraklının ilgi alanını oluşturan bu saha, ta 18. yy’a değin uzanan köklü bir geçmişe sahiptir. (5)
Şarkiyatçılık işini yürütene oryantalist de denilir. Bunlar meslekleri itibariyle farklı din ve kültürlerin öz kaynaklarını inceleyip yazıya döken -tümü Hristiyan veya Musevî kökenli olan- akademisyenlerden oluşur. Kur’an kavramlarını ve tedvin dönemini açıklayıcı nice eser yazmış, tam kapsamlı bir hadis ansiklopedisi hazırlamış, siyer tarihî vesikaları ve doğu toplumları sosyolojisi üzerine onlarca çalışma yürütmüş bulunan Gustave Le Bon, Arnold Toynbee, Morrisson, Philip Hitti, Baron Carra de Vaux, Theodor Nöldeke, İgnoz Goldziher, Luis Massignon, Joseph Schacht, Arent Jan Wensinck ve Bernard Lewis gibi ünlü yazarlar bu isimler arasında yer alır. (6)
Edward Said’den öğrendiğimiz kadarıyla Batılı oryantalist yazarlar -sadece 1800 ile 1950 yılları arasında- Doğu ve İslam dünyası hakkında 60.000 eser yazmışlardır. Fakat nihayetinde İslam’ın gücünü kırıcı pek çok asılsız yakıştırma ve tanımlamalarda da bulunmuşlardır: Hz. Muhammed’in (sav) sara hastası ve şehvetine düşkün, eli kılıçlı bir zorba olduğu şeklindeki iftiraları… Kur’an’da birçok çelişkinin bulunduğu, metninin yer yer anlaşılamazlık içerdiğini iddia etmeleri… Eski ve Yeni Ahid’den faydalanıldığı gibi asılsız söylemlerde bulunmaları… Yine, Müslüman iktidar ve halifeleri hakkında çirkin yakıştırmalara gitmeleri… Kadınların İslam'da yerinin olmadığı ve arka plana itildiği söylemleri… Müslümanların ancak harp ile toprak kazanabildiğini iddia etmeleri… akla ilk gelenler arasında sayılabilir. (7)
Şarkiyatçıların esas gayeleri doğu dinlerini -özelde İslam’ı- içerden yıkmaktır. Bunun böyle olduğu bizde ancak 20. yy gibi geç bir dönemde anlaşılmıştır. Zira yaklaşım tarzlarında baştan beri münafıkça bir ‘dostluk’ görülmektedir.
Araştırmacı bir yazar şöyle diyor: “Gerçekten oryantalistler geliştirdikleri değişik ilmî metotları kullanarak yaptıkları araştırmalarla Müslüman halkın çoğunlukta bulunduğu Afrika, Orta ve Uzak Doğu ülkelerinin güç kaynağı olan manevî değerlerine eğilerek bunları tarafsız bir görünüm altında çeşitli yönlerden incelemişlerdir. Ne var ki, ele aldıkları bütün konuları bir yandan diledikleri gibi yorumlayarak, diğer taraftan son derece ustalıkla sokuşturdukları fikirlerle saptırmak istemişlerdir. Böylece bu ülkelerde yaşayan -özellikle aydın zümrelerin- kültür, inanç, duygu ve düşünceleri üzerinde tesirli olmuşlardır. Denilebilir ki, kimi İslam ülkelerinde görülen dinî kültür yozlaşması, manevî değerlere sırt çevirme, az da olsa dinsizlik, nihayet bir toplum için ciddi tehlikelerin başında gelen manevî bağların zayıflaması ile kendi değerlerine yabancılaşma, en başta beri bu çalışmaların neticesi sayılabilir.” (8)
Ayrıca onların vahdet-i vücutçuların eserlerine itibar etmeleri ve bu fikirdeki kişilerin (mesela İbn Arabî, İbn Seb’in, Tilmisanî ve İbn Hûd gibilerinin) düşüncelerine ağırlıkla yer vermeleri ile İslam toplumunu içten parçalamayı hedefledikleri daha net anlaşılmaktadır. Şeyh Ebu Zeyd kitabının bir yerinde şöyle diyor: “Hiç şüphesiz ki bizim çağımızda İslam’a mensup olduklarını iddia eden bu dinsizlerin [vahdeti vücutçuların] övülmesi, onlarla iftihar edilmesi ve görüşlerinin yayılması şeklinde büyük bir fitne kopmuştur. Oryantalistlerin onların kitaplarını basması ve yayınlaması da buna yardımcı olmuştur. Muhakkak ki bütün bunlar sakınılması gereken tehlikeli ve riskli şeylerdir.” (Dinler Arası Diyalogda Çıkarı Olan Kim? Bekir b. Abdullah Ebu Zeyd, Polen Yay. sf: 27)
Şarkiyatçılar, yöntemlerini iki temel disiplin altında geliştirdiklerini düşünürler: Birincisi objektiflik prensibi, yani tam bir tarafsızlık ile konuları ele alma; ikincisi ise esas kaynaktan faydalanma, yani meseleleri yerinde inceleme… Bununla Müslümanlara karşı güya bir cazibe ve güvenilirlik merkezi olmayı hedeflemişlerdir. Hem böylece kendilerine gelecek olan itirazların da en başta yolunu kesmiş olacaklardır.
