SAHABENİN DİNİ SAHİPLENMESİ - rahle.org

SAHABENİN DİNİ SAHİPLENMESİ - rahle.org

SAHABENİN DİNİ SAHİPLENMESİ


Facebookta Paylaş
Tweetle

 

Harun ÇINAR 

GİRİŞ:

Başta fedakârlığı göze almayan, alamayan insanlar, asla dava insanı olamazlar. Dâvâ insanı olmayan kimselerin başarılı olmaları da söz konusu değildir. Evet, gerektiği yerde mal, gerektiği yerde can, makam,  şöhret... gibi çoklarının gaye-i hayâl bildiği şeyleri, bir çırpıda terk etmeye hazır olanlar ve bunların sahip çıktıkları dâvâ neticede varıp zirvelere oturması muhakkak ve mukadderdir.

Bir dava, samimi ve fedakar insanların omuzlarında yükselir. Hak dava, mensublarına izzet ve şeref verdiği gibi, mensublarının fedakarlığı, gayreti ve hizmetleriyle hayatın içinde varlığını devam ettirir ve gönülden gönüle geçerek, insanlığı kuşatır. Her dava kendi kameti kıymetine göre himmet ister. Her dava ciddi fedakarlık ister. O davanın istediği fedakarlık o davanın ihtişamına ve azametine göre olacaktır. Yirminci asırda büyük bir dava var ortada. Bu dava Allah davası, Allah davasının ikame edilmesi keyfiyetidir. Yeryüzünde sahipsiz kalan Kuran’a sahip çıkılma davasıdır. Cemaatsiz kalan, ümmetsiz kalan Hz. Muhammed’in (a.s.v.) etrafında toplanma davasıdır. Dava ihtişamı kadar gayret ve himmet istemektedir. Binaenaleyh sizin fedakarlıklarınız normal devirlerdeki fedakarlık çizgisinde cereyan ederse sizden beklenen hizmeti vermiş sayılmayacaksınız. Siz normalin çok üstünde ancak sahabenin meydana getirdiği, ancak sahabede görebildiğiniz fedakarlığı ikame ettiğiniz zaman, meydana getirdiğiniz zaman içinde bulunduğunuz asra göre bir hizmet etmiş olacaksınız.

SAHİPLENMENİN ÇEŞİTLERİ:

“Kimi insanlar vardır ki, Allah’a dil ucuyla iman ederler, İslam davasının kenarında yer alır; tehlikeden, fedakarlık gerektiren yerlerden uzak dururlar.”  (Hacc: 11)

Şeyhulislam Ebussuud Efendi bu ayetin tefsirinde şöyle der:

“İnsanlardan niceleri vardır ki onlar, dinin bir kenarcığından tutar gibi Allah’a kulluk ederler. Dinde sebatları yoktur. Tıpkı ordunun kenar ve tehlikeden  uzak kanatlarında bulunanlar gibi, zafer elde edileceği hissederlerse orduya katılır, aksi taktirde ordudan kopar, uzaklaşırlar. Eğer menfaat elde ederler, İslam saflarında olmaktan yarar görürlerse; buna memnun olur, davayı sahiplenir, içinde görünürler. Zarar görür, kayba uğrar, imtihan vermesi, fedakarlık göstermesi gereken bir durumla karşı karşıya gelirse, İslam’dan yüz çevirir, davadan uzaklaşırlar. Böyle bir kimse, dünyasını da ahiretini de kaybetmiştir. Bu, apaçık ziyanın, hüsranın ta kendisidir.”

Ve ayetteki son söz: Bir insanın, bütün kainat sarsılsa bile sarsılmaması gereken, her şeyini kaybetse bile, kaybetmemesi gereken inancı olmalıdır.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Şu üç haslet kendisinde bulunan kimse, imanın lezzetini duyar:Allah ve Rasulü’nün o kimseye, başka her şeyden daha sevimli gelmesi, gönlünün onların sevgisiyle dolu olması.Sevdiği bir  kişiyi ancak Allah için sevmesi.Yeniden küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi kabul etmesi , küfür ve dalaletten nefret etmesi.” (Buhari ve Müslim)

Akidenin, inancın kendisi mükafattır. En büyük nimettir. Gönül onda huzur bulur. Kişi, eza-cefa çekse bile, onunla ferahlık duyar, onun uğruna yaptığı fedakarlıklardan ayrı bir lezzet alır. Bütün bunlara yaratıcısının uğruna katlanıyor olması,  gönlünü saadet ve kıvançla doldurur. Selefimiz bunun binlerce misalini tarihe nakşetmişlerdir.

