Said Halim Paşa’da Batılılaşma Olgusu ve Geri Kalmışlığımızın Nedenleri - rahle.org

Said Halim Paşa’da Batılılaşma Olgusu ve Geri Kalmışlığımızın Nedenleri - rahle.org

Said Halim Paşa’da Batılılaşma Olgusu ve Geri Kalmışlığımızın Nedenleri


Facebookta Paylaş
Tweetle

Osmanlı Hanedanlığının son dönemlerinde yetişen ve muhtemelen Türk tarihinin en aydın fikirli şahsiyetlerinden biri olan Said Halim Paşa, 1864’de Mısır’ın Kahire şehrinde dünyaya geldi. Meşhur Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunu olan Said Paşa’nın eğitimi baştan sıkı tutuldu. Kendisine ve kardeşine tahsis edilen özel hocalardan sırasıyla Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızca’yı aldı. Ardından yine kardeşi (Abbas Halim) ile Avrupa’ya tahsilini devam etmeleri üzerine gönderildi. İsviçre’de beş sene boyunca siyasî ilimleri okudu, nihayet üniversiteyi de orada bitirdi. (Bostan, 1992)

Ülkeye geldiğinde Şura-i Devlet’in Maliye Dairesinde çalışmaya başlayan Said Paşa, memuriyette hızla yükselerek çevresinde büyük bir ün topladı. Nihayet II. Abdülhamid’in tahta olduğu son yıllarda Jön Türklerle siyasî bir ilişki içersine girdi. Akabinde de İttihat ve Terakki Fırkasına üye oldu. Partinin o dönem (1911-1917 yılları arası) İslamî söylemlere sıkça yer vermesi ve ülkenin sosyal sorunlarına İslamca bir çözüm üretmesi sebebiyle Said Halim Paşa gibi -Elmalılı Hamdi Yazır, Musa Kazım, Mustafa Sabri ve Seyyid Bey dahi- pek çok ilim ve fikir adamı, İttihat ve Terakki Fırkasında aktif olarak bulunmakta idiler. Nitekim burada siyasî fikirlerini rahat bir dille ifade ediyorlardı. (Kara, 1985)

İlerleyen senelerde Sadrazamlık (Başbakanlık) ve Hariciye Nazırlığı (Dışişleri Bakanlığı) görevlerini dahi üstlenen Said Paşa, Batı ülkelerinin sömürgeci politikalarını çok defa yakından müşahede etti. Eleştirilerini ve tavsiyelerini zaman zaman mektuplar halinde, kimi vakit de gazete köşelerinde dile getirdi.

Zamanla İslamcı ekolün önde gelen sözcülerinden biri sayılmaya başlayan Said Halim Paşa, tarihinin en buhranlı günlerini yaşayan Müslüman halka sürekli İslam temelli bir çağrıda bulunuyordu… Ayrıca mevcut iktidara da seslenerek şeriat merkezli bir yönetime açık bir biçimde davet ediyordu.

İlerleyen senelerde Türk Milliyetçi kanadın (Cemal Paşa ve Enver Paşa) tehdit ve baskıları neticesinde görevinden alınarak sürgün cezasına çarptırılan Paşa, önce Sicilya’ya, oradan da İtalya’ya tutuklu olarak götürüldü. O ise fikirlerini yazmak hususunda geri durmadı. Vefatına kadar toplam sekiz risale yazdı.

Bunlar sırasıyla; Taklitçiliğimiz” (1910), “Meşrutiyet” (1911), “Cemiyet Buhranımız” (1916), “İslâm Dünyası Neden Geri kaldı” (1917) “Fikri Buhranımız” (1917), “Taassup” (1917), “İslâmlaşmak” (1918) ve “İslâm Devletinin Siyasi Yapısı” (1918)  adlı eserlerdir. Said Halim Paşa'nın bu kitaplarından ilk yedisi 1919'da "Buhranlarımız" adıyla basılmış, daha önce tek tek olarak Sebilürreşad Mecmuasında yayınlanmış 7 kitaptan oluşmuştur. (Düzdağ, 2009)

1921 yılında İngiliz Entelijans Servisi'nin kışkırttığı bir Ermeni, Said Halim Paşa’yı Roma’da 57 yaşında iken silahla vurarak öldürdü. Nâşı 29 Ocak 1922'de İstanbul'a getirtilen Said Paşa büyük bir merasimle toprağa verildi. İsteği üzerine Sultan II. Mahmud Türbesinin bahçesinde yatan babasının yanına gömüldü. (Bostan, 1992)

Birçok kimsenin dile getirdiği bir gerçektir; Said Halim Paşa, fikirleri ve hayatıyla Türkiye sosyolojisini anlamak noktasında mutlaka okunması gereken bir isim, modern dönem İslam düşüncesi üzerine çalışan biri için kuşkusuz en dikkat çekici, en mutedil ve en kuşatıcı tasavvurun sahiplerinden birisidir.