Muhammed el-Behiy'in dediği gibi; batılı yazarların bu şekil tamamen "bağımsız" ve "özgür" olamayacakları çok açıktır. Zira onlar yazdıkları her makale ve araştırdıkları her vesikaya kendi sübjektif düşüncelerini yansıtmaktan kurtulabilecek dürüstlükte değillerdir. “Evet, kitap onun kitabı değildir. Çünkü iktibas edilmiş sayfalar toplamıdır. Ama aynı zamanda onun kitabıdır. Çünkü seçimi yapan, materyalleri bütünleştiren ve birbirine bağlayan kendisidir.” (İslamî Düşüncede Oryantalist Etki, Ekin Yay. 1996. sf: 269) Dahası dilediği zayıf rivayetleri alan ve sahih olana tercih eden, İslam'ın güzelliklerden dilediği nispette az bir miktarda değinen ve böylece hakkı gizleyen yine onlardır. Böyle yapmakla onlar ancak kendi metodlarını yalanlamakta, Müslümanları ise kandırma yolunu tutmaktadırlar!
Bu durum Allah'ın (cc) şu ayetlerinde anlatılanlara benzemektedir:
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah'ı şahit tutar. Hâlbuki o, hasımların en yamanıdır.” (Bakara: 204) “Onlar (zanlarınca) Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.” (Bakara: 9)
Araştırmaları sonucunda Müslüman olmuş Fransız oryantalisti Nasiruddin Denier, meslektaşlarının eşya hakkında hüküm verme ölçüleri ve usullerindeki yanlışı şu şekilde ifade eder:
“Bunların hepsi -yani oryantalistler- hz. Peygamberin (sav) siyerini ve İslam’ın açıklanması sırasında geçen olayları tamamen Avrupa’nın akılcı metotlarına göre tahlile kalkıştılar. Bu olaylar ayrı, Avrupa mantığı ayrı olduğu ve bu mantıkla doğuda yaşamış peygamberler hakkında doğru neticelere varma imkânı bulunmadığı için de büyük hatalara düştüler.” (Alıntıyı yapan: Mustafa Sıbaî, Oryantalizm ve Oryantalistler, sf: 82. Beyan Yay. 1993)
Bizce onların (saklı) düşmanlıklarının sebebi salt bir inat değil, Müslüman halkları sürekli küçümsemeleri ve yüksek bir gurur ile incelemeye tabi kılmalarıdır. Şarkiyatçıların nazarında Müslümanlar, basit ve ilkel sosyal bir oluşumdan öte hiçbir değer taşımamaktadırlar. İlgileniyor gibi durmalarının ardında yatan niyet başkadır. Ekseriyetinin ruh halinde bir tür çekememezlik (hased) mevcuttur. İslam’ın yayılma ve yükseliş dönemleri boyunca fethettikleri (onlar açısından "işgal" sayılan) toprakların birçoğunun evvelce onlara ait olması ve yüzyıllar süren yenilgilerinin asıl müsebbibi olarak Müslümanları görmeleri sebebiyledir ki, ruhen tamiri zor bir ezikliğe uğramışlar ve tıpkı kavgada yenilen kişinin öfkesi gibi bir öfke ile bize bakmaktadırlar.
