Y. E.Kırmızılı
Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a (cc) aittir. Salât ve selâm O’nun son elçisi olan yüksek ahlâk sahibi Muhammed Mustafa’nın (sav) üzerine olsun.
Âlimler dinin vaazını (İslam şeriatını) ehemmiyet sırasına göre şu 4 temel ilim dalı üzerine oturtmuşlardır: Akaid, Ahlâk, İbadât ve Muamelat. Bunlar tıpkı müstakil bir ev gibi; akaid temelini, ahlâk zeminini, ibadetler girişi ve muamelat çatıyı temsil edecek şekilde adlandırılmıştır.
Bugün bu esasların her biri kendi bünyesinde -tabir caizse- onlarca oda açarak genişlemiş ve nihayet kulun hayatını tüm yönleriyle kapsayacak bir enginliğe ulaşmıştır. Hem İslam insana uyabileceği öyle bir hayat rehberi sunar ki, onun başka hiçbir şeye ihtiyacı kalmasın ve insan İslam ile aradığı her sorununa bir cevap bulabilsin…
Siyerde okuduğumuz kadarıyla akaid ve ahlâkî öğretiler İslam davetinin ta en başından beri mevcuttur ve uzun yıllar davanın temelleri bu iki esas üzerine inşa olmuştur. Zikir, dua ve namaz hariç diğer tüm ibadetler ile siyaset dâhil çoğu fıkhın ayrıntılarını açıklamakta olan muamelat dalları ise ancak Medine dönemi içersinde kendini gösterebilmiştir.
Örneğin: Oruç ve zekât nübüvvetin 15. yılında, hac 19. yılında emredilmiş; içki, kumar, domuz eti, leş ve faiz gibi yasaklar ancak 16. ile 23. yıllar arasında peyderpey gelmiştir. Buna nazaran; yetimi ezmemek (93/9), dilenciyi azarlamamak (93/10), verdiğin zaman kalbin ürpererek vermek (23/60), boş işlerden ve malayaniden yüz çevirmek (23/3), emanete riayet etmek (23/8), sözüne sadık kalmak (13/20), kötülüğü ancak iyilikle savmak (13/22) nevinden ahlâkın konusu olan meseleler erken dönemde nazil olmuştur. Bu yönüyle düşünecek olursak ahlâkın ehemmiyeti ve aciliyeti akaid ile hemen birlikte ve ondan ayrı tutulmaksızın ele alınacak derecede büyüktür.
Ahlâkın Tanımı ..
Arapça asıllı olan ahlâk kavramı, “hulk” (yaratılış) kelimesinin çoğul biçimidir. Yaratılışımızda mevcut bulunan haller, mizaçlar ve huylar manasına gelir. Diyebiliriz ki; hayatımızın genelinde -farkında olalım, olmayalım- dışarıya yansıttığımız tutum ve davranışlarımızın tümü birden bizim ahlâkımızı oluşturur.
Bu ahlâk ya iyidir ve övülmüştür yahut da kötüdür ve kınanmıştır. Örneğin; enbiyanın ve evliyanın ahlâkında sabır, hilm, mütevazılık gibi övülen bir ahlâk öne çıkarken, şeytan ve müşriklerde de isyankârlık, zulüm ve kibir gibi reddedilmiş başka ahlâklar göze çarpar.
Bir ayet-i kerimede Resulullah’a (sav) hitaben: “Ve sen elbette üstün bir ahlâk üzeresin.” (Kalem: 4) denilerek zatı mehdedilirken, bir başka ayette ehl-i kitap: “Onlar, işledikleri çirkin işlerden birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüydü!” (Maide: 79) diyerek zemmedilir.
Dolayısıyla “ahlâkı olmayan kimse yoktur ama ahlâkı iyileştirilmesi gerekilen kimse(ler) vardır” şeklindeki bir tespit daha yerinde olacaktır. Bu meyanda “ahlâksız” tabiri mecazî anlamda, ahlâkı kötü olan kimse için kullanılır.
İlim Olarak Ahlâk ..
Ahlâk aynı zamanda bir “iyilik ve kötülük betimleme” ilmidir. Buna göre değer yargısını ya vahiyden alır ve yalnız onun dilediği çerçevede bir bilgi oluşturur. Yahut da bunun dışına çıkılarak (yani vahiy tanınmazlık edilerek) felsefenin konusuna girer ve beşerin inisiyatifine bırakılır.
