Hz. Muhammed Mustafa (sav) ile beraber olmak - rahle.org

Hz. Muhammed Mustafa (sav) ile beraber olmak - rahle.org

Hz. Muhammed Mustafa (sav) ile beraber olmak


Facebookta Paylaş
Tweetle

 

M.Murat BAYRAK

 

Söz, gücünü, taşıdığı ve ifade ettiği hakikatten alır. İfade ettiği hakikat mutlak hakikate ne kadar yakın ise söz de o kadar güçlü; ne kadar uzak ise o kadar zayıf olur.

Bütün sözlerin en güzeli: kelime-i tevhid

Bu sözün ilk kısmıyla ayrılmaz ikinci kısmı:

“Muhammedun Rasulullah”

***

Bakmasını bilen göze kainatın her zerresinde görünen; gaflet perdesiyle perdeli gönüllerin ise önlerinde iken dahi göremedikleri muhteşem hakikat[1];

Mekke sokaklarında gezen kalpleri cahiliyye karanlığı ile mühürlü zavallıların dahi gizliden gizliye ikrar ettikleri gerçek;

İman etmiş gönüllerin aşk-u şevk ile ilan ettikleri, söylemekten öte bütün hücrelerinde hissettikleri, hayatlarına ve mematlarına Müslüman rengini veren muhteşem nur;

Sevgili Peygamberimiz (sav) ne derinlikte Kur’anın Allah kelamı olduğuna şahit ise; Kur’an-ı Kerim de aynı enginlikte O’nun (sav) peygamberliğine şahit;

Hepsinden öte Allahü Teala hazretlerinin bizzat kendi kelamı ile beyan, ikrar ve ilanı:

“Muhammedun Rasulullah”

***

“artık uyuma vakti geçti” deyip kalktığı andan itibaren düştük arkasına. Nereye döndüyse oraya döndük, nereye gittiyse oraya gittik.

Aklını aklımız, kalbini kalbimiz kabul ettik. Gönlümüze aşk diye O’nu yazdık.

“bunu O mu söylüyor?” diye sorduk; “evet” dediklerinde el-göğüs divan durup, “O söylüyorsa doğrudur” dedik.

“ne dersiniz?” diye sorduğunda “biz, Yahudiler değiliz. Emret, ne dersen başımız üzere. Şu denize girin desen tereddütsüz gireriz” diye açıkladık, O’na bakışımızı.

İkrarımız bellidir:

“Muhammedun Rasulullah”

***

Madem ki Allah cc O’nu (sav) sevmiş ve seçmiştir; madem melekût aleminin bütün sakinleri buna şahitlik etmiştir; madem ki Kur’an-ı Kerim bunun beyanı olarak gelmiştir ve madem ki biz dahi buna şehadet etmişiz ve “ümmet-i Muhammed” olma şerefine ermişiz; şu halde bütün bunların cem’i yekûnü, bizi O (sav) ile birlikte yeniden bir başka biz olmaya eriştirir.

İnsanlar her vakit birileriyle birlikte olurlar, birliktelikler oluştururlar. Bazen bir kişinin, bazen bir idealin, bazen bir menfaatin etrafında bir araya gelirler. Bu birliktelikler, neyin etrafında oluşmuş ise onun kadar ömürlü olur; en fazla kabre kadar gider.

Ancak mü’minlerin Cenabı Peygamber Efendimiz (sav) ile oluşturdukları birliktelik, diğer hiçbir birlikteliğe benzemez. Dağları, çölleri, denizleri geçer; vakitleri, çağları aşar; bütün bir varlık alemine ulaşır; ölümü de içine alır, mahşerde devam eder ve Cennet bahçelerinde kendine yer açar.

Çünkü bu birliktelik, ezeli ve ebedi bir hakikatın etrafında oluşmuştur:

“Muhammedun Rasulullah”

***

Ey oğul,

Bir kutsi sırdır: Cenabı Peygamber Efendimizin (sav) bir yönü bizimledir, bize bakar; bir yönü Allah iledir, Allah’a bakar. Bundandır ki O (sav)’in her dediğini tutar, her yaptığını yapar, her getirdiğini kabul ederiz. Çünkü inancımız şudur:

“Muhammedun Rasulullah”

***

Merhamet ve Gazap

Rasulullah Efendimiz (sav) ile birliktelik, bir gül medeniyetinin kurulması ile başlar ve bu medeniyetin her dem canlı kalacağı hakikatler üzerinde yükselir.