Rabb Teâlâ bu gerçeğe işaretle şöyle buyuruyor: “Ehl-i kitaptan çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek istediler. Yine de siz, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedip bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” (Bakara: 109)
Onların diğer bir çıkmazı, dini, bir takım yerel bölgelere has kılmalarıdır; sanki İslam sadece Arapların veya Türklerin dini imiş gibi zannederler. Ondaki evrenselliği kavramaları milliyetçi (ulusçu) tutumlarından ötürü bir hayli gecikir. Bazısı iman etse de birçoğu bunu onur meselesi yapar; kendi kültürel üstünlüklerini (?) diğer doğu insanlarının dinine yenik düşürmek istemezler. (9) Ayette denildiği gibi; “imanlarına kibri yediremediler ve günahkar bir toplum oldular.” (10/75)
Tüm bunlara rağmen bazı Müslüman aydınlar şarkiyatçıları dışlamak yerine, gayretlerine sempati ile yaklaşmış, çalışmalarına ilgi ve alaka göstermişlerdir. İşte Cemaluddin Afganî, Muhammed Abduh, Hüseyin Heykel, Taha Hüseyin, Muhammed Câbirî, Ebu Reyye, Nasr Hâmid Ebû Zeyd, Hasan Hanefi, Ahmed Emin ve Fazlurrahman bu isimlerin başında gelir. Onlar, oryantalist üstatlarını bazen eleştirmişler ve ithamlarına reddiyeler yazmışlar, bazen de fikirlerinden etkilenerek olduğu gibi İslam coğrafyasına taşımışlardır. İslam tarihini, hadisleri, Kur'an tefsirinin mutlaklığını ve geleneksel fıkhı ağır bir biçimde yererek yenilikçi bir anlayışın öncüsü olmuşlardır. Modern düşünce biçiminin doğu topraklarına girişi de zaten bu isimler sayesinde olmuştur. (10)
Bugün oryantalistler ve takipçileri eskisine nazaran günümüzde daha geniş bir yelpazede çeşitli gazete, dergi, ilahiyat ve basın-yayında görev almış pozisyondadırlar. Güçlü ve etkin olduğu sert dönemlerinden sonra şimdileri biraz daha soft ve demokratik söylemlerin arkasında, Müslüman alemin yumuşak karnını okşuyor görülmektedirler. Bilhassa modern dünyanın zihni ile İslam’ı anlama - tanımlama ve dinin şeriatını tarihselliğe itme çabaları ile varlıklarının izini sürmek pekala mümkündür. (Bkz. Rıhle dergisi, Modernizm incelemesi, sayı:3. Ayrıca bkz. Muhammed Abduh / Reşid Rıza ve İçtihad, Ali Bayram - Sadi Çögenli, Bedir Yay. 2008)
Bizce üzücü bir durumdur ki, batılı oryantalist araştırmacıların eserlerinin önemli bir kısmı bugün -farkında olsun olmasın- bir takım Müslüman aydınların sözlerine karışmış ve dini bu gözle değerlendirmeye / eleştirmeye kalkışmalarına yol açmıştır.
Dikkat edilmesi gerekilen husus, düşmanın saffına iltifat etmeden onu İslam'a davet edebilmektir; yoksa kontrolü yitik bir irade ile yaklaşıldığı takdirde akılları karıştırıcı pek çok fitneyi sizin önünüze sereceklerdir; sırf siz dinde zayıf düşesiniz diye.
Allah (cc) şöyle buyuruyor: “Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler.” (Bakara: 217) “İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.” (Maide: 13)
3. Zümre: ATEİSTLER
Din sosyolojisindeki tanımına göre; herhangi bir toplum tarafından varlığı kabul görmüş herhangi bir Tanrı’ya (Teo) tapmayan, dahası O’nu yadsıyan (hayatının dışına itmek isteyen) her kişi birer ateisttir. Böylece tüm Materyalistler, Septikler (kuşkucular), Nihilistler, Epikürcüler (hazcılar), Darwinistler, Satanistler ve çoğu Aydınlanma Çağı düşünürü bu tanımın içerisine girerler.
Temel itikatları “bilimsel düşünce” adını verdikleri bir metot üzerine kuruludur. Ve yerçekimi kuvvetinin katîliği kadar, kâinatın kendi başına işlerliğine inanırlar. Ünlü Fransız matematikçisi Laplace, İngiliz filozofu David Hume, atom bombasının mucidi Alman Yahudisi Albert Einstein, varoluşçu psikiyatrin dev ismi Rus Irvin Yalom, meşhur gökbilimci Amerikalı Carl Sagan, atalarımızın uzaylı olduğu fikrini savunan -Türkiye dâhil dünyanın pek çok yerinde halen oturumlar düzenleyen- Hollandalı Erich von Daniken ve günümüzün dehası sayılan fizikçi Stephen Hawking bu şekil birer tanrı-tanımazdırlar.