Onun eserleri gözden geçirildiğinde Batı hakkındaki bilgisinin derin ve tavrının keskin olduğu görülür. Said Paşa Batı’yı çok iyi tanımış, bütün boyutlarıyla kavramıştır. Hatta Celal Nuri’ye bakılırsa birçok ecnebiden bile daha iyi bilmektedir Avrupa’yı. Bu nedenle eserlerinde Batı toplumlarının tarihsel, siyasal ve toplumsal çözümlemeleri oldukça geniş bir yer tutar. Buna bağlı olarak Batı toplumlarından farkını çok iyi bildiği İslam toplumlarının Batılılaşmasına şiddetle ve kesin biçimde karşı koyar. Fakat bu karşı koyuş basit bir bağnazlığın sonucu değil, köklü ve tutarlı bir bilginin sonucudur. Bu yüzden Celal Nuri’nin deyişiyle Alafranga denilen şeyin ne kadar modadan düştüğünü Said Halim Paşa kadar anlayana az tesadüf edilir.

Said Halim Paşa Müslüman bir düşünür olarak İslam toplumunun sorunlarını hakkıyla kavramış, neden ve sonuçlarını son derece iyi tespit etmiş, çözüm yollarını özlü bir biçimde ortaya koymuştur. Batı hakkındaki derin bilgiye dayalı eleştirileri ve çözümlemelerinin yanı sıra, İslam toplumunun tarihsel serüvenini de en iyi kavrayan ve değerlendiren yine odur. (Işık, 2008)

Paşa’nın açık ve net eleştirilerinin odak noktası “her yönüyle batı düşünce sisteminin esiri olmamalıyız” cümlesiyle özetlenebilir. Bununla birlikte Paşa’nın dahi kabul edeceği bir gerçektir ki, ilmî ve teknik başarıları takdir hususlarında Batı’nın çalışmalarına azami derecede dikkat kesilmeli; hatta onları bu meselelerde birebir takip edip kendimize de bir pay çıkarabilmeliyiz. Hem geri kalmışlığın en büyük sebeplerinden biridir ki, şu dünya uğraşılarını (toplumsal değişim yasaları, bilim ve teknik gibi) terk etmişiz ve ne yazık Batı’nın gücü sırf bu sebeple bize galebe çalmıştır.

Bu gerçek bir yana, alafranga hayranı münevverler, çöküşümüzün ardındaki sırra çözüm olarak, Batı’daki her düşünce ve hukuk sistemini olduğu gibi taklit etmemiz inancına saplanmıştır. Sanki biz de batılılar gibi yaşar, batılılar gibi yönetilirsek onların eriştiği şu refah seviyesine böyle ulaşacağız!

Oysa Halim Paşa’nın itirazı, meselenin tespitinde yanlış hareket edilmesiyle ilgili... Bu sebeple malum aydınların Batı hayranlığı ile ilgili ön görüleri en baştan eksik ve hatalıdır. Sorun bizim İslam şeriatını esas almamız değil, bizdeki bir takım gevşeklikler ve cahillikler neticesidir ki, son 2 yüzyıldır bu içler acısı hale düşmüşüzdür! Hem Batı’nın kendi sömürge anlayışı için geliştirdiği tahammül sınırlarını aşan cebbarlığı da unutulmamalıdır! Onların savaşlardaki bir takım üstünlükleri ve insanlık dışı vahşetleri, biz Müslümanları dünyanın pek çok değişik coğrafyasında bir daha toparlanması zor bir biçimde zayıf düşürmüştür.