Ancak acı bir gerçek vardır ki; her asırda dil ucuyla inananlar, hak davanın kenarında duranlar ordunun tehlikeden uzak yerlerinde mevki tutanlar, dağın iki yüzüne bakan sırtında yer alanlar.. ganimet olunca herkesten önce koşanlar,fedakarlık;canı, malı ortaya koymak gerekince davadan yüz çevirip uzaklaşanlar , hiç ilgisi yokmuş gibi davrananlar, karşı saflara geçenler bulunmuş, acı imtihanlar bu gibilerin elenmesine vesile olmuştur.

Tarihte gerçekten incelenmeye, fert fert taranmaya değer imtihan devreleri gelmiş, geçmiştir. Son devir tarihi de, acı-tatlı misallerle dolu bir devirdir. Dinleyeni hayretler içinde bırakacak, ibret dolu sahnelerin geçtiği günler, anlar, yaşanmıştır. Daha da yaşanacağa benziyor.

Acı günler, fedakarlık isteyen anlar, gerçek dava adamlarını ortaya çıkarır. Gerçek yiğitler kendisine ihtiyaç duyulan anlarda ortaya çıkar. Onlar, zorluk ve cefa ile yoğrulur, çile ve sebatla pişer, gönül huzuru ile dünyayı terk ederler. Elbette ki ebedi saadet onların, müjdeler onlarındır.

Hak davanın ciddi imtihan geçirdiği şu günlerde, acısıyla tatlısıyla davanın içinde, bağrında bütün samimiyeti ile yer alacak, akıntılara kapılmayacak , sarsılmayacak ,gevşeklik göstermeyecek, şeytan’ın fikir süslemesine kanmayacak, hak yolda fedakarlıktan kaçmayacak… mü’min gönüllere ihtiyaç var.

Sahabeden Örnekler:

İslam tarihinde, bu mü’min gönüllere nice misaller vardır. Bu misallerden bir tanesi de Osman İbn Ma’zun’dur (r.a).   Osman İbn Maz’ûn;  Hayat bütün gençliğiyle, sorumluluklarıyla ve fazîletleriyle onun ma’bedi idi...

Onun abidliği, Hakk yolunda devamlı bir çalışma, hayır ve salâh yolunda devamlı bir fedakârlıktı. İslâm’ın taze, nemli ışığı Rasûlullah’ın (s.a.v.) kalbinden çıkıp gizlice söylediği sözleri bazı kulaklara aktığında...

Osman İbn Maz’ûn, Allah’a koşup onun elçisinin etrafında top­lanan azınlıktan biriydi.

Rasulullah (s.a.v.) ve ashabının uğradığı saldırı ve baskıları; kiminin ateş, kiminin kamçılarla işkenceye uğradığını, kendisinin ise bu sıkıntılardan uzak yaşadığını görünce, saldırı ve işkenceleri, içinde bulunduğu serbestliğe tercih etti. O şöyle diyordu:”Allah’a inanan, O’nun ve Rasulü’nün ahdinde bulunanlar,Allah yolunu ve onun dostluğunu seçen Müslümanlar, sıkıntı ve acı içinde. Şeytanın ahdinde olanlar, onun yolunun yolcuları sıkıntılardan uzak ve rahat yaşıyorlar!” Bir karar vermeliydi. Vermişti bile… Velid İbn Muğire’ye gitti ve; “Amca! Beni himaye altına aldın ve iyilikte bulundun. Şimdi beni aşiretimizin bulunduğu yere götürmeni ve himayeni kaldırdığını ilan etmeni istiyorum!” dedi. Velid: “ Kardeşimin oğlu! Eza görürsün, hakarete uğrarsın, saldırılardan kendini kurtaramazsın. Bırak seni koruyayım” diyerek ısrar ettiysede bunu Osman’a kabul ettiremedi. O artık bu duruma tahammül edemez hale gelmişti. Bir müşrikin himayesinde yaşamaktansa, mü’min kardeşiyle işkence görmeyi, onların acısına ortak olmayı tercih ediyor, hak yoldaki samimiyet ve ihlası, kendisini buna zorluyordu. Osman (r.a.) bu davranışıyla, her durumda mü’min gönüllerle birlikte olmanın onların yanında yer almanın, gönül huzuru duymanın, bedeni acılardan kurtarmaktan daha önemli olduğunu vurgulamıştır. İşkence ve acı çeken kardeşine fiili olarak yardım edemediği bir durumda onunla aynı acıları çekmeye hazır olduğunu ortaya koyarak onlara cesaret vermiş, mü’minlere asırlar boyu örnek olacak bir davranış sergilemiştir. Zorunlu olmadığı bir durumda bile, kardeşlerinin yanında yer alarak, zorunlu durumlarda yer alması gerekenlerin saflarda bulunmayışların ne derece büyük bir hata olduğunu vurgulayan gerçek bir ibret levhası sergilemiştir.