Tümü de dini, bilimden kopararak diyalektik bir biçimde zihinlerinde ayrıma giderler. Sayıları günümüzde dünya nüfusunun % 15 ile 20’si arasında olduğu düşünülen bu kitlenin önemli bir kısmı sessizce köşelerine çekilmiş beklemektedirler. (11) Diğer bir kısım ise Tanrı’yı -zatı ve fiilleri itibariyle- içtenlikle gereksiz görürler; hem kendileri, hem toplum ve hem de evren (kozmos) için... (?) Bu sebeple, yeryüzünde O’nun temsilcisi olduğu iddiasıyla dolaşan kimselere karşı keskin bir biçimde buğz beslerler.
Nietzsche -bildiğimiz kadarıyla batının sistematik ilk sürekli ateizm propagandası yapan düşünürüdür- şöyle der:
Din [Hristiyanlığı kastediyor], iktidarını zayıf kimselere borçludurlar. (12) Eğer insanlar günah işledikleri endişesi ile kiliseye gitmese ve vicdanlarına yenik düşmeseler ne olurdu? İnsanın bu anlamda kutsal bir bağa gereksinimi kalır mıydı acaba? Bu sebeple bütün Tanrıları (zihinlerden) kaldırmalı ve “insanüstü” çabayı tek iyilik yolu olarak adlandırmalıyız… (Bkz. Böyle Buyurdu Zerdüşt, Friedrich Nietzsche, Kum Saati Yay. 2003. sf: 73-74.)
Ateistler açısından:
Rahipler, hahamlar ve mollalar gerçekte var olmayan bir dinin sözcüsü olmaktan başka, insanları ve toplumları açık bir yalan üzere aldatmaktadırlar. Halk ise baştan beri bu tiplerin gözetiminde muhafazakâr bir biçimde yetiştirildiği için en basitinden aptaldır; dinin gerçek zararlarının farkında bile değildirler! Orta Çağ büyücülük döneminden kalma bir refleks ile olmadık mucizelere inanan kuru bir güruh... Teistlerin sayıca fazla olması hiçbir şey ifade etmez; zira onlar sadece ‘inanmak istedikleri için’ inanıyorlardır. (13) Her halükarda aydınlatılmaları ve bilinçlendirilmeleri gerekir. Ya kitap ve dergi gibi süreli yayınlarla, ya panellerle, ya da eğitim kurumlarında…
(Ülkemizde de çıkan Natıonal Geographic, Bilim-Teknik, Toplum ve Bilim, GEO ve NTV-Bilim dergileri dikkat edilirse yayın politikası olarak biraz bu son vurguda bulunduğumuz anlayışa hizmet ediyor görülmektedirler. Zira tümü de darwinist bir inanca sahiptirler ve makalelerinde çoğu kere dini, bilimsel düşünceden ayırmanın metod olarak tek doğru olduğunu savunurlar.)
Bundan başka; Ateistler, din öğretilerindeki Tanrı’nın vasıflarını baştan beri ‘absürd’ bulurlar; anlamsız, akıl dışı ve çelişkili olduğunu düşünürler… ya da en azından onlara böyle görülür. Amerika’nın ünlü yazarlarından George Carlin eleştirisini şu cümlelerle ifade eder:
“Din, insanları günün her anı, yaptığımız her hareketi gökyüzünden izleyen görünmez bir adamın varlığına inandırmıştır. Ve bu görünmez adamın 10 maddelik özel bir listesi [Tevrat'taki 10 Emir kastediyor] vardır, sizden bunları yapmamanızı ister. Eğer bu suçlardan herhangi birisini işlerseniz, sizi sonsuza kadar kalacağınız özel bir yere gönderir; burası ateş ve dumanla kaplıdır, işkence ve ızdırabın yuvasıdır. Tanrı, sizi buraya gönderirken yanmanızı, acı çekmenizi, boğulmanızı, feryat etmenizi ve sonsuza kadar ağlamanızı ister... Ama sizi sever!” (Alıntıda bulunan: Richard Dawkins, Tanrı Yanılgısı, Kuzey Yay. 2007, sf: 265)
Onlar zihinlerinde, hem sevgi ve merhamet dolu hem de azap edici olan bir Yaradan’ın varlığını bir türlü oturtamamışlardır. (14) İşte bu çelişki onları manevi bir boşluğa itmiş, zamanla böyle bir Tanrı’nın var olamayacağı fikrine meyletmişlerdir. Ellie, karşısında duran dindar rahibe şöyle çıkışır:
“Neden dünyanın çevresinde dönen dev bir haç yok? Neden ayın yüzüne kazınmış değil 10 Emir? Neden Tanrı Kutsal Kitap'ta böylesine açık seçik de dünyada bu kadar belirsiz? Neden O'nu kristal saydamlığı ile göremiyoruz?” (C. Sagan'ın Mesaj adlı romanından, sf: 188)
