Necmettin Irmak
Bu sayımızda, Rahmet Cemaatinin önde gelen ismi, davetçi ve âlim Necmettin Irmak Hocamız ile bir hasbihal gerçekleştirdik. Kendisi 1968 Ardahan doğumlu olup, gençlik dönemlerinden bu yana çeşitli yerlerde İslamî ders ve seminerler vermekte, davet çalışmalarında bulunmaktadır. Evli ve 6 çocuk babası olan hocamız, İstanbul’da ikamet etmektedir. Allah kendisinden razı olsun.
Emre İlsever: Sevgili hocam, ilk olarak şunu sormak istiyorum; “Nebevîlik” kelimesi, lâfzî ve ıstılahî olarak ne manaya gelmektedir?
Necmettin Irmak: Kelime, peygamberlik manasındaki “nübüvvet” kelimesinin bir türevidir. Lâfzen haber vermek anlamına gelen N-B-E harflerinden türeyen nübüvvetin bir başka biçimi olan nebevilik, kelime anlamından daha ziyade, “nübüvvete / peygamberliğe ait ve uygun” anlamında ıstılahen kullanılır. Günümüzde ise Hz. Peygamberin (sa) yoluna, sünnetine ve sîretine uygun tavır, davranış ve hareket tarzı anlamında kullanılır. Ancak “nebevî” kelimesi, hadis ilmi de dâhil herhangi bir İslamî ilmin ıstılahlaştırdığı kelime değildir. Daha çok günümüzde İslamî hareketlerin kendilerini tavsif ederken kullandıkları bir tabirdir. Bundan dolayı kendilerini bu tabirle tavsif eden İslamî hareketler arasında ortak payda halinde bulunsa da içerik olarak farklılıklar arz etmektedir. Nitekim nebevîlik vasfını kullanırken sadece Hz. Peygamber (sa) değil, Kur’an’da örneklikleri anlatılan diğer nebîler de bu tabirin içine girer.
Emre İlsever: “Nebevî” kelimesi, Kur’an ve hadislerde geçmekte midir?
Necmettin Irmak: Kur’an ve hadislerde “nebevî” kelimesi kullanılmaz. Ancak Hz. Peygamber’in (sa) yoluna tâbî olmak ve O’nu örnek almak manasında gerek izafetle ve gerekse izafesiz pek çok kelime kullanılır. Kur’an’da geçen “üsve-i hasene” (en güzel örneklik) terkibi bunlardan biridir. Hadislerde geçen “Muhammed’in rehberliği” anlamında kullanılan “hedy-ü Muhammed” ifadesi de böyledir.
Emre İlsever: İslam tarihinde bu kavram ilk defa ne zaman ve hangi âlim(ler) tarafından kullanılmıştır?
Necmettin Irmak: Nebevî kelimesinin bilinen ilk kullanımı meşhur siyer âlimi İbn Hişam (öl. H. 218 – M. 833) tarafından olmuştur. O, meşhur siyerini “es-Siretu’n-Nebeviyye” diye isimlendirmiştir. Ancak yukarıda ifade edildiği siyasî anlamı itibariyle ilk kullanımı, 20. asırda yaşayan İslamî hareket teorisyenleri tarafından olmuştur.
Emre İlsever: Nebevîlik, bir hareket ve davet metodu olarak, Müslümanlara farz mıdır?
Necmettin Irmak: Bir hareket metodu olarak nebevîlik, İslamî hareketlerin fiilen taşıması gereken bir zorunluluk, bir farziyettir. Her Müslüman fert nasıl ki, hayatında Hz. Peygamber’in (sa) sünnetine uymak zorundadır, aynı şekilde Müslümanların oluşturduğu cemaat ve hareketler de Hz. Peygamber’in (sa) yoluna, sünnetine uymak zorundadır. Bu, bizim içtihadımıza bırakılmış bir husus değildir. İslam davasının sahibi olan ALLAH (cc), bu davayı bize gönderdiği gibi, bu davanın yöntemini de göndermiştir. Şehid Seyyid Kutub’un ifadesiyle; “Bu din, itikadî tasavvuru ve buna bağlı olarak hayatın vakıasını değiştirmek için gelmiş olduğu gibi, aynı şekilde itikadî tasavvurun üzerine inşa edilen yöntemi ve bu yöntem ile de hayatın vakıasını değiştirmek için gelmiştir.”
Kur’an’a dönüp baktığımızda, ALLAH’ın (cc) Müslümanlara kıssalarını anlattığı peygamberlerin (sa) ve özelde de Hz. Peygamber’in (sa) örnekliğine vurgu yaptığını görürüz. Gerek Kur’an’da Hz. Peygamber’e itaati farz kılan ayetler ve gerekse sahih sünnette bize bu sorumluluğu bildiren ifadeler ve gerekse ulemanın sünnete ittibaya dair söyledikleri hemen her şey, İslamî hareketin “nebevîlik” vasfı için de geçerlidir.