Dolayısıyla Batı’nın bizdeki galebe çalması, bizim İslam üzere olmamız ve dinî tutuculuğumuzdan çok başkadır. Sorunumuz en başta “ahlâkî” bir sorundur, hemen sonrasında ise fennî ilimlerdeki eksikliğimiz gelir... Bu sebeple çözüm yoluna öncelik buradan başlanılmalıdır. Bir takım aydınların ısrarla üzerinde durdukları “mutlu ve güçlü bir ulus olma” hedefi elbette bizim de desteklediğimiz bir şeydir; lakin bunun elde edilmesi için belirlenecek yöntem, kuru bir taklit ile ecnebi fikriyata tam bir teslimiyet değildir. Olamaz da! (Said Halim Paşa, 1987)

Geri kalmışlığımızın temel nedeni, kafalarımızdaki karışıklıklarda aranmalıdır. Bu karışıklığı besleyen şey de Avrupa’nın Osmanlı ve İslam dünyası üzerinde kurduğu egemenliktir. Bu anlamda Said Halim Paşa İslam dininin geri kalmışlığını Hıristiyanlığın daha doğrusu Avrupa’nın yayılmacı politikasına karşı suskunluğunda arayarak geriliği önlemenin yolunu Batılılaşmada değil aksine İslamlaşmada görmektedir. Bunu da İslam’ın mantıki bir sonucu olarak belirler. (Yücel, 2007)

Her ne kadar "geriliğimizi" ilk önce Batılılar keşfetmişlerse de, bu konuda çarpık bir fikir üretmişlerdir. Onlar "Müslüman halkların geriliğinin, İslam şeriatının esasındaki noksanlıktan ileri geldiğini" iddia etmişler. Onların bu kanaatlerini kuvvetlendiren şey, İslam âlemindeki hastalığın umumi olmasıydı. Hayret verecek derecede birlik ve genellik gösteren bu hali, bütün İslam milletleri arasında ortak olan bir sebebe bağlamak zaruretini duymuşlardı. Said Halim Paşa'ya göre Batılıların vardıkları bu sonuç çok yüzeyseldi, fakat bize karşı taşıdıkları hisler ve yanlış inançlar sebebiyle bu fikirler onları tatmin etmeye yetmiştir. Demek ki Batılılar işin gerçeği ile ilgilenmiyorlardı, onlar İslam hakkındaki kendi yanlış inançlarım ve önyargılarını tatmin edecek bir izah getiriyorlardı.

Said Halim Paşa şunları söyler:

Ulusların kurumlarını bilmezden gelmek, gelişme tarihlerini öğrenmeye önem vermemek demek değildir. Tam tersine, biz, onları mümkün olduğu kadar en iyi biçimde incelemeli, öğrenmeliyiz. Yalnız bu inceleme ve öğrenmenin amacının onları harfi harfine aktarmak değil, görevlerimizin güçlük ve önemini daha iyi anlamak, görevlerimizi en güzel biçimde yerine getirmek için bilgimizi arttırmak olduğunu bilmeliyiz.” (Özalp, 2003:30) “Modern manada ilerlemek için Batı uygarlığından yararlanmamız gerektiği doğruysa da mutlaka Batılılaşmamız gerekeceği biçiminde yanlış bir kanaate gidilmemelidir.” (Özalp, 2003:125)

Nitekim Osmanlı toplumunun güç ve canlılığını yeniden kazanabilmesi, ahlâkî niteliklerin bilimsel niteliklere, erdemin bilgiye, eğitimin bilime yeğlenmesine bağlıdır.” (Özalp, 2003:113) “Bundan elli yıl önce olduğu gibi, bugün de, başarısızlıklarımızı, Batı’dan ithal ettiğimiz güzel ıstılah programlarını gerektiği gibi uygulayacak devlet adamlarımızın yokluğuna bağlıyoruz… Çünkü yenilikçilerimiz (iktidar yetkisine sahip olanlar), insanların yasa ve kurallar için değil, tam tersine, yasa ve kuralların insanlar için meydana getirilmiş olduğunu hiçbir zaman gerçekten anlayamamışlardır.” (Özalp, 2003:42)

Batılılar, Doğu’ya ilişkin gerçek ve olayları kendi ruhsal ve düşünsel durumlarına göre çok yanlış biçimlerde yorumlayarak hükümler verdiler ve İslam dünyasının çöküşünü, İslam şeriatının aslî ve temel eksikliklerine bağladılar.” (Özalp, 2003:134) “Oysa Müslüman ulusların çöküşünü, hala etkisinden kurtulamadıkları İslam öncesi hayatlarının, üzerlerinde süren etkilerine bağlamak gerekir. Zira İslam ulusları, kendi İslamî görevlerini eskisi gibi iyi anlayamama ve yerine getirememe yetersizliğine düşmüşlerdir.” (Özalp, 2003:219)