Örneğin; kimi filozof ve düşünüre göre ahlâkı belirleyen dinamik “o işi yaptığında nefsinin tadacağı haz ve mutluluk”, kimine göre ise “akıl ve mantık”tır. Buna vicdan, toplumsal üst değerler, atasal öğreti yahut fayda veren şey de denilmiştir. (Ahlâk Felsefesini konu alan kitaplarda bu fikirlere sahip çeşitli ekoller hakkında geniş bilgilere rastlamak mümkündür.)
Bilhassa batı insanının yapmış olduğu bu tanımlamalar onları nihayet ilahî olan vaazdan uzaklaştırarak daha seküler bir anlayışa taşımıştır. Ahlâkı dahi ilim olmaktan çıkararak bir tartışma (ihtilaf) meselesi yapmışlardır. Buna nazaran “etik bilimi” diye bir başka kavramı geliştirmişlerdir.
Etik kelimesi evrensel (herkes tarafından kabul edilmiş) insanî normları ifade etmede kullanılır. Temellerini daha ziyadesiyle dinî yargıya alternatif olarak geliştirilen hümanizm felsefesinden alır. Etik’in kuralları bir yönüyle İslamî içerikle de uyum içersindedir. Ve fakat bilmek gerekir ki, usulde ciddi manada farklılık gösterirler.
Örneğin; rüşvet, fesad ve gasp gibi fiiller -tıpkı İslam’da olduğu gibi- toplumda oluşturacağı maddî zararlar açısından hümanist felsefede son derece uygunsuz bulunur. Bununla birlikte İslam dininde asıl yasaklanma sebebi, o fiilin, başta Allah rızasına uygun olmaması ile ilgilidir. Nitekim bu fiiller -topluma zarar vermesi bir tarafa- ayı zamanda mükellefin günaha düşmemek kaygısıyla Allah’tan çekindiği çirkin amellerdendir.
Hem maddî bir sebebe dayanmayan daha başka nice işler vardır ki, İslam cevazet vermezken (haram kılarken) etik bilimi açısından bunda herhangi bir sakınca görülmemektedir. Faiz, açık giyinme ve içki örnek olarak getirilebilir. Bu sebeple İslamî ahlâk, hümanistlerin etik anlayışının çok üzerinde, ahiret eksenli daha geniş bir bakış açısı sunmaktadır...
“İman edip de (kötülüklerden) sakınanlar için elbette ahiret mükafatı daha hayırlıdır.” (Yusuf: 57) (Ayrıca bkz. 4/38-39; 6/32; 7/146-147; 17/21. ayetler)
Sonuç itibariyle İslam’ın hitabında ahlâkın kuralları sabittir, salt vahye dayanır ve herkes için mutlak belirleyicidir. Eğer ahlâkın konusu beşerin tercihine bırakılırsa ilahî rızadan çıkarak tam bir keşmekeş yaşanacağı malumdur. Zira bir yerde doğru ve hak olan amel bir başka yerde çirkin ve batıl olarak addedilebilir; bunun sonucu her bir bireyin ayrı bir ahlâk anlayışı, ayrı bir değerler dizesi ve ayrı bir yaşam algısı ortaya çıkar.
İslam tüm bu ayrışmaların ta en başta önüne geçerek kulun yalnız Allah’a (cc) teslim olmasını şart tutar, yalnız Kitab’a ve Resul’e bağlı kalmasını emreder, ayrıca ona nefsinin arzularından ve hevasından mutlak surette uzaklaşmasını öğütler. Böylece ateşten korunmayı, cennete ise kavuşmayı vaadeder...
Allah (cc) şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah'ın ve Resulünün önüne geçmeyin. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (49/1) “(Düşünün ki) Allah'a döndürüleceksiniz, sonra herkese hak ettiği eksiksiz verilecek ve kimse en ufak bir haksızlığa uğratılmayacak. İşte o günden sakının!” (2/281) “(Ahiret için) Azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı da takvadır. Ey akıl sahipleri! Benden (emirlerime muhalefet etmekten) sakının!” (2/197) “(Hem) Allah'tan sakının ki O'na şükretmiş olasınız.” (3/123) “Allah'ın size olan nimetini, 'Duyduk ve kabul ettik' dediğiniz zaman sizi bununla bağladığı (O'na verdiğiniz) sözü hatırlayın ve Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, kalplerin içindekini bilmektedir.” (5/7)
Ahlâka Dair Diğer Bazı Kavramlar
Adap; “edep” kelimesinin çoğuludur. Birçoğu insanın ta yaratılışından gelen ve örnek alınacak nitelikler taşıyan bazı hal, hareket ve görgü kuralları manasına gelir. Örfe uygun olan çoğu davranış (mesela; hayâ, ağırbaşlılık, büyüklere saygı ve küçüklere merhamet göstermek) İslam geleneğinde edepten sayılır ve güzel ahlâkın alt başlığı olarak değerlendirilir. Bundan dolayı bazı âlimler İslam ahlâkını “edep” kelimesi ile izah etmişlerdir.