Allah’ın buyurduğu gibi: “Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar.” (En’am: 33)
Bilmek gerekir ki; ateizmin bir yöneliş (idea) olarak geçmişi çok eskiye dayanır. Ve fakat -İslam’ı da hedef alarak- düşmanca bir hüviyete bürünmesi, ziyadesiyle 17. yy. Avrupası’ndaki Katolik kilisesinin akıl almaz bir takım baskıcı ve zalim tutumlarıyla birlikte görülür. Engizisyon Mahkemeleri adıyla ün salan söz konusu din merkezlerinin (?) bilimsel düşünceye karşı verdikleri amansız mücadele, gerilimi tırmandıran ana etken olmuştur. Bir adamı dörde bölmek, suda kaynatmak, mekanik çarktan geçirmek, kazığa çakmak, ateş kuyusunda yakmak, dilini kesmek, gözlerini oymak, derisini yüzmek ve diri diri gömmek nevinden uygulamaların yaşandığı 12. yy - 18. yy. arası dönem, bugün dahi yeri geldiğinde bir dinin neler yapabileceğini ortaya koyması bakımından ateistlerce sıklıkla misal olarak verilir. (15)
Aydınlanmacı düşünürlerin tamamı hemfikirdir ki, din hegomanyasının hüküm sürdüğü senelerde insanlar "özgür" değillerdi. Ağır yaptırımlar, dogmatik inançlar ve din kurumlarının sermayesi altında ezilmiş birer yığına dönüşmüşlerdi.
Söylemlerine destek olsun diye Doğuda din temelli bir teokrasinin hüküm sürdüğü çeşitli ülkelerden de örnekler getirirler: Abbasilerin -iktidarı ele geçirdikten sonra- Emevî soyundan olanları yakalayıp katlettiği 600 bin masum insan gibi… (?) Yahut İran devrimini müteakiben yaklaşık 3,5 milyon kişinin yurt dışına kaçması ve 90 binden fazla insanın işkence ile öldürülmesi gibi... (?) Yakın dönemde de böyle: İşte 2001’de New York’daki ikiz kulelere yapılan saldırı ve 2005’de Londra’daki metro bombalamaları...
Tanrı-tanımaz meşhur bir gazeteci şöyle bir yorumda bulunuyor: “Bütün bu acıların, kargaşanın, şiddetin, terörün ve umarsızlığın nedeni elbette dinin kendisidir. Böylesi aşikâr bir gerçekliğin altını çizmek her ne kadar gülünç görünüyor olsa da, geçek şu ki hükümet ve medya bunun doğru olmadığını iddia ederek her şeyin üzerini örttüklerini zannediyorlar.” (Alıntıyı yapan: Richard Dawkins, a.g.e. sf: 288)
Günümüzde ateistlerin kullandıkları argümanlar (kanıtlar) ekseriyet hep bu çerçevelidir; karşı çıktıkları dine ve müntesiplerine çoğunluk bu yönden saldırırlar. Toplumda belli bir ‘dışlanmışlık’ yaşadıkları için, yalnızlıklarını nefrete dönüştürmüşlerdir. Hakikatin ne olduğunu -yani dinlerin ne kadar tehlikeli olduğu fikrini- paylaşacakları yeterli sayıda kimse bulamadıkları için sıkıntı çekerler. Hâlbuki gerçek (onlar açısından) o kadar ortadadır ki... İnsanların genç yaşta kafalarını yıkayan, onları cennet vaadiyle kandırıp olmadık işler yaptıran, yakan - yıktıran vs. hep dindir. Eğer dinler olmasa idi dünya daha barışçıl, daha uzlaşmacı ve çok daha sükunet içeren bir gezegen olacaktı. (?)
Ateistler tıpkı solcuların karşı çıkış sebeplerindeki gibi, “dini yaşayan kitlenin din ile bir (özdeş) kabul görülmesi" sebebiyle düşmanlıklarında inat ediyordurlar. Sanki din, müntesiplerinin yapıp etmelerinden müteşekkilmiş gibi..! Böyle olmadığı aşikâr iken körlükleri sırf biraz inat, biraz da hevadan kaynaklanıyor Allah-u âlem.
Bizce tabi oldukları “hümanist ahlâk” çerçevesinde kendi ölçülerinde adil dindar bir topluluk göremedikleri için, hidayet yolunu layıkıyla tanımadan onu eleştirmeye kalkışmışlardır. Sırf bu körlükle Tanrı’ya rağmen kendi nefislerini ilah edinmeleri onlara daha çekici kılınmıştır. Belki gayret etselerdi durum çok farklı olurdu.