Bu çöküşün ikinci bir nedeni de, İslam dünyası ile Hıristiyan Batı ulusları arasında ortaya çıkmış olan şiddetli ve sönmeyen dinsel düşmanlıktır.” (Özalp, 2003:139)

Bilinen bir gerçektir ki; fizik ve kimya bilimlerindeki keşif ve icatlar sayesinde bu uygarlıktan doğan sanayi, sürekli az emekle en çok verim sağlayan güvenli ve mükemmel araçlar üretti. Bu durum, Batı uluslarındaki sömürü, yağma ve sömürgeleştirme duygularını sınırsız boyutlara ulaştırdı.” (Özalp, 2003:140) “Doğu’nun zenginliklerine göz diken bu uluslar, cehennemî araçlar ve tahrip edici silahlarla, gözü dönmüş düşmanlarına karşı savunma gücünden yoksun olan İslam ülkelerini istila ettiler.

Said Paşa’nın tespitine göre; “Savaşlar aralıksız sürdüğünden, varlığını tehdit altında gören İslam dünyası, tüm güçlerini düşmanlarını kovmak için seferber etti. Bu sonuçsuz savaşların zorunlu gereklerini yerine getirmek için, her şeyden vazgeçmek zorunda kaldı. Bu zorunluluk, Müslüman halkların yöneticilerine mutlak bir bağlılıkla bağlanmalarını gerektirdi. Bu nedenle Müslüman yöneticiler, giderek keyfî ve faşizan bir saltanata başladılar. Böylece Doğu dünyası, Batı’nın zorlamasıyla, daha önce içinde bulunduğu siyasal ve toplumsal duruma (cahiliye dönemi yaşayışına) geri döndü. Bunun sonucu olarak uygarlaştırma ve aydınlatma gücü git gide tükenerek yok oldu.” (Özalp, 2003:63)

“(Gerçek bu iken,) tüm felaketlerimizi hâlâ cehaletimize dayandırmakta ısrar ediyoruz. Kendimizi, bilgiden başka bir eksikliğimiz bulunmadığına inanacak kadar kusursuz görüyoruz. Malumat sahibi insanların da kötülük ve zararlardan arınmamış olabileceğine ihtimal vermiyor, bilgi ve bilimi zamanımızın tek devası sayıyoruz.” (Özalp, 2003:96)

Unutulmamalıdır ki insana, hareket biçimini belirlettiren, akıl ve bilgisinden çok ahlâkıdır.” (Özalp, 2003:98)

Yurdumuzun uğradığı tüm felaketlerin temel nedeni, üzerinde yaşayan bireylerin ahlâkî eksiklikleridir. Bu eksiklikler, yurda ilişkin görevlerin yerine getirilmesini çeşitli nedenlerle engellemektedir. Bunu her birimizin kabul etmesi vicdanî bir sorumluluktur.” (Özalp, 2003:97)

Halim Paşa, batı medeniyetine karşı İslamî hayat sistemini alternatif olarak göstermiş ve İslam’ın sadece bir “ibadet” dini değil, bütün bayan kuşatan bir sistem olduğu tezini savunmuştur. Batı’nın tüm değer sistemleri bir araya gelse dahi İslam’ın ön gördüğü sistem ile yan yana gelince oldukça sönük kaldığını müşahede eden Said Halim Paşa, bunun sebebini İslam’ın, toplumsal her ihtiyacı kapsayıcı, kuşatıcı ve yeterli özüne bağlar.

Said Paşa için "İslamlaşmak" demek; İslamîyet'in itikadiyatını, ahlâkiyatını,  içtimaiyatını, siyasatını, daima zamanın ve muhitin ihtiyacına en uygun bir şekilde tefsir ederek gereğince hareket etmekten ibarettir. Kendisinin Müslüman olduğunu söyleyen bir adam kabul etmiş olduğu dinin esaslarına göre hissetmedikçe, ona göre düşünüp, ona göre hareket eylemedikçe, yani İslam'ın ahlâkiyatına, içtimaiyatına, siyasatına tamamıyla kendisini uydurmadıkça, yalnız Müslümanlığını itiraf etmekle bir şey kazanamaz, hiçbir saadet elde edemez. (Eliaçık, 2008)

Hem siyasî irade anlamında, hem de ahlâkî esaslar itibariyle İslam’ın bu açık ara üstünlüğünü görmezden gelmek mümkün değilken, Batı’nın daha yeni keşfettiği ve çoğu eksik olan idare anlayışını seçmek Müslüman topluma yakışmayan bir uygunsuzluk oluşturacaktır.