“Gönül ikliminde kurulmuş gül medeniyetinin insanlarıyız, biz. Gül alır, gül satarız; gülden terazi tutarız; gülü gül ile tartarız; çarşı pazarımız güldür bizim..

Derdimiz gül, dermanımız gül; leyl-ü nehar virdimiz güldür. Dostumuza gül şerbeti, hasmımıza gül suyu ikram ederiz.

Erkeğimiz/kadınımız, çocuğumuz/ihtiyarımız, köyümüz/şehrimiz, yakınımız/uzağımız gül kokar.”[2]

O’ndan (sav) aldığımız güzellikler ile gönüllerimiz bir gül bahçesi güzelliğinde -kime gül, kime diken- yeniden şekillenir. Bütün insanlık aleminde kime nasıl bakacağımız ve davranacağımız yeniden tanımlanır. Kime ne değer verilmeli, kime nasıl bakılmalı, kim sevilmeli, kim terk edilmeli, vb bütün sorular cevabını bulur:

“Onun maiyyetinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin (ve metîn), kendi aralarında merhametlidirler.”

***

Ey oğul,

Bu kutsi bir sırdır: O’nunla (sav) birlikte olmak, zaman ve mekan ile sınırlı değildir. Zaman ve mekanı aşar, her kişiye ulaşır. Hem dahi her şeyden kıymetli ve her şeyden öncedir.

Nasıl bütün peygamberler, Mirac gecesi –aralarındaki zaman ve mekan farkına rağmen- O’nun (sav) arkasında namaz kılmışlar; hem nasıl Hz. Osman Mekke’de muhasara edilmişken Hudaybiye’de Rıdvan beyatine katılmış olarak kabul edilmiş; aynen öylece O’nun (sav) maiyyeti olmak her zaman ve mekanda mümkündür.

***

Rükû ve Secde sevdalıları

O’nun (sav) ile birlikte olanlar, O’na (sav) benzerler. O’nun sevdiği şeyleri sever, yaptıklarını yaparlar. Aralarındaki birliktelik, gönül bağı üzerinde kurulmuştur. Pazarlık kabul etmez.

O (sav) namazı çok önemser ve severdi. O’nu (sav) arayan mescidde bulurdu. Uzun uzun rükû eder, secdede vakitlerce kalırdı. Gözyaşlarının secde yerini ıslattığı çok görülürdü. “kulun Allaha en yakın olduğu an, secdedir” buyurmuş; bunu hal ile de göstermişti. Bir Ramazan gecesi, gecenin ilerleyen bir vaktinde mescide gelip, namaza durmuş idi. Uzunca Kur’an okumuş, uzunca ruku ve secde ederek 8 rekat namaz kılmış idi.

O (sav) ile birlikte yola düşenler de namazı çok sevdiler. O Ramazan gecesi, O’nun namaz kıldığını gören mesciddeki sahabeler de arkasına saf tutuvermişlerdi. Gürül gürül iman denizine akan bir namaz ırmağı olmuşlardı.

Ertesi gün gündüz vakti diğer sahabelere anlattılar, gece olanları. Hayıflandı gelemeyenler; üzüldüler. Ve o gece bütün sahabeler mescidde idiler. O (sav) namaz kılarsa yanında olmak istiyorlardı; maiyyet sırrı gereği. Gerçekten de teşrif ettiler, mescidi. Sonradan adı teravih namazı olacak namazı kıldılar, sahabeler ile birlikte. Uykularını feda ettiler ancak gönüller namazla, rükû ve secdelerle şenlendi.

“Onları rükû' ediciler, secde ediciler olarak görürsün.”

***

Biz, çok rüku’ ve secde edici olmayı O’ndan (sav) öğrendik.

“dünyanızdan bana 3 şey sevdirildi” diye başlamış; sözü namaza getirmişti ve “gözümün nuru namaz” demişti ya; işte biz dahi öylece kabul ettik.