Namık Kemal Zeybek anlatıyor: “Bir görüşmemizde sordum: "Aziz (Nesin) Bey, siz ateistim diyorsunuz... Gerçekten öyle misiniz?" "Evet, öyleyim" dedi. "Peki, siz var mısınız?" dedim. "Varım!" dedi. "Nereden belli, belki de yoksunuz..." dedim. "Bilincimden!.." dedi. "Peki, sizin bilincinizle varlığın bilincini karşılaştırsak nasıl olur?" diye sordum. "Benimki sıfıra yakın olur." dedi. "Peki, bilincin sıfıra yakın olanı var da... Sonsuz bilince siz yok mu diyorsunuz?" dedim. Biraz düşündü ve sakince dedi ki: "Ben bütün evreni var eden ve yöneten gizli bir kudrete inanıyorum." Dedim ki: "Aziz Bey, işte biz Müslümanlar, O Kudrete Allah diyoruz!.." Aziz Bey: "Ben sizin söylediğiniz anlamda Allah'a inanıyorum" dedi. Zaten bütün Müslümanlar senin gibi olsa (ben de) Müslüman da olurdum" dedi. Nükte yapmak istedim: "Aziz bey, seni seviyorum, gel Müslüman ol da kurtul!" dedim. Gözleri nemlendi. "Ben iyi işler yapıyorum, çocukları okutuyorum" dedi.” (Bkl.http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=240241)
Ateist geçinen çoğu insan, gerçekte; koca bir çukura düşmüş ve annesi yardıma gelmediği için de büyük bir nefret ile onu inkar ettiğini haykıran küçük bir çocuğa benzemektedir. Ne reddetmelerinde samimidirler ve ne de gerçeğe bağlanmak noktasında sathi bir duruşları vardır; sadece zorla birileri onları o düştükleri çukurdan kurtarsın isteyen zavallı kayıp ruhlardır...
“(Resulüm! Kâfirlerin seni yalanlamalarına) şaşıyorsan, asıl şaşılacak şey onların: "Biz toprak olduğumuz zaman yeniden mi yaratılacağız?" demeleridir. İşte onlar, Rablerini inkâr edenlerdir; işte onlar (kıyamet gününde) boyunlarında tasmalar bulunanlardır. Ve onlar ateş ehlidir. Onlar, orada ebedi kalacaklardır!” (Rad: 5)
“(Dünyada iken) Onlar; 'Hayat ancak bu dünyadaki hayatımızdan ibarettir; biz, bir daha da diriltilecek değiliz' demişlerdi. Rablerinin huzuruna getirildikleri zaman sen onları bir görsen! Allah; 'Bu (yeniden dirilme olayı), hak değil miymiş?' diyecek. Onlar da 'Rabbimize andolsun ki evet!' diyecekler. Allah da, 'Öyle ise inkâr ettiğinizden dolayı tadın azabı!' diyecek.” (En’am: 29)
(Devam edecek inşallah...)
Faydalı Dipnotlar:
(1): "İslam'da Dost (Vera) ve Düşman (Bera)" adlı meşhur eserin takdim kısmında Abdurrezzak Afifi şöyle diyor: "Berâ (uzaklaşma kavramı), bâtılı (sapkınlığı) ve bâtıl ehlini sevmemenin bir göstergesidir. Kaldı ki bu, iman esaslarından da birini oluşturur. Nitekim Allah (cc) şöyle buyuruyor: "De ki: "Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma da sizler tapmazsınız. Ben de sizin taptığınıza tapacak değilim. Benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (109/1-6) Ayrıca hz. İbrahim'in (as) şu sözlerine de yer verilmiştir: "Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir." (Mümtehine: 4)
(2): Komünizm ile Sosyalizm arasındaki ‘farksızlığı’ açıklamak için şu paragrafa bakmak gerekecektir: “Marksizm’e göre kapitalizmin yıkılmasıyla birlikte bir geçiş dönemi başlar ve bu dönemin bitimiyle komünist topluma ulaşılır ki, bu toplum da kendi gelişimi bakımından iki temel evreye ayrılır. Marks bu evreleri komünizmin alt ve üst evreleri olarak adlandırır. İşte komünizmin alt evresine aynı zamanda sosyalizm denir. Bu alt evreye sosyalizm denmesi dolayısıyla, üst evreyi anlatmak için de yine komünizm kavramı kullanılmıştır. Böylece komünizm kavramı hem komünist toplumun alt ve üst evresiyle birlikte tamamını anlatmak için, hem de bu toplumun yalnızca üst evresini anlatmak üzere iki ayrı kapsamda kullanılagelmiştir.” (http://www.forumvadisi.com/siyaset-gundemi/178768-kominizm-sosyalizm-arasindaki-fark-nedir.html)
(3): Mao'nun Büyük Atılım dediği din dışı zalimane politikası sonucunda 1958-61 yılları arasında Çin genelinde yaşanan kıtlık, tarihin en büyük ve en ölümcül kıtlığı olarak kabul edilir. Kıtlık sonucunda ölen insan sayısının 40 milyon kadar olduğu tahmin edilmektedir. Komünizme muhalif olarak gördüğü kimseleri Darwinist önyargıyla "hayvan" olarak kabul edip herhangi bir dine inanan kimselere ise ağır işkence ve tecavüzlerle öldürüyordu. Mao'nun direktifleriyle 6 ila 10 milyon arasında kişinin doğrudan öldürüldüğü hesaplanmaktadır. Yaklaşık 20 milyon "karşı devrimci" de, ömürlerinin önemli bir bölümünü -100 metrekarelik bir hücrede 300 tutuklunun bulunduğu- cezaevlerinde geçirdi. (Komünizm Pusuda, Harun Yahya, Vural Yay. Bölüm 6’dan özetle...)
