Cahiliye Anlayışından Yansımalar - rahle.org

Cahiliye Anlayışından Yansımalar - rahle.org

Cahiliye Anlayışından Yansımalar


Facebookta Paylaş
Tweetle

Bekir YOLCU 

 

Cahiliye; bilgisizlik, gerçeği tanımama, hakikate sırt çevirme ona teslim olmama gibi anlamlar içerir. Arabistan'da İslâmiyet'in doğuşundan önceki devre “Cahiliye Devri” adı verilmiştir.

Cahiliye sadece belirli bir zaman dilimi ya da belirli bir coğrafyayı tanımlayan sınırlandırılmış bir kavram değildir. Cahiliye; insanın Allah'ı gereği gibi tanımaması, ona kulluk etmekten uzaklaşması, ilâhî hükümlere değil de kendi hevâ ve hevesine tabi olması, ilahi hükümlerin yerine insanların koyduğu emir ve yasaklara, siyasî sistem ve düşüncelere inanıp onları yaşam biçimi olarak seçmesi olarak tanımlanırken aynı zamanda kavram, geniş çaplı bir anlam kazanarak zaman, mekân, sistem, toplum ve birey tanımlamasını da yapmış oluyor.

Kur'an-ı Kerîm'de: “Onlar hâlâ Cahiliye devri hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim var?”¹ buyrulur. İslâm'ın hâkim olmadığı ortamlar cahiliye çağlarıdır. Çünkü ilâhî bilginin kaynağından yoksun olan ortamlardır. Zamanın ve mekânın, madde ve mananın, dünya ve ukbanın… varlık gayesini İslam’ın tanımlamadığı her duygu ve düşünce, zaman ve mekan cahiliyetinin karanlığında kalmıştır.

İslamiyet öncesi Arap cahiliyetinin temel anlayış ve yaklaşımlarını öğrenme, farklı coğrafyalardaki farklı zamanların cahilini ve cahiliyetini tanıma ve anlama açısından önem arz etmektedir.

 Arap cahiliyeti şu temeller üzerine kurulmuştu: Kutsal olanın parçalanması veya paylaştırılması (şirk), zulüm, ahlaki düşüklük ve metanın insan elinde hazza dönüşmesi.

Şirk temeline dayanan inançları, hayatın dışında değil bilakis ticaretinden eğlencesine ibadetinden seyahatine kadar hayatın içinde diri ve belirleyici olarak varlığını sürdürüyordu. Tevhidi bir inanıştan sapmanın getirmiş olduğu kutsal olanı belirleme, paylaşma, artırma ya da eksiltme mantığı, hayatın farklı alanlarına bazen bir inanç olarak bazen de bir gelenek (atalar kültü) olarak yansımaktaydı.

Allah’ın varlığına inanan, Hz. İbrahim’in hanif dininden kalan bazı ibadetleri (ruhunu yitirmiş, şirke bulanmış halde) geleneksel bir şekilde sürdüren Arap cahiliyeti, kutsal kabul ettikleri Kâbe’yi ticaretin canlılığı açısından çok önemli görürken, dini hoşgörünün temsili olarak da Kâbe’nin içini 360’a yakın put ve Hz. İsmail, Hz. İsa ve Hz. Meryem’in tasvirleriyle doldurmuşlardı. Ayrıca putlara karşı olduklarını her daim dillendiren haniflerin varlığı dahi onları rahatsız etmiyordu. Kutsal olanın çeşitliliği kendini tek doğru tek hakikat olarak tanımlayıp hayata müdahil olmaması onlar için sorun teşkil etmeyecek bir durum oluşturuyordu.

Bu anlayış hayatın bütün safhasında kutsal olanın insanın elinde onun tercihine bırakılan zaman ve mekâna göre şekillendirilebilen şirk mantığı olarak cahiliyetin merkezine oturdu.

Her ne kadar onların hepsi sabit müşrik anlayışına sahip olmasalar da dini algının hayatlarını şekillendirmesi bakımından benzer tutum ve davranışlar sergiliyorlardı.