BİR DİĞER ÖRNEK: SUHEYB ER-RUMİ

Suheyb er- Rumi, Mekke’ye gelip yerleşmiş, Mekke’nin ileri gelenlerinden Abdullah İbn Cudan ile anlaşarak onun himayesine girmiş, ticaretle uğraşarak geçimini temin etmeye başlamış, kısa zamanda herkesçe güvenilir biri olarak tanınmış, zengin olmuştu.

Kızıl saçlı, kültürlü ve efendi birisiydi. Bizans topraklarında yaşarken, son peygamberin yakın tarihte bu diyarda geleceğini öğrenmişti. Beytullah’ın civarına gelerek, göreceğini ümit ettiği, insanlığı zulmetten nura çıkaracak Efendiler Efendisinin yollarını gözlemeye başlamıştı.

O,Bizans saraylarında dönen dolapları iyi bilen biriydi. Dünyanın en büyük iki imparatorluğumdan biri olan bu imparatorlukta yaşanılan çirkef hayatı ,sapıklıkları, zulmü… yakından tanıyor, zaman zaman kendini tutamayarak; “Böyle bir topluluğu ancak tufan temizler.” diyordu.Bu, sağlam karakterli, hoş yapılı insan, yanlışları görüyor, doğruyu bulmakta, şer odağını tesbit ve tayinde zorluk çekmiyordu.Yolunda yürüyeceği, ümmeti olacağı fahr’i kainatı bekliyordu.

Aylar, yıllar , günler bu bekleyişle birbirini kovalıyordu. Yine kervanıyla bir uzun ticari bir yolculuktan dönmüştü. Yıllardır hasretle beklediği haberle yüz yüze geldi. Ummadığı bir anda duyduğu kelimelerle heyecanlandı. İslam nuruna davet başlamıştı.Bu, davet; tevhide davetti.

Bu davetle insanlık, adalete, iyiliğe, ihlasa, hayra, teşvik ediliyor; şirk ve dalaletle birlikte rezillikler, çirkefler, kötülükler ve zulm yasaklanıyordu. Duyduğu birkaç kelime bile bunun işaretlerini, izlerini taşıyordu. Bunlar, sıradan şeyler değildi.

Bu daveti insanlığa yönelten insanı sordu, söylediler.

“Sözünü ettiğiniz bu kişi, Emin (Güvenilir) lakabıyla anılan insan değil mi?”

“Evet” dediler.

“Yeri nerede?”

“Safa yakınlarında “Daru’l-Erkam”da.

“Onu görmek istiyorsan çok dikkat etmelisin. Mekke’ de yardım edecek akrabaları, kabilesi, aşireti olmayan birisin. Kureyşliler seni görürse yapacağını yapar…” diyorlardı.

Suheyb, gizlice ve çevresini kollayarak Daru’l-Erkam’a vardı. Kapıya yaklaştığında Ammar İbn Yasir’i gördü. Onu önceden  tanıyordu. Oda kendisi gibi tereddütlüydü. Davranışlarının arkasında bir şeyler vardı.