(4): Dinlerin “halk için birer afyon” olduğunu söyleyen Marks dahi, Orta Çağ Hıristiyan kilisesinin zulmünü örnek alıp buna diğer tüm dinlere kıyasladığı için böyle söylemiştir. İlginçtir ki bir başka Marksist olan Fidel Castro’nun şöyle dediği söyleniyor: "Din toplumların afyonu olabilir, ancak olmayabilir de. Dine sadece bu yönden bakmak körlük olur. Eğer din ahlâksız bir insanı ahlâklı hale getirebiliyorsa asla bir afyon olarak kabul edilemez, aksine iyiye hizmet eden bir olgu olarak karşımıza çıkar. Aslolan ahlâktır. Ben ateistim, ancak dinin bu yönünü iyi anlamak gerektiğini düşünüyorum." (bkz. http://www.itusozluk.com/goster.php/din+toplumun+afyonudur)
(5): Dr. Hilal Görgün’ün verdiği bilgilere göre oryantalizmin ilk ortaya çıkışı Fransa'da Napolyon'un Mısır Seferi'nden önce 1795'te Paris'te kurdurduğu “Ecole Speciale Des Langues Orientales” okulu ile başlamıştır. Daha sonra Almanya'da 1845'te “Deutsche Morgenlaendische Gesellschaft” enstitüsü kurulmuş ve bunları başkalarının takip etmesi şeklinde gelişmiştir. (bkz. http://www.sonpeygamber.info/tr/tr/oryantalistlerin-hz.-muhammed-e-bakisi/oryantalistlerin-hz.-muhammed-sav-e-bakisi.html)
(6): Hatta ılımlı yaklaşım gösteren ve yer yer Müslüman halkların başarılarına dikkati çeken “İslam Avrupa’da”nın yazarı Montgomery Watt, “İslam Güneşi”nin yazarı Sigrid Hunke, “İntişar-ı İslam”ın yazarı Arnold Howard, "Kur'an Kavramları"nın yazarı Toshihiko Izutsu ve “Oryantalizm”in yazarı Edward Said dahi küfürleri üzerinde sebat etmişlerdir. Bugün onların eserlerinde Müslüman halklara karşı bir teveccüh varmış gibi görünse de bu, hiçbir şekilde İslam’a bir zararları olmadığı anlamına gelmez. Bugün seninle birlikte taş atanın, yeri geldiğinde seni taşlamayı da bileceğini hesaba katarak dikkatlice okumak gerekir…
(7): Bu tespit ile Fransız Louis Massignon’un şu meşhur sözü de doğrulanmış olur: “Onların her şeyini tahrip ettik. Felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. Anarşi veya intihar için olgun bir hale geldiler.”