Emre İlsever: Nebevîliğin ana hatları ve olmazsa olmazları nelerdir?
Necmettin Irmak: Bir hareketin nebevîliğe dair ana hatları ve özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
1. Rabbanîdir: Zira bu dava bütün İslamî hakikatlerin geldiği kaynaktan bize ulaşmıştır. Yine bu dava, âlemlerin Rabbi olan ALLAH’ın emanetidir. Bir beşer ürünü değildir. İnsanoğlu sadece bu davanın uygulayıcılarıdır.
2. Akidevîdir: Bu davanın müntesipleri itikadî bir bağ ile bu davaya bağlıdırlar. Bu tercih, ideolojik bir tercih değildir. Bu dava ile iman ve mutlak teslimiyet üzere bir ilişki kurulu. Ayrıca bu davanın esasları, iman esaslarıdır.
3. Fıtrîdir: Davanın sahibi olan ALLAH (cc), davasını emanet ettiği insanın yaratılışına uygun bir şekilde sunmuştur. Hem davanın, hem de insanın tabiatı birbiriyle tenasub içindedir.
4. Amelîdir: Hayatın her alanındadır. Her detayı uygulanmak üzere planlanmıştır. Öyle ki, soyut gibi sanılan her boyutunun mutlaka amelî bir yansıması vardır. Bu davayı sadece teoriye mahkûm etmek, ona yapılacak en büyük kötülüktür. Onun yapısal özelliğinden dolayıdır ki, dinamik bir yapıya da sahiptir. Durağanlık onu yok oluşa götürür. Ancak bütün bu amelî yoğunluğa ve dinamizme rağmen ortaya konması ve uygulanması kolay bir davadır. Zira ALLAH, bu davayı bize zorluk çıkarmak için indirmemiştir. O bize kolaylık diler, zorluk dilemez. Her ne kadar nefislere ağır gelse de bu davanın içine giren ve ona omuz verenler bu kolaylığı her daim görürler.
5. Gerçekçidir: Hayatın bütün realitelerini gözetir. Bu gözetme realiteye teslim olma manasında değildir. Bu davanın sahibi, hem davayı emanet ettiklerini, hem de bu davayı gönderdiği toplumun gerçeklerini en iyi bilendir. O, bu davayı omuzlayanları ütopyalar ve hayaller peşinde koşturmaz. Bu davanın müntesipleri de ütopyanın / ümniyyenin bir çıkmaz olduğunu bilirler.
6. Maslahatı gözetir: Müslümanların maslahatını göz ardı etmez. Sahihlik vasfını taşıyan ihtiyaçlarını, isteklerini ve beklentilerini yok saymaz. Hatta zaruret miktarınca onlara çıkış yollarını mümkün kılar. Ancak bu durum davanın faydacı (pragmatik) olması anlamına gelmez. Maksada ulaşmak için her yolu mübah kılmaz.
7. Ahlakîdir: Dikkat ettiği temel prensibleri vardır. Davranış bozukluklarına ve her türlü aşırılığa karşıdır. Mutedildir. Karşıtlarının yaptıklarını mutlak olarak kendine gerekçe yapmaz.
8. Tedricidir: Aşamalı bir karaktere sahiptir. Tedricilik bu davanın en bariz vasıflarındandır. Bağlılarına bütün yükü tek bir defada yüklemez. Onların takati ve imkanları nispetinde sorumlu tutar.
9. Ciddidir: Bu dava bir kurtuluş davasıdır. Dünyaya da ahirete de dönük bir yönü vardır. Hem kendini hem insanlığı cahiliyeden ve cehennemden kurtarma mücadelesidir. Basit beklentiler ve sıradan tavırlar ve eylemlerle bu dava götürülemez. Kaldı ki bu davanın her türlü karşıtı -nefs, şeytan ve şeytanî unsurlar- bütün güçleriyle bu davaya karşı uğraşır iken bu davaya tâbî olanların basit ve dünyevî işlerin peşinde koşmaları davanın ciddiyetine halel getirir.
10. Tevekkülîdir: bu dava, onu yüklenen insanın etkinliğini kabul ettiği gibi, aynı şekilde hiçbir sınır tanımayan ilahî iradeye de vurgu yapar ve hatta bu iradenin dışında veya onunla beraber başka bir etkinliğin varlığını kabul etmez. Bütün hesapların içerisinde ve en başında, ALLAH ve onun güç ve iradesi vardır.
Bu davanın müntesipleri, kâfirler istemese de ALLAH’ın (cc) nurunu tamamlayacağını bilir ve sadece O’na tevekkül eder. Kendi çabalarının bir vesile olduğuna, sonucun ve zaferin ALLAH’ın (cc) elinde olduğuna iman ederler.