Fıtrat; maddenin -inşa edildiği özde mevcut bulunan- temel yapısıdır. Âdemoğlunun da bir fıtratı vardır ve bu fıtrat tamtamına İslâm’ın öngördüğü bir saflıktadır. O’nun vaazına yatkın, hidayet yoluna gayet meyilli ve Yaradanını içten bilen bir yapıdadır.
Allah (cc) şöyle buyurur: “(Resulüm!) Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında bir değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum: 30)
İslamî ahlâk (buna artık edep de diyebiliriz), işte bu fıtrat üzerine giydirilen elbise hükmündedir. Ona güzellik katar ve daha somut bir şekil verir.
Örneğin; acelecilik, unutkanlık ve savaşçılık fıtrattandır ve doğru zamanda, doğru işlerde kullanılmadığı zaman günah bir ameli ortaya çıkarabilir. Bu sebeple insanların kendilerini edebe uygun eğitmesi ve fıtratlarını daimi surette Kur’an temelli bir iyiliğe sevk etmeleri istenmektedir.
Mizaç; genellikle oluşumu anne karnında başladığı düşünülen ve çocukluğun ilk seneleriyle birlikte gelişimini tamamlayan ahlâkî bir ön-tanımlama yahut kişilik sıfatıdır. Karakter (seciye) kelimesinin tam karşılığı olarak da kullanılır. Bireyle bütünleştiği ve kolayına değişmediği için ona ruhun kendisi de denilmiştir. Fakat esas itibariyle mizaç, psikolojik bir hali ifade eder.
Örneğin; “filanca adam yerinde duramayan çok hareketli biridir”, denir. Yahut “ne kadar da çabuk parlıyor”, “ne kadar neşeli bir tip”, vs. denilir. Bunlar uzun zamandır o kişi ile özdeşleşmiş ve onda sürekli bir biçimde görülen haller olduğu için artık onun mizacı olmuştur.
Kur’an’da bu kavrama tek bir yerde işaret edilir: “İnsana nimet verdiğimiz zaman (bizden) yüz çevirip yan çizer; ona bir de zarar ziyan dokunacak olsa iyice karamsarlığa düşer. De ki: Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir.” (İsra: 83-84)
Burada dikkati çeken husus, İslam ile uygunluk arz etmeyen bir mizaç sahibinin; (örneğin, sevdiklerine karşı sürekli kırıcı olan birisinin ya da benzerinin) “ne yapayım, ben böyleyim ve değişemiyorum” şeklindeki bir mazeret ile özrünün kabul edilmemesidir... Doğru olan, mizacına ters de düşse, kişinin, kendini asıl Allah’ın istediği bir kul (abid) olma hüviyetine bürümesidir. Aksi takdirde nefsin heva ve hevesi işe karışacak ve kişi günaha sürüklenecektir.
Allah (cc) şöyle buyuruyor: “O halde gücünüz yettiğince Allah'a isyandan kaçının. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Ğaşiye: 16)
Bize göre mizaç ve diğer tüm psikolojik duygusal takıntılar, tümüyle ahlâkın konusudur ve gerektiğinde geliştirilmesi, değiştirilmesi söz konusu olmalıdır.
Ruh; “can” kelimesinin Arapça kullanımdaki karşılığıdır. Ahlâk ilminde çoğu kez “nefis” kelimesiyle özdeş olarak kullanılır. Birebir kişiyi tanımlayan, mutlak özgün olan (bir başkasında aynısı bulunmayan) ve mahiyeti hakkında herhangi bir malumat verilmeyen bir cevherdir. Aslı Allah’tan geldiği için O’nun bazı sıfatlarını cüz’i miktarda taşıdığı kabul edilir. Örneğin; görmek, duymak, konuşmak ve bilmek gibi… Ruh bu özellikleri ile beraber uhrevî bir sorumluluk yüklenir. Bunun sonrasında ise ya hayır yolunu tutar yahut şerre mahkûm olur.
Allah (cc) şöyle buyuruyor: “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verene, Sonra da ona iyilik ve kötülükleri ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems: 7-10)
Ahlâk ilminin amacı işte bu ruhu yüceltmek, onu terbiye ile ıslah etmektir. Ayrıca kişinin mizacını ve fıtratı da hesaba katarak ona en güzel ve en doğru