Her şeyi bir yana, namazı bir yana koymayı şiar edindik. İşler, meclisler, toplantılar, seyahatler, düğünler, kavgalar, (sav)aşlar.. her nerde ve her ne halde olsak durup/durdurup “hele bi namaz kılalım da” dedik. Hastalıkta-sağlıkta,  iyi günde-kötü günde “önce namaz” dedik.

Bizi arayan mescide gelsin, bizi orada bulur dedik.  Kendimizi ehli salat bildik, öylece tarif ettik, öylece ilan ettik.

Allahü teala’nın huzurunda bel büküp ruku ettik; tevazuyu yaşadık. Rabbimizin büyüklüğünü hissettik.

Huzurunda yere kapanıp secde ettik; mahviyyeti tattık. Kulluk sırrına erdik. Çünkü biz, O’nunla (sav) birlikte yürüyenlerden olmaya sevdalı idik:

“Onları rükû' ediciler, secde ediciler olarak görürsün.”

***

Ey oğul,

Nefsin en güzeli, O’nun arkasında saf tutup, O’nunla birlikte rukuya baş eğen, secdeye baş koyandır. Akıllı olanlar, O’ndan sonra gelip, bu ruku ve secde sevdalısı, namaz sevdalısı olma halini devam ettirenlerdir.

Bu sebepledir ki, başını eğ, rukû’ et; diz kırıp alnını yere koy; secde et ki yükselesin..

***

Ulvî amaç

Hz. Muhammed Mustafa (sav)’in etrafında halka olup, O’nunla maiyyet sırrına erenlerin bu rüku ve secdeleri, çok ulvi bir amaca hizmet eder. Bu amaç, onların varlıklarının ana gayesi olarak tecelli eden “Allah’ın rızasını kazanma” amacından başka bir şey değildir.

Yönlerini Rasulullah (sav) ile birlikle Allah’a cc doğru çevirmiş güzel insanlardır, onlar. Kabe gönüllü müminler olarak hep o yöne yürürler, başka yönlere yapılan çağrılara acı bir tebessüm ile bakıp geçerler. 

Bilirler, Allah’ın rızası olmazsa herşey boş; sonu hüsran.

“Allah'tan lütuf ve rıza isterler.”

***

Allah’ın cc rıza ve lütfu, hayatın gayesi olarak belirlenebilecek en kıymetli amaçtır. Diğer bütün amaçlar, hedefler, planlar, programlar az ya da çok hep bu amaca hizmet etmelidirler.

Bu amaçtan uzaklaştıracak herşey, ne kadar yaldızlı süslü de olsa, göze gönle hoş da gelse reddedilir. “babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler”, vb bir takım değerli görünen varlıklar, bu amaçtan uzaklaştıran birer meta haline geldiklerinde[3] terk edilir, bu gönül ehli tarafından. Çünkü onlar, başka şeyleri değil;

“Allah'tan lütuf ve rıza isterler.”

***

Bu maiyyet sırrına ermişlerden bir sahabi tablosu:

Şeddâd ibn-i Hâd (r.a)’ten rivâyete göre, bedevîlerden biri Peygamber (sav) Efendimiz’e geldi ve ona iman edip tâbî oldu. Sonra da:

«‒Yurdumdan hicret edip Sizinle birlikte kalacağım!» dedi.

Rasûlullah Efendimiz (sav), onu ashâbından birine teslim ederek kendisiyle meşgul olmasını istediler. Daha sonra bir savaş oldu. Peygamber Efendimiz (sav), düşmandan esirler aldılar ve bunları askerlerine taksim ettiler. O sahâbîye de hissesini ayırıp arkadaşlarına verdiler. Zîrâ o sahâbî o esnâda arkadaşlarının binek hayvanlarını otlatıyordu. Geldiğinde arkadaşları ona hissesini verirler. O da:

«‒Bu nedir?» dedi. Ashâb-ı kirâm:

«‒Peygamber (sav) Efendimiz’in sana ayırdıkları hissedir» dediler. O da hissesine düşen şeyi alıp Nebiyy-i Ekrem (sav) Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine geldi ve: «Bu nedir?» diye sordu. Rasûlullah (sav):

«‒Onu da sana ayırdım» buyurdular. O adam:

«‒Ben bunun için Sana tâbî olmadım!» dedi. Boğazını göstererek, «Lâkin ben şuramdan ok ile vurularak şehid olup Cennet’e girmek için Sana tâbî oldum!» dedi. Rasûlullah (sav):

«‒Eğer gerçekten bu sözünde Allah’a karşı sâdık isen Allah Teâlâ da seni tasdik eder, arzunu gerçekleştirir!» buyurdular.