Hz. Peygamber (sav) cahiliye toplumunun ilk olarak şirk mantığını yıkarak tevhidi bilinçle onların zihin, bilgi, inanç ve ahlak dünyalarını değiştirmeyi hedeflemiştir. Çünkü tevhidi anlayış bireyselden toplumsala, ekonomiden siyasala kadar mana, ruh, estetik ve değer algısıyla hayatı kuşatır ve onu parçalamadan yaradılış gayesine göre tanzim eder. Tevhidi anlayış yaratılmış olan her bir şeyin yaradılış gayesini önemseyerek onu ne değersizleştirip -insanın elinde sömürülen- ne de kutsallaştırılıp -tapılan, adanılan- konumuna getirmeden, Allah’ın (cc) belirlediği şekilde hayatın içinde anlamlı ve değerli kılar.

Bunca ilâhı bir tek ilâh mı yapmak istiyor? Bu cidden çok acayip bir şeydir.”² diyen müşriklere Allah Rasulü (sav): “Sizin ilâhınız, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır. O'nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.”³ “Doğrusu, Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir. Onları yaratandır.”⁴ “İlâhınız birdir. Göklerin yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi’dir O. Ve doğruların da Rabbidir.”⁵  diyordu.

Bütün sahte ilahların, ilahlaştırılmış örf ve adetlerin, putlaştırılmış atalar inancının terk edilmesi demek, siyasi yapının, toplumsal statünün, ekonomik sistemin, ahlaki değerlerin ve bilgi kaynağının kökten değişmesi demekti. Bu aynı zamanda yaşatıla gelen zulmün çökmesi anlamına da geliyordu:

(Onlara) Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin dendiği zaman; ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter' derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsalar da mı?”⁶

Tevhid anlayışından uzaklaşmanın sonunda şirk bataklığına düşen toplum, şirk ürünü geleneksel yaşam tarzlarını gelecek kuşaklara -kutsallık atfederek- tartışılmaz tek doğru olarak  aktardı.    İşte bu minvalde Mekke cahiliyeti geleneksel yapısını hem inşa etti hem de tevhidi mücadeleye karşı onu kutsal bir kalkan olarak kullandı. 

Şirk en büyük zulüm iken müşrik cahiliye toplumunun içinde zulmün merkezinde yer aldı. Güç tanımını ve ondan sadır olanı baskı ve zulüm aracı olarak kullandı. Arap cahiliyetinin toplumsal statüsünde değer bulabilmeniz için edebiyat ve şiiri güç unsuru olarak kullanabilmeniz, aristokrat bir ailede doğup o düşünce ve sistem içinde kalmanız, erkek evladınızın çok olup onu kabile savaşlarında ya da toplumsal kargaşada güç olarak kullanabilmeniz, askeri dehanızla öne çıkmanız ya da zenginler sınıfından biri olup zulüm sisteminde yer elde etmeniz gerekirdi.

Hz. Peygambere itirazlarının önemli bir kısmı bu anlayış üzerinden gelişiyordu. Onları tek ilah olan Allaha çağıran Hz. Peygamber (sav), onların değer ve güç algılarının, anlayışlarının dışında yer alıyordu. O, yetimdi, şiir ve edebiyata merak salarak ün yapmamıştı, ümmi idi. Küçüklüğünde çobanlık yaparak fakir amcasına destek çıkmaya çalışan daha sonra ticaretle uğraşan, başkasına muhtaç olmadan kendi geçimini sağlayan ama maddi gücüyle Mekke’nin zengin taifesinin içinde sayılamayan biriydi. Hz. Peygambere (sav) itirazları onların değer ve önem algılarından besleniyordu. Herkesin takdir ettiği vasıflara sahipti, düşmanları dahi O’na “Muhammedü’l-Emin” diyorlardı. Akıllıydı, cesurdu, cömertti, güzel ahlaklıydı… kısacası örnek insandı. İlahi eğitimden geçen Hz. Peygamber (sav) vahyin tebliğinde hayatı; tevhid, ahlak ve adalet üzerine inşa etmeye başlayınca ondaki erdem sayılan vasıfların toplumsal alana müdahil olup, toplumu şekillendirmeye başladığını gören, kültür ve geleneğin, ahlakın, ekonomik hayatın ve siyasi yapının hakkaniyetini, adalet anlayışını sorgulayan tevhidi anlayışa karşı Mekke Cahiliyeti hemen itirazını yükseltmişti. Çünkü bu durum yaşaya geldikleri kutsal kabul edip doğru bildikleri her şeyin yeniden tanımlanması anlamına geliyordu. Pasif iyi kabullenilebilecek bir durum iken, hakikatin belirleyici olmaya başlaması ve hayata talip olması onlar için en büyük tehlikeydi.

