BİREYCİLİĞE KAPILMADAN BİREYSELLİĞİ KAYBETMEDEN - rahle.org

BİREYCİLİĞE KAPILMADAN BİREYSELLİĞİ KAYBETMEDEN - rahle.org

BİREYCİLİĞE KAPILMADAN BİREYSELLİĞİ KAYBETMEDEN


Facebookta Paylaş
Tweetle

Orhan ÇOLAK

 

Bu yazı çerçevesinde bireycilik, bireysellik kavramlarının tarihine, toplumdan uzak kalış, toplumun içinde oluş, toplumun içinde iken Allah’a yönelmek, toplumdan uzaklaşarak Allah’a yönelmek durumlarına temas etmek niyetindeyiz.

 

 Öncelikle mefhumları zihnimizde açıklığa kavuşturmak için kökenbilime mürâcaat edelim. “Bireysel”in (individual) Batı dillerindeki yolculuğu için Raymond Williams şu bilgileri veriyor: Individual (bireysel) köken olarak bölünemez anlamına gelirdi. Bu şu anda paradoks gibi görünüyor. “Birey” diğerlerinden farklılığı vurgular; “bölünemez” ise zorunlu bir bağı (Williams, s.194).

 

    Bu “bölünemez” vurgusu Ahmet Cevizci’nin Felsefe Sözlüğü’nün “birey” maddesinde yaptığı şu anlatımda da açıkça görülür: Bir taş birey değildir, çünkü taşın bir parçası yine bir taştır. Fakat bir insan bir bireydir, çünkü insan bölündüğünde, parçalara ayrıldığında, elde edilen şey bir insan değildir. Bu nedenle, felsefede birey kavramı daha çok canlı varlıklar için kullanılırken, cansız varlıklar söz konusu olduğunda, onlar bir türün örnekleri diye adlandırılır (Cevizci, s.150)

 Doğrudan yakınkök olan orta Latince individualis, 6. Yüzyılda Latince individuus’tan türemiştir: Latince kök sözcük dividere’den -bölmek- türetilmiş olumsuz (in-) bir sıfat Individuus Yunanca atomos’la -kesilemez, bölünemez- çevrilirdi. 6. yüzyılda Boethius individuus’un anlamlarını şöyle tanımlıyordu:

Bir şeye çeşitli biçimlerde individual denebilir: Birlik ve ruh gibi bölünemez olanlara individual denir (i); çelik gibi sertliğinden ötürü bölünümeyenlere individual denir (ii); Socrates gibi türünün tek örneği olanlara individual denir (iii) (Williams, s.194).

Sıfatta [bireysel’de] ilk gelişen anlam “kendine özgü” ya da “özel”di [17.yy]. Anlamı çoğu zaman, yericidir. Bu düşünce biçiminde, insan doğasının temeli ortaktır; “bireysel” bundan çoğu zaman beyhûde ya da eksantirik bir sapmadır (Williams, s.195).

Modern anlamda individuality [bireysellik] kavramlarının ortaya çıkışı, orta çağ toplumsal, ekonomik ve dinsel düzenin yıkılmasına bağlanabilir. Feodalizme karşı olan genel harekette, bir kişinin katı bir hiyerarşik toplumdaki yeri ve işlevinin ötesindeki yeri vurgulanıyordu. Protestanlıkta da bir kişinin Tanrı’yla doğrudan ve bireysel ilişkisi buna bağlı olarak, Kilise’nin dolayımladığı bu ilişkiye karşı vurgulanıyordu (Williams, s.196-197).

Williams’ın bu son cümlesiyle bağlantılı olarak Şair İsmet Özel’in bir Cuma Mektubu’ndaki laiklikle ilgili tespitlerine geçmek istiyorum. Zira “bireysel” gibi “laik” de Batı’ya özgü tarihsel koşulların içinde doğup gelişmiş bir kavram, ancak şimdilerde dünya küresindeki tüm toplumları analiz etmek için kullanılıyorlar.