Az bir müddet beklediler, sonra düşmanla (sav)aşa kalktılar. O adamı işaret ettiği yerden okla vurulmuş vaziyette Nebiyy-i Ekrem (sav) Efendimiz’e getirdiler. Efendimiz (sav):

«‒Bu, o mu?» buyurdular. Ashâb-ı kirâm:

“‒Evet” dediler. Rasûlullah (sav):

«‒Allah’a verdiği sözü tutmuş, Allah Teâlâ da onun sözünü doğru çıkarmış, muradına nâil eylemiş!» buyurdular.

Sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (sav) onu kendi cübbeleriyle kefenlediler ve ön tarafa koyarak namazını kıldılar. Namazları esnâsında yaptıkları duâlarından işitilebilenler şunlar idi:

«Allah’ım, bu Sen’in kulun! Sen’in yolunda hicret ederek yurdundan çıktı ve şehîd edildi. Ben de buna şâhidim!».”[4]

İşte onların hallerinin Kur’andaki halleri:

“Allah'tan lütuf ve rıza isterler.”

***

Bu konuda Fahreddin Razi ne güzel açıklama yapar:

"Onlar, Allah'tan fadl ve rıza isterler" ifâdesi, mü'minlerin, rükû ve sücûdlarını, kâfirlerle riyakâr kimselerin rükû ve sücûdlarından ayırdetmek için getirilmiş olan bir ifâdedir. Çünkü bu kimseler, bu rükû ve sücûdlarıyla, bunu talep etmezler.. Burada şöylesi ince bir manaya işaret vardır: Cenâb-ı Hak, kendi rızâsı için rükû ve sücûdda bulunanlar hakkında, "Onların ecirlerini tastamam verir ve onlara olan fadlını artırır.." (Fatır, 30) buyurmuştur. Burada da, rükû ve sucûdda  bulunanların, Allah'ın fadl ve rızâsını talep ettiklerini belirtmiş, ama ücretten bahsetmemiştir. Çünkü Allah Teâlâ, "Sizin için bir ücret vardır" dediğinde, bu da O'ndan, bir lütuf ve o mü'minlerin amellerinin, Allah'ın onlardan istediği bir biçimde gerçekleştiğine bir işaret olmuş olur. Çünkü ücret, ancak mâlikin isteğine uygun biçimde yapılan işe mukabil verilir. Binâenaleyh mü'min kimse, "Ben senin fadlını istiyorum" deyince bu, mü'minin, kendisinin kusurlu olduğunu bir itiraf olur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "ücret" dememiş de, "Allah'dan fazl isterler" buyurmuştur.

***

4 vasıf – 4 halife

Buraya kadar sayılan 4 vasfın tecellilerini 4 Halife’de görmek mümkün:

“O’nun beraberinde olanlar”; hem yoldaşı, hem yol arkadaşı olan Ebubekr-i Sıddik ra’a

“Kafirlere karşı şiddetlidirler”; adaleti ve farukiyyeti ile Ömer’ül-faruk ra’a,

“kendi aralarında çok merhametli”; yumuşak kalbi ve şefkatiyle maruf Osman-ı zinnûreyn ra’a,

“Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler”; kemal-i zühd ve ibadeti ile maruf Ali el-murtaza ra’a işaret eder[5]. 

Her ayeti bir mucize olan Kur’anın gelecekte birbiri peşine halife olacak 4 güzide sahabinin şahsiyet ve hallerine remzen işareti, bir ayrı mucize..

Tevrat ve İncil’deki haberler

Testi, içinde olanı sızdırır misali, manevi dünyalarında neler saklıyorlarsa, yüzlerinde o sırlar sima olup arz eder, insanların. Her insanda olduğu gibi, bu güzel insanların da kişilikleri, yüzlerine[6] yansır, elbette.

Bir önemli farkla ki, Rasul (sav) maiyetinden olan bu insanların gönüllerinde taşıdıkları rükû ve secdenin nuru tecelli eder simalarında. Salih ameller, kalplerini nurlandırmış; kalplerinde siyahlıkları temizlemiştir. Kaplerinin nuru yüzlerinden görülebilir; gören gözlere..

Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Allah için ihlas ile secde edip durdukları yüzlerinin temiz ve parlayan nuraniliğinden bellidir.

 “Sîmaları secde eserinden yüzlerindedir. Bu onların Tevrattaki meselleri.”

***

Maiyyet sırrı: Cemaat sırrı

Tevrat, yüzlerindeki secde izleriyle vasıflarken, İncil de onları bir ekin tarlasına benzetir.

Bilenler bilir: bir tane ekin, hiçbir derde derman olmaz. Belki bir karıncaya gıda olsa işe yarar. Amma bir tarla ekin, bir haneye belki bir köye gıda olur; fakiri zengin, açı tok eyler.

Bu, maiyyet sırrının kadim bir kitapta haber verilmesidir:

O’nun (sav) ümmeti, O’nun etrafında halka halka çoğalacaklar. Hem öyle bir halde olacaklar ki, hiç biri kendini diğerlerinden ayrı ve üstün görmez, her biri kendince mütevazi şekilde –dolgun bir buğday başağı gibi- başını öne eğer. Hem bir buğday tarlasında olduğu gibi hiçbiri kardeşlerinin güneşine mani olmaz, suyunu paylaşmaktan geri durmaz. Rüzgar estiğinde hepsi birden dalgalanır; bir musibet geldiğinde hepsi birlikte etkilenir, hem hepsi bir olup musibeti göğüslerler.

Başlangıç itibariyle pek az olan mü’minler, toprağa atılmış buğday tohumları gibi hızla çoğaldılar. 1 iken 23 senede binler olup, 120 bin kişi ile veda haccını ifa eylediler.

“İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider.”

***

Bu ayetle ilgili Elmalı üstadın ifadesi ne güzeldir:

“Bir ekin gibi ki filizini çıkarmış, yani çimi sürgünü yarmış, çatallanmış; derken onu kuvvetlendirmiş, başak çıkarmaya başlamış; derken kalınlaşmış; derken sakları üzere bir düzeye dizilmiş gövdelerinde zayıflık yok, yatık değil, dik ve düzgün, öyle güzel bir terbiye ile muntazam bir şekilde yetişmiş, öyle düzgün, öyle dolgun, öyle bereketli; öyle ki ekincilerin hoşuna gider, toprak sahipleri ve eğitim öğretim üstadları onları gördükçe imrenir.

İşte Resulullah ve ashabı böyle hoş, mükemmel, intizamlı, güzel bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur. Burada Resulullah'ın ahlakının bereketi, eğitim ve öğretimiyle ümmetine ruh ve cisim yönlerinden verilen hayati düzen ve neşenin bir ifadesi ve Mekke fatihlerinin bir geçit resmi vardır.”

Bu hale incil şahitlik ediyor:

“İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider.”

***

Kafirleri kızdıran haller

Mahza bir nur olan Kur’an, bir kandil olan Muhammed Mustafa (sav) efendimizin kalbinden haline doğru parlar, kainatı aydınlatır. Bu nur, kendi dönemi itibariyle dokunup aydınlattığı her müşriği, yahudiyi, hristiyanı, mecusiyi, ila ahir her ne dinden ise onu bir nur halesine çevirir; sahabe mertebesine yükseltir.

Mekke’de 13 yıl boyunca onca zulüm ve işkence, sayılarının artmasını engelleyememiştir. Hele Medine’ye taşınınca bu nur kaynağı; aydınlanan gönüller hızla artmış; kafirleri öfkeden çılgına çevirmiştir. Ordu üstüne ordu kurup saldırmışlar; ancak her saldırıları O’nun (sav) etrafındakileri çoğaltmış; karşısındakilerin kaybetmesiyle neticelenmiştir.

“Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.”

***

Bunun müşahhas örneklerinden biri; kendisine ulaşan mektub sonrasında Mekkeli birilerini aratıp huzuruna celbeden Bizans imparatoru Herakliyus’un sorularına aldığı cevaplar:

Sonra da Herakliyus ile Ebû Süfyan arasında sorulu cevaplı şu konuşma:

"Sizin içinizde, onun nesebi nasıldır?"