Olayı İbn Abdi’l-berr’in (r.h.) naklinden dinliyoruz: 

Ammar bu karşılaşma ve sonrasını şöyle anlatır: Suheyb İbn Sinan’ı Da’rul–Erkam’ın kapısında görmüştüm. Allah Rasulu içerideydi. Kısa bir durgunluk geçirdikten sonra sordum.

“Ne yapmak istiyorsun?”

“Ya sen ne yapmak istiyorsun?”

“Muhammed’in (s.a.v.) yanına girmek, söylediklerini kendisinden dinlemek istiyorum.”

Ben de aynı şeyi istiyorum.”

“O zaman birlikte gidelim.”

Ve öyle yaptık.

İçeri birlikte girdiler. Ogün karanlık basıncıya kadar Allah Rasulu’nun yanındaydılar. Onu dinlediler, hak yola gönül verdiler. Eller biat için uzandı, diller kelime-i şehadet getirdi. Sonra bu hidayet pınarından sözler dinlenildi.

Bu evden, gecenin sessizliğinde gönülleri iman nuruyla yüklü olarak çıktılar…

Bu İman nuru, bütün dünyayı, saracak, asla sönmeyecekti. O sönünce, kainatta bitecekti… Böyle bir nurun ilk  erlerinden olma şerefine ermişlerdi.

Suheyb (r.a.) de, iman kervanına katılan Bilal,  Ammar, Yasir, Habbab, Sümeyyeler… gibi ilk çileleri çeken, eza ve cefaya göğüs gerenlerden, iman gücünün ne olduğunu, Kureyş’e ve bütün dünyaya isbat edenlerden biri.

Siyer-u A’lami’n-Nübela’da, Suheyb’e ne söylediğini bilmeyecek hale gelinceye kadar işkence edildiği, zaman zaman demir zırh giydirilerek bunalıp yere yığılıncaya kadar kızgın güneşin altında bekletildiği nakledilir.

Bu acılı, çileli ama gönül huzuru dolu yılları yaşayan Suheyb (r.a.) daha çok Medine’ye hicret sırasındaki tavrıyla tanınır.

Gönlü Efendimizle birlikte hicret etmek istiyordu. Ancak Kureyş onun davranışlarından, elindeki malları satarak yükünü hafifletişinden, mallarını nakite dönüştürmesinden niyetini anlamış, onun  Allah Rasulu ile  hicretini önlemişti. Onu göz altında tutmaya, davranışlarını yakından takibe başlamışlardı. Ayrıca, Rasulullah’ın bütün hareketleri de adım adım takip ediliyordu.

O, kutlu yolculukta Allah Rasulüne katılamamıştı; ama onun müşriklerin elinden sıyrılarak Medine’ye yönelmesiyle sürur bulmuştu. Yolda ona yetişebilmek, onun hicret kervanına katılabilmek için çok  fırsat kolladı. O da  olmadı. Her davranışı göz altındaydı, harekete geçme imkanı bulamadı.

Sonunda kendini takip eden gözleri yanıltmak için hileye başvurmak zorunda kaldı.

Soğuk bir geceydi. Acelesi ve sıkıntısı varmış gibi dışarı çıktı .  Helaya çıkmış hissi vererek biraz uzaklaştı. Sonra geri döndü. Çok geçmeden tekrar çıktı. Biraz sonra döndü Daha sonra bu çıkışlar sıklaştı.Hasta ve sıkıntılı bir hali vardı.

Günlerce onu gözetleyenlerin içi rahat etmişti. İçlerinden biri;

“Gözümüz aydın, içiniz rahat olsun. Lat ve Uzza, onu karnının derdine düşürdü. Bu ishalle yola çıkamaz,” dedi.

Suheyb (r.a.) onların uyuduğundan emin olunca evden ayrıldı. Gecenin karanlığında Mekke’yi terk ederek Medine’nin yolunu tuttu.

Çok geçmemişti. Takipçilerden biri uyandı. Şüphelenmişti. Diğerleri de uyandılar. Korkuyla, “var mı – yok mu?” endişesiyle Suheyb’i yokladılar. Gitmişti. Heyecan, korku ,hırs , öfke doruğa çıkmıştı. Hazır bekleyen atlarına atladılar. Çılgınca Medine’ye uzanan yollarda at koşturmaya başladılar.