Paşa’nın görüşünde İslam’a göre din, kişisel keyif ve isteklere bağlı olarak kimi zaman yüceltilen, kimi zaman da aşağılanabilen hayalî ve izafî bir şey değildir. (Özalp, 2003:67)

İslam’a göre din, insanın maddî, manevî ve aklî dengesinin kendisine bağlı oluğu ebedî yasalar ve ilkelere karşı gösterilmesi zorunlu saygı sayesinde insanî mutluluğu bir hayal olmaktan kurtararak somut bir gerçeklik durumuna getirmektir.

Bu nedenle yer çekimi ve düşme yasalarına inandığımız, saygı gösterdiğimiz kadar, İslam ilkelerinin gerçeklik ve yüceliklerine iman etmek, saygı göstermekle yanlı ve tekelci bir yol izlediğimizi sanmıyoruz. Tek kurtuluşumuzun İslam’da olduğundan kesinlikle şüphe edilemez.” (Özalp, 2003:155)

“Türk ya da Arap olsun, İranlı ya da Hintli olsun, zayıf ya da güçlü, bilgin ya da bilgisiz olsun her Müslüman, bu hedefe bağlanmalı, yönelmelidir.” (Özalp, 2003:156) “Biz öteden beri, Müslüman toplumların kurtuluşunun, onların gerçek anlamda İslamlaşmalarına bağlı olduğunu savunuyoruz... İslam, kendine özgü bir inanç sistemi, bu inanç sistemi üzerine kurulan bir ahlâk sistemi, ahlâk sisteminden kaynaklanan bir toplum sistemi ve toplum sisteminden doğan bir siyaset sistemini ihtiva etmesi bakımından, en mükemmel ve yetkinliğin en üst düzeyine ulaşmış insanî bir dindir.” (Özalp, 2003:161) “Devlet başkanının kendisi dahi İslam şeriatına baş eğmek zorundadır.” (Özalp, 2003:178)

Said Paşa der ki: “Devlet demek, şeriatın yaptırım gücünden başka bir şey demek değildir.” (Özalp, 2003:249)

“O halde Müslüman parlamentoda ne komünist ne sosyalist fertler görülecek, ne cumhuriyetçi ne saltanat taraftarları bulunacak; yalnız şeriatın hikmetli buyruklarını en mükemmel biçimde uygulama şeklinde tanımlanabilecek olan ortak ideale hayatını adamış, aynı amaç peşinde koşan insanlar görülecektir. Eğer istekleri arasında bir ihtilaf ortaya çıkarsa, bu ihtilaf, ancak ortak ideale ulaşmak için başvurulacak vasıtaları belirleme konusunda ortaya çıkacaktır.

Yoksa bunun dışında tutacakları herhangi bir yol, İslam dünyasını sürekli olarak Batı’nın saldırıları altında bırakmaya ve yaşamaya mahkûm eder ki, bütün varlığı o sefil hayat yüzünden çürüyüp bozulur, kendisi de Batı uluslarının ebediyen egemenliği altına girer.” (Özalp, 2003:260)

 

Kaynakça:

BOSTAN, M. Hanefi (1992), Bir İslamcı Düşünür: Said Halim Paşa, İrfan Yayıncılık, İstanbul.

DÜZDAĞ, M. Ertuğrul (2009), Said Halim Paşa: Buhranlarımız ve Son Eserleri, 6. Baskı, İz Yayıncılık, İstanbul.

ELİAÇIK, İhsan (2008), “İslamlaşarak Yenileşmek”, Gerçek Hayat Dergisi, İstanbul.

IŞIK, Vahdettin (2008), “Said Halim Paşa: Güzide-i Vüzera”, İlmî Etütler Derneği Anma Programı, Aralık-28, Altunizade-İstanbul.

KARA, İsmail (1985), Tanzimat’tan Cumhuriyete İslamcılık Tartışmaları, T.C.T.A., cilt:V, s. 1405-1420.

ÖZALP, N. Ahmet (2003), Said Halim Paşa: Bütün Eserleri, Anka Yayınları, İstanbul.

SAİD HALİM PAŞA (1987), İslam ve Batı Toplumlarında Siyasal Kurumlar, Pınar Yayınları, İstanbul.

YÜCEL, Faruk (2007), “Casusların ve Rüşvetçilerin Hürriyetçi Kesildiği Dönemin Düşünen Kafası: Said Halim Paşa”, İstanbul.

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