"İçimizde onun nesebi pek büyüktür."

"Ecdadı içinde bir melik var mıdır?"

"Hayır."

"Peygamberlikten evvel, onu hiçbir yalan ile ittiham ettiniz mi?"

"Hayır."

"Ona kimler tâbi oluyor? Halkın ileri gelenleri mi, yoksa fakir kimseler mi?"

"Daha çok halkın zaif ve fakirleri tâbi oluyor."

"Ona uyanlar artıyor mu, yoksa eksiliyor mu?"

"Eksilmiyor, bilâkis artıyorlar."

"Onlardan, onun dinine girdikten sonra, beğenmeyip dininden dönen var mı?"

"Hayır, yoktur."[7]

***

Maiyyet ehline Allah’ın va’di

Bu hususta Fahreddin Razi şu açıklamayı yapar:

“Burada şöyle bir incelik var: Allah Teâlâ, rükû ve secde edenler hakkında, onların Allah'ın fazlını taleb ettiklerini belirtmiş ve ayrıca da, onlar için, "ücret" vardır demiş, fakat, "Onlar için taleb ettikleri o fazl vardır" dememiştir. Çünkü mü'min birşey yaparken, yaptığına değer vermez ve onu önemli bir ücrete değer de bulmaz. İşte bundan dolayı mü'min, "Allah'ım, ben ancak senin fazl-u keremini isterim. Çünkü benim amelim, ücrete değer olmayan önemsiz bir şeydir" der. Allah Teâlâ da böylesi mü'mine, fazlından verdiğini verir ve mü'minin amelinin makbul sayıldığına, yerli yerince yapılmış olduğuna, Allah katında, mü'minin bu işinden ötürü ücrete müstehak olmayan önemsiz bir şey sayılmadığına işaret etmek için, bu verdiği şeye "ücret" adını verir.

Ayetteki, "Onlardan, iman edip sâlih amellerde bulunanlara, Allah hem bir mağfiret, hem büyük bir ücret vaadetmiştir" ifadesinin, bu mağfiretin kişinin imanına bağlı olduğunu gösterdiği, daha önce de defalarca anlattığımız gibi, anlatılmaktadır. Çünkü her iman sahibinin günahı bağışlanır. Nitekim Hak Teâlâ, "Allah, kendisine ortak koşulması dışındaki şeyleri, dilediği kimseler için bağışlar" (Nisa, 48) buyurmuştur. "Büyük ücret" ise salih amellere karşılıktır. Allah en iyi bilendir.”

“Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir.”

***

Ey oğul,

Allah tealanın fazl-ü keremi, her şeyden daha kıymetli, daha güzeldir. Şu kıymetsiz dünyanın bütün nimetleri dahi O’nun fazl-ü keremindendir.

Küçük hedeflere esir olma; gözünü ötelere, sonsuz ve baha-biçilmez fazl-u keremlere dik; onları kazanmak için doğru tarafta ve doğru yolda olmaya gayret et.


[1] “Âdem hata işlediği zaman,

‘Ya Rabbi! Muhammed’in hakkı için beni affetmeni istiyorum.’ diye yalvardı. Allah,

‘Ey Âdem! Kendisini daha yaratmamışken, sen Muhammed’i nereden öğrendin?’ diye sordu. Âdem:

‘Ya Rabbi! Sen beni elinle yaratıp ruhundan bana üflediğinde, başımı yukarıya kaldırdım. Arşın sütunlarında “La ilahe illellah, Muhammedurresulüllah” yazılı olduğunu gördüm ve bundan anladım ki, ismini kendi isminin yanında yazdığın kimse yarattıkların arasında sana en sevgili olandır.’

(bkz: https://sorularlaislamiyet.com/hz-adem-hz-muhammedi-ne-zaman-ogrenmistir-peygamber-efendimizin-ismini-ilk-olarak-nerede-gormustur-0)

[3] “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (9/Tevbe/24

[4] Nesâî, Cenâiz, 61/1951 kaynağı ile http://www.kuranvesunnetyolunda.com/?p=12229

[5] Bkz: Lem’alar, Bediuzzaman Said Nursi, 7. Lem’a, Beşinci haber: http://www.erisale.com/?locale=tr&bookId=3&pageNo=71#content.tr.3.63

 

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