Çok geçmeden de Suheyb’e yetiştiler. Suheyb (r.a.), onların geldiğini hissetmişti. Yüksekçe bir yere çıktı. Sadağından okları çıkarttı, önünde hazır hale getirdi. Yayının kirişini gerginleştirdi. Oklardan birini yaya yerleştirerek gerdi. Güçlü ve kararlı bir sesle üzerine gelenlere seslendi:

“Kureyşlier! Beni tanıyorsunuz. Vallahi, en iyi atıcılardan olduğumu, oklarımın hedef şaşırmadığını biliyorsunuz. Her bir okun karşılığında biriniz yere serilmeden bana yaklaşamazsınız!

Sonra da kılıcım var. Bir parçası bile elimde kaldığı sürece şimşek gibi çakmaya, kalkıp inmeye devam edecektir.

Takipçiler durmuştu. İçlerinden biri konuşmaya başladı. “Seni, malınla birlikte kaçıp gitmeye bırakamayız. Bizden hem malını, hem de canını kurtaramazsın.Mekke’ye geldiğinde elinde avucunda hiçbir şey yoktu. Fakir biriydin.Zengin oldun ve bu günkü duruma geldin.”

Suheyb onun sözünü kesti: “Bu malı size bıraksam yakamı bırakır, yolumdan çekilir misiniz?”

“Evet!”  dediler.

Altın ve gümüşlerini, Mekke’den ayrılmadan evin uygun bir yerine  gizlemişti. Onlara yerini söyledi.

Kureyşliler, istediklerini elde edilince Suheyb’in peşini bıraktılar.

Ömründen yıllar vererek biriktirdiği malını, mülkünü yabancı ellere vererek Medine’ye doğru yola çıkmıştı. Üzülmüyordu. O , Ebedi saadeti için, inandığı dini için dünyalığını vermişti. O, iyi bir tüccardı. Yaptığının çok daha karlı olduğunu iyi biliyordu.

Her şeyi bırakmış, yürüyor,yürüyor… yamaçlar, vadiler geçiyor, yeni ümitlere doğru ilerliyordu.Yoruluyor, nefeslenmek için biraz duruyor, Allah Rasulüne kavuşma duygusu gelip gönle dolunca yeniden şevkle dolarak azimle kalkıyor, yola devam ediyordu…

Uzaktan Medine görünmüş, şevki iyice artmıştı. Kuba’ya yaklaşırken Allah Rasulü, onun yaklaştığını görmüştü. Seviçle onu karşılamış, Suheyb’in, bütün mü’minlerin ve tarihinin unutmayacağı şu müjdeyi vermişti.

“Ey Ebu Yahya! Yaptığın alış – veriş karlı bir alış veriş, bu ticaret, karlı bir ticaret!”

Künyesi Ebu Yahya olan Suheyb’in gönlü seviçle dolmuştu. Kendisinden önce Medine’ye kimse gelmemişti. Allah Rasulü, tercihinin karlı olduğunu müjdeliyordu.

Bu alış- veriş tarihe geçiyor, Suheyb anıldıkça o da Suheyb’le  birlikte anılıyordu. Ticareti gerçekten kazançlıydı. İbn Abbas(a.s.) ve bir çok alim, şu ayet-i kerimenin nüzul sebebinin Suheyb (r.a.) olduğu kanaatindedirler.

“İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah rızası için kendini ve malını feda eder; Rabbının rızasına talip olur, karşılğında can ve maldan vaz geçer. Allah, kullarına sonsuz merhamet ve şefkat sahibidir.”(Bakara,2/207).

HAKİM B. HİZAM’IN FEDAKARLIĞI

Ebu Hazim anlatıyor:

“Medine’de, mücahidlere binek ve techizat hususunda Hakim b. Hizam’dan daha çok yardım edeni duymamıştık.Bir gün iki bedevi Rasulullah’a gelerek yardım istediler. Kendilerine:

-Hakim b. Hizam’a gidin, denildi. Onlar da gidip Hakim’i evinde yakaladılar. Hakim niçin geldiklerini öğrenince onlara:

-Beni izleyin, dedi ve evden çıkarak pazara doğru yöneldi.