Toplumsal yapıyı birbirine bağlayıcı durumda olan kültür, geleneksel toplumun bütün alanlarını hem kuşatıcı hem de kutsal olanla iç içe geçerek bağlayıcı duruma gelerek seçkin sınıfın elinde zayıfa karşı kullanılan en önemli baskı unsuru oldu.

Toplumsal düzen zulüm üzerine inşa edilmişti. Köleler efendilerinin insanı, varlıklarını efendilerine adadıkları kadar değer sahibiydiler. Kabilenin gücü ne kadarsa kabile içindekinin gücü de o kadardı. Kabilenin üyesi haklı da olsa haksız da olsa korunan kollanan haklı kabul edilip yardım gören durumundaydı. İman edenlerle birlikte onları yalnız bırakmayan putperest kabile mensupları da boykot yıllarının sıkıntılarına sırf kabilecilik anlayışıyla 3 yıl katlanmışlardı. Kabileniz güçsüz ise toplumsal tabaka içinde ezilenler sınıfında yer alırdınız. Bu bağ İslam kardeşliğinin yaygınlaşması ve bütün Müslümanların kardeş kılınması üzerine kendi kabile geleneğini hiçe sayarak, iman sahibi kabile mensuplarına hakaret, işkence ve sürgün olarak yön değiştirdi. Şirk anlayışından beslenen her bir değer iman karşısında haksızlık ve zulümle varlığını sürdürmeye çalışıyordu.

Mekkeli müşrikler Habeşistan’a hicret eden Müslümanları geri getirmeleri için As b. Vail ile Abdullah b. Rabia’yı göndermişler. Habeşistan kralı Necaşi’den inananların müşriklere teslim edilmemesini isteyen Cafer b. Ebu Talib, İslam öncesi durumlarını ve ahlaki yapılarını şöyle anlatıyordu:

Ey hükümdar! Biz cahiliye halkından bir kavim idik. Putlara tapardık. Ölmüş hayvan eti yerdik. Bütün kötülükleri yapardık. Akrabalarımızla ilgilerimizi keser, akraba hakkı gözetmezdik. Komşularımızı unutur, komşuluk vazifelerini yerine getirmezdik. İçimizden güçlü olan, güçsüz, zayıf olanı yerdi. Yüce Allah bize kendimizden, soyunu, doğruluğunu, eminliğini, iffet ve nezahetini bildiğimiz Resûlü gönderinceye kadar, biz hep bu kötü durum ve tutumda idik.

O peygamber, bizi, bizim ve babalarımızın Allahtan başka tapa geldiğimiz, taştan, ağaçtan, altın ve gümüşten yapılmış putları bırakarak Allah'ın birliğine inanmaya ve yalnız O'na ibadet etmeye davet etti. Yine o peygamber: Doğru söylemeyi, emaneti sahibine vermeyi, akraba haklarını gözetmeyi, komşulara iyi davranmayı, haramlardan uzak, kan dökmekten geri durmamızı bize emretti. Yine o, bizi her türlü çirkin, yüz kızarcı söz ve işlerden, yalan söylemekten, yetim malı yemekten, iffetli kadınlara dil uzatmak ve iftira etmekten de men ve nehy etti. Ayrıca, hiçbir şeyi kendisine eş ve ortak tutmaksızın, yalnız Allah'a ibadet etmemizi, namaz kılmamızı emretti.

Biz onu doğruladık ve ona iman ettik. Allah tarafından getirdiği şeylere göre, ona tâbi olduk. Bir ve tek olan Allah'a ibadet ettik, O'na hiçbir şeyi şirk koşmadık. O'nun bize haram kıldığını haram, helâl kıldığını helâl olarak kabul ettik. Bunun üzerine, kavmimiz bize düşman kesildi. Bizi dinimizden döndürmek, Yüce Allah'a ibadetten vazgeçirip putlara taptırmak, öteden beri helâlleştirip serbestçe işleye geldiğimiz kötülükleri tekrar işletmek için, bizi işkenceden işkenceye uğrattılar. Onlar bize böylece galebe çalıp zulmettikleri, bizimle dinimiz arasına girdikleri ve tazyiklerini arttırdıkları zaman, biz senin ülkene çıkmak, sığınmak zorunda kaldık.” 

Böylece hem cahiliye yaşamının genel çerçevesini çiziyor hem de İslam’ın gelişiyle birlikte değişimin itikadi ve ahlaki boyutlarını özetliyordu. Bu anlatılanlardan başka ahlaki bozukluk kendini başka alanlarda da gösteriyordu:

Örneğin; şarap içmek âdeti çok yaygındı. Şairleri her zaman içki ziyafetinden bahseder, içki şiirleri edebiyatlarının büyük bir kısmını teşkil ederdi...