Burada şunu da ilave etmek gerekir: Bu saydığımız vasıflar, kendini Müslüman cemaat addeden hiçbir grup tarafından reddedilmez. Ancak burada birkaç cümle ile dile getirmeye çalıştığımız hususlarda detaya inildikçe farklılıklar ortaya çıkacaktır. Ama bu genel vasıflarda bir araya gelmek bile önem arz etmektedir.
Emre İlsever: Seçim yoluyla yarı-İslamî bir iktidarda bulunarak “halkın kademe kademe ıslah edilmesi yöntemi” ile “nebevî hareket ve davet yöntemi” birbiriyle çelişir mi?
Necmettin Irmak: Böyle bir yöntemi birileri kendileri için yapılabilir sayabilirler. Ancak bunun “nebevi” bir hareket yöntemi olmadığını bilmemiz gerekir. Kaldı ki birilerinin bunu kabul etmesi onun doğru ve olabilir olduğunu göstermez. Yarı İslamî bir iktidar demek, deve mi yoksa kuş mu olduğunda karar verilemeyen (!) devekuşuna benzer. İslam ve cahiliyenin paylaştıkları bir düzen asla mümkün değildir. Bu durumda ya buradaki “İslam” İslam değildir, ya da “cahiliye” cahiliye değildir. Hz. Peygamber’in (sa) siretinde bunu çok açık görürüz. Kur’an da bize böyle bir yöntemi caiz kılmaz. Ne var ki, Yusuf (sa) kıssasında dile getirilen, Yusuf’un iktisadî sorumluluğunu İslam ve cahiliyenin iktidar paylaşımı gibi bir algı hep olagelmiştir. Burada bir peygamber olarak Yusuf’un (sa) konumu tağutî / firavunî bir iradeyle işbirliği olarak algılamak Yusuf’un (sa) davasına töhmetten başka bir şey değildir. Burada kabul edilmesi gereken şey, surede geçen diğer delilleri de dikkate alarak, idarenin -Mısır azizinin- cahili bir itikattan uzak olduğudur. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki, toplumun ve Müslümanların maslahatı için birilerinin kendi sorumluluk alanında İslamî değerlerden taviz vermeksizin ve bunu da İslamî hareket adına ve teslimiyetle yapmaksızın görev almaları cevaziyet almak kaydıyla mümkündür.
Emre İlsever: İhvan-ı Müslimîn cemaati, nebevî hareket anlayışlarında bir değişikliğe gitmişler midir?
Necmettin Irmak: İslamî hareket olgusunu çağdaş İslam dünyasının gündemine sokan İhvan’ın eğer Hasan el-Benna dönemini nebevî casfıyla tavsif edebiliyor isek -ki şahsen ben öyle görmekteyim- bugünkü durumunu da nebevî görebiliriz. Zira İhvan’ın söylem ve pratiklerinde bir değişiklik görülmemektedir. İhvan’a yönelik yapılan eleştirilerde taktik hatalar bir tarafa, onların parlamentoya girme çabaları ön planda gelmektedir. Hâlbuki bu çaba Hasan el-Benna zamanında da vardı. Mısır’ın siyasî yapısı İslam’ın iktidarına pratik olarak engel olsa da anayasal olarak Kur’an ve Sünnete yani şeriate uygundur. Bu durum İhvan’a ruhsat vermiş olabilir.
Emre İlsever: Nebevî bir bakış açısıyla değerlendirecek olursak, günümüz siyasî iktidarına, İhvan-ı Müslimî’ne, Hüda-Par gibi oluşumlara, seçimlere ve parlamentoya bakış açımız nasıl olmalıdır?
Necmettin Irmak: Yukarıda dile getirmeye çalıştığım Mısır realitesi bizi her ortam için ayrı düşünmeye sevk etmektedir. Yani Mısır’ı Tunus’la, Libya’yı Suriye ile, Pakistan’ı Türkiye ile bir tutup kıyaslamak bizi doğru bir neticeye ulaştırmaz. Kısır bir döngü içersinde tartışır dururuz. Bu bağlamda her bir seçim ortamını ve parlamentoya kendi gerçekliği içinde ele almalıyız. Türkiye’de seçim ve parlamento zeminini kullanarak iktidara gelmek, bize göre İslamî hareketin nebevîlik vasfıyla asla bağdaşmaz. Ancak kendi yorumlarına binaen bu yöntemi kullanan Müslümanları hata içersinde görmekle beraber İslam dairesinin dışında da asla görmeyiz. Fakat böyle bir tercihin ve sürecin Türkiyeli Müslümanlar için bir zemin kayması ve İslamî hareket için de bir sapma olduğunu kabul ederiz.
Parlamentoya gelince; esasen parlamento, teknik bir konumdadır. Bir İslam iktidarında parlamento (meclis) olabilir, ancak Türkiye özelinde parlamento yapısal olarak tağutî bir unsurdur. Bu haliyle ve hatta bir bütün olarak sistem, asla tecviz olunamaz.
Emre İlsever: Teşekkürler hocam, ALLAH razı olsun…