Hakim, devamlı Mısır’dan getirttiği dört bin dirhem değerindeki ince bir elbiseyi giyiyor ve evden çıkarken asasını beline ve iki hizmetçisini yanına alıyordu. Nerede ve hangi çöplükte bir bez veya deri parçasını görüyorsa, savaşa çıkan fakir mücahidlere tahsis ettiği develerin çullarını yamalamak için hemen asasının ucuyla yerden kaldırıp silkeledikten sonra hizmetçilerine veriyordu. Hakim bu defa da aynı şeyleri yapınca iki bedeviden biri diğerine:

-Bu adam da iş yok, biz kendi başımızın çaresine bakalım. Çöplüklerden deri parçaları toplayandan ne beklenir? dedi. Diğeri ise:

Acele etme, dur bakalım işin sonu ne olacak? dedi.

Hakim pazara varınca iki tane kuvvetli ve gebe deveyi satın aldı ve onlara yetecek kadar buğday, yağ ve diğer yiyecek maddelerini verdikten sonra develeri onlara teslim etti. Onlar da hayretle birbirlerine bakarak:

-Yerden deri parçaları toplayan birisinden böyle bir davranışı bugüne kadar görmedik, dediler.

Allah (cc) varlıklı müslümanlara, Allah yolunda harcama yapmalarını (infak etmelerini) emrediyor. Bu Allah yolunda harcama yapmak; infak etmenin, gerekli yerlere yardımda bulunmanın ta kendisidir.

İnfak’ın en güzeli kişinin çok sevdiği maldan yaptığı harcamadır. Kişinin malı ve dünyalığa meyli fazladır. Onları çok sever, daha çok olmasını da ister. Sırf Allah’ın (cc) emrettiği sevabını umarak, insanlara iyilik etmenin mutluluğunu yaşayarak o sevdiği maldan bir kısmını ihtiyaç sahiplerine vermek, çok önemli ve övgüye değer bir fazilettir.

SONUÇ:

Allah’ın rızasını tahsil için sarfedilen cehdin neticesi, çok güzel bir akibettir. Bu cehd gerçek mü’minin sadakatının, feragatının ve fedakarlığının nişanesidir. 

Cehd ve gayretimizin ciddiyeti nispetinde, kazandırdığı huzuru, hissiyatımızın derinliklerinde duyarız. Ama bu huzur, feragat ve fedakarlıkla amel eden gerçek mü’minlere müyesserdir. 

Kur’an ve İslâm, azim bir fedakârlıkla kendilerine sahip çıkmadığımız takdirde gelecek nesilleri başıboşluğa, sahipsizliğe ve ateşin ortasına atmış olacağımızı bilmemizi istiyor. Her yerde kaynaşıp, mikroplar hâlinde çoğalan îmansızların insanlığa verdikleri zarara dikkatinizi çekerim. 

Bunların daha da çoğalması ve hâkimiyetlerini artırmaları halinde insanlığa verebilecekleri zararları hesap ederek, meselelerimizi buna göre değerlendirelim. Allah’ın ve Resûlü’nün rızasını birinci plana alıp vazifelerimizin üzerine titizlikle eğilmezsek, gelecek nesillerin başımıza açacağı badirelerin bizi nerelere götürebileceğini tahmin bile edemeyiz.

Mü’minin gerçek şuura ulaşmasından sonraki fedakârlığı, feragatı, cehd ve gayreti kolaydır. Ama bu şuuru kazandırarak, müslümanları düşünür hâle getirmek, Allah’ın ve Resûlü’nün gerçek muhibleri olduklarını görmek çok zordur. 

Bunlar, mü’minlerin kâlblerine, O’nlara ait muhabbeti nakşedip,  nazarlarındaki perdeyi kaldırmakla mümkün olacaktır. Ancak bunun akabinde mü’minler cehd ve gayrette bulunacaklar; araştıracak, inceleyecek ve yeni yeni cevherler bulacaklar, o cevherleri buldukları Hakk’ın kapısından ayrılmayacaklar, hayatlarının sonuna kadar bu yolda koşacaklardır. □

Kaynakça:

- Peygamber Dostları Örnek Nesil 1-2, Şerafettin Kalay.

- Muhtasar Hayatu’s-Sahabe, M. Yusuf Kandehevî.

- Siret, İbn Hişam.

- Tefsir, İmam Kurtubî.

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