(8): Bkz. Oryantalizm ve Oryantalistler, Önsöz’den alıntı Mücteba Uğur’a (çeviren) ait… Beyan Yay. 1993. Bu gerçeği dile getiren Muhammed Kahtanî kitabında şu satırlara yer veriyor: "Bu oryantalistlerin daha başka kitapları da vardır ki, burada bala zehiri katmaktadırlar. Kitaplarının başından itibaren birazcık İslam'dan övgüyle söz ederek giriş yaparlar. İşte "İslam şunları yapmıştır, şöyle şöyle yapmıştır" gibi... Ancak bu kimselerin bunun ardından bekledikleri bazı şeyler vardır. Önce okuyucunun güvenini kazanmak, sonra da bizzat gizli olan kinini buraya kusmak oluyor. Akidede, şeriatta kuşku uyandıracak ifadelere yer veriyorlar. Böylece Müslümanların dinlerine olan güvenlerini sarsmak istiyorlar." (İslam'da Dost ve Düşman, Muhammed b. Said el-Kahtanî, Kayıhan Yay. 1993. sf: 207)
(9): Ayrıca şunu da ilave etmek gerekiyor; “Muhammedî kanun, Arap elbisesi içinde bir Jüstinyen kanunudur!” sözü ekseriyetinin en büyük önyargısıdır. Böyle (İslam çalıntı bir Roma hukukudur!) diyen bir zihniyet dolayısıyla iman etme noktasında da diretecektir… Bu söz, belki yıkmaları gereken önlerindeki en büyük duvardan biridir!
(10): Örneğin; ilk insanın Âdem (as) olamayacağı, cinlerin gaybî kişiler olduğu, cehennemin ebeden sürmeyeceği, Sünnet’in bağlayıcılık arz etmediği, hadislerin güvenilirsizliği, Kur’an’ın tarihsel bir metin olarak değerlendirilebileceği gibi… daha nice fikir -şarkiyatçıların tetiklemeleriyle- maalesef bizzat Müslüman düşünürler tarafından ele alınarak işlenmiştir.
(11): Kaynakların açıkladığı haritalara göre ateizm oranı bazı Avrupa ülkelerinde (Estonya ve Çek Cumhuriyeti gibi) % 66 ile % 75’lere kadar çıkıyor. Geri kalanın ortalaması ise % 30 civarında… Fransa, Belçika, Hollanda, Macaristan, Ukrayna, Rusya, Belarus, Letonya ve Beyaz Rusya dünya ortalamasının üzerinde görülüyor. Bunun yanı sıra resmî olarak dünyada ateist sayılan üç ülke var: Kuzey Kore, Vietnam ve Küba. (bkl. Dünya Atlası, Brigite Dumortier, NTV Yay. Sf: 58-59.)
(12): Dinler Tarihi uzmanı H. Spencer, ilk dönem halkların dinlere olan bu rağbetlerini yabanîliğin bir neticesi olarak tanımlar; ona göre ‘doğaüstü’ olarak karşılaşılan her durum ilahî bir işaret olarak algılandığı için böylesi ilkel bir refleks oluşmuştur. (Bkl. Dinlerin Dejenerasyonu, Kürşat Demirci, sf: 19-20, İnsan Yay. İst.)
(13): "Deccal" adlı eserinde “Rahip günahı icad ederek egemen olur.” diyerek durumu özetliyor. (Bkl. sf:75. Hil Yay. 1995) Ayrıca nefretinin arka planını yansıtan şu paragrafa da bakmak gerekecektir: “Hristiyan Kilisesi yozluğu bulaştırmadık hiç bir şey bırakmamıştır. Her değeri bir değersizlik, her hakikati bir yalan, her dürüstlüğü bir ruh alçaklığı haline sokmuştur. Bir de tutup bana onun “insancıl” katkılarından söz açıyorlar! Herhangi bir zorluk felaket durumunu ortadan kaldırmak, onun en derin çıkarına aykırıdır. O felaketlerle yaşar, kendini bengileştirmek için zorluklar yaratmıştır…” (a.g.e. sf: 99)
(14): Batı felsefesi -kadim Yunan’dan bu yana- Tanrı idrakini antropomorfik (insan biçimli) bir öngörü şeklinde oluşturduğu içindir ki, gerçekçi (usa dayalı) bir tevhid inancına hiçbir vakit layıkıyla erişemediler. Ve yine bundan sebep eleştirilerini ağırlıklı olarak “insansı özelliklere sahip bir Tanrı” fikri üzerine yaptılar; ateistlerin en büyük çıkmazlarından birini bu oluşturur.
(15): Örneğin; Bruno gibi bir bilim insanı gözleri açık, başında kukelata canlı bir şekilde yakılmış; Galileo gibi bir deha zorla yemin ettirilerek fizik kurallarını İncil'in safsatalarına ezdirmiştir! İllimunati örgütü işte bu amaçla klisenin gücünü yıkmayı kendine hedef edinmişti. Fransa'da devrimi başlatan ve İtalya'da Rönesansın öncülüğünü yapan yine onlardı. Dünya tarihinde halkların dine olan nefretlerini törpüleyen en kadim örgütlerden biri...