Cahiliye Arapları yaygın bir adetleri olan kumar oynamakla da övünürlerdi. Öyle ki kumar meclislerine katılmamak ayıp sayılırdı...

Tefecilik başını almış yürümüştü. Para ve benzeri şeyleri birbirlerine borç verirler; kat kat faiz alırlardı. Borç veren kimse, borcun vadesi bitince borçluya gelir: “Borcunu ödeyecek misin, yoksa onu artırayım mı?” derdi. Onun da ödeme imkânı varsa öder, yoksa ikinci sene için iki katına, üçüncü sene için dört katına çıkarır ve artırma işlemi böylece kat kat devam ederdi...

Kadına değer verilmezdi. Kadın erkeğin şehevi arzularına hitap edip onu tatmin ettiği oranda kısa süreli değer ifade ediyordu. Kadın erkeğin şehevi arzusunu uyarmaya kurgulanmış, giyiminden kuşamına, konuşmasından yürüyüşüne kadar arzu ve istek uyandıran bir obje haline getirilmişti. Kadının kişilik sahibi bir insan olarak toplumda değeri yoktu. Toplumun ezilen tabakasında yer alan kadınlar fuhşa zorlanırken bu çirkin iş kurumsal bir yapı gibi cahili toplum tarafından kabul görüyordu. Bir taraftan kadını zevklerinin kurbanı yapanlar diğer taraftan ilkel namus anlayışı ve güç kavramından beslenen gelenekleriyle kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekten de sakınmıyorlardı...

Kur'an-ı Kerîm'de onların bu çirkin halleri şu şekilde anlatılır:

Onlardan birine Rahman olan Allah'a isnat ettikleri bir kız evlâd müjdelense içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi.”⁷

Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman...”⁸

Ortak koştukları şeyler müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterirdi.”⁹

Ekin ve hayvanlarını iki kısma ayırıyor bir kısmını Allah'ın böyle emrettiğini sanarak Allah'a veriyor ve bir kısmını da Allah'a eş koştukları putlarına ayırıyorlardı. Onlar bu batıl inanç ve adetlerinde biraz daha ileri giderek Allah'ın payına düşeni alıyorlar, onu eş koştukları putların payına ekliyorlardı. Ama putlarının payından alıp öbürüne ilâve ettikleri görülmüyordu:

Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan O'na pay ayırdılar ve kendi iddialarına göre; ‘Bu Allah'ındır, şu da ortak koştuklarımızındır’ dediler. Ortakları için ayırdıkları Allah için verilmezdi. Fakat Allah için ayırdıkları ortakları için verilirdi. Bu hükümleri ne kötüydü!”¹⁰

Bütün bu anlayış ve yaklaşımlar, cahiliyetin bir inanma ve yaşam biçimi olduğunu göstermektedir. Dün olduğu gibi bugün de varlığını sürdüren cahiliye sadece şekil ve ton değişikliğine uğramıştır. Cahiliye, beşeri ideolojilerden nefsin ilahlaştırılmasına, sapkın yaklaşımlardan batıl din kabullerine … kadar inanış ve yaşam biçimleriyle hayatın içinde yer almaktadır.

Kaynakça:

İslam Peygamberi Hayatı ve Eseri, tek cilt, Muhammed Hamidullah, Beyan Yay.

Siyeri Farklı Okumak, Mehmet Azimli, Ankara Okulu Yay.

Hz. Adem’den Günümüze İslam Tarihi, 8 cilt, Mahmud Şakir, Kahraman Yay.

Hz. Muhammedin Hayatı ve İslam Daveti, 2 cilt, Celalettin Vatandaş, Pınar Yay.

İslam Öncesi Arap Tarihi, M. Şemsettin Günaltay, Ankara Okulu Yay.

Son Peygamber Hz. Muhammed, 4 cilt, Muhammed Ebu Zehra, Kitabevi Yay.

Dipnotlar:

1. Mâide: 50.

2. Sâd: 5.

3. Tâhâ: 98.

4. Enbiyâ: 56.

5. Sâffât; 4-5.

6. Mâide: 104.

7. Zuhruf: 17.

8. Tekvir: 8-9.

9. En'âm: 137.

10. En'âm: 136.

 

 

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