Laiklik kavramını Hıristiyanlıktan kopararak anlamak neredeyse imkansız. Gerçi Hıristiyanlık öncesinde Grek dünyasında da bu kavram yer sahibi. Grekçe Laos, halk demek; laikos denilince de halka ait olan anlaşılıyor. Yani Eski Yunan’da tapınaklar laikos değil, tapınakların rahipleri, rahibeleri laos içinde sayılmıyor. Hıristiyanlık sonrasında da bu ayrım esas alınmıştır: Ruhban sınıfı (clericus) kendini halktan (laicus) tamamen ayırmak suretiyle kendini hissettirir. Kilisenin hiyerarşisinde, kilisenin emir komuta zincirinde yer almayan herkes laiktir. Demek ki koyu bir Hıristiyan olmak, rahiplerin gücünü mutlak kabul etmek bile laik olmaya engel değil. Kilisenin resmi etiketini taşımayan herşey laiktir (Özel, s.38).

Bir kavram olarak laiklikten söz edebilmek için Hıristiyanca bir bakış açısına sahip olmak zorunludur. Bir Hıristiyan İslamiyeti anlamak istediği zaman “laik” kelimesini anmadan edemiyor. Müsteşriklerin en ünlülerinden Louis Massignon’un İslâm tanımı bakınız şöyle: “une teocratie laique egalitaire”. Eğer bu ibareyi Türkçe’ye doğru tercüme etmek istersek, “toplumsal ve siyasal eşitlik isteyen laik bir din iktidarı” dememiz gerek. İslamiyet üzerine kapsamlı araştırmaları olan bir Avrupalı neden İslâm tanımı getirmek istediğinde “laik” kelimesini zikretmek zorunda hissetmiş olabilir kendini? Bu soruya verilebilecek cevabın birinci sırasında Avrupalı’nın İslâm’da ruhban sınıfını görmeyişi yer almalıdır. Müslüman cemaat içinde ulema ve fukaha çok önemli fonksiyonlar icra etmekle birlikte hiç bir şekilde inanç tekeli oluşturacak bir zümre haline gelemezler. Emr-i b’il maruf, nehy-i a’n-il münker bütün müslümanların yükümlülüğü içindedir. İkinci olarak, görülmüştür ki, din adamlarının yönetimine bırakılmış imtiyazlı mekânlar da yoktur. Allah arzı müminlere mescid kılmıştır. Allah doğunun da batının da rabbidir. Üçüncü sırada müslümanlar arasındaki bağlantıların doğrudan doğruya dinin kaynaklarına sadakat esaslarıyla kuruluşunu zikredebiliriz. Müslümanlar Allah’a itaat etmeyene itaat etmemek gibi geniş bir hareket imkanından doğan yaygınlaşma gücünü, kişilerin otoritesine feda etmemişlerdir (Özel, s.41-42).

Williams’tan yaptığımız son alıntıda vurgulanan, Kilise’nin kurguladığı insan-Tanrı ilişkisine karşı Protestanlığın desteklediği, bir kişinin Tanrı’yla doğrudan ve bireysel ilişkisi meselesi, Özel’in “Acaba Ben Laik Miyim?” yazısında anlattığı meseleyle aslında aynı konu birliğine sahip. İsmet Özel’in yazısını “Acaba Ben Birey Miyim?” şeklinde de okuyabilirdik.

Individual (bireysel)’ın modern anlamı bilimsel gelişmenin belli bir evresiyle siyasal ile ekonomik düşüncenin bir evresinin sonucudur. Fakat 19. Yüzyıldan itibaren bunun için de bir ayrım yapılmaya başlandı bile. İki türemiş sözcüğün gelişiminde özetlenebilir bu: Individuality ve individualism [bireycilik]. Bunlardan ikincisi, liberal siyasal ve ekonomik düşüncenin ana akımına denk düşer (Williams, s.197).

[Birey], hem kişinin biricikliğini hem de bir grubun (ayrılmaz) üyesi olduğunu vurgular. Individualism ise 19. yüzyılda türetilmiştir: “yeni bir düşüncenin doğurduğu yeni bir söz”: yalnızca soyut bireylere değil, bireysel durumlar ve çıkarların önceliğine de ilişkin bir kuram bu (Williams, s.198).

Bireysel, bireysellik ve bireycilik kavramlarının Batı’da yaşanmış olan fikri, toplumsal ve ekonomik dönüşümün belirli evrelerinde ortaya çıkan kavramlar olduğunu ve evrensel bir durumu ifade etmediğini söyleyerek buraya kadar çoğu kez alıntılar yaparak söylediklerimizi özetlemiş olalım.

Bu noktada fizikçi ve felsefeci Yalçın Koç’un Grek-Latin-Kilise diyarı dediği bütünlük ile kendine özgü bir kavramlaştırmayla “Anadolu mayası” dediği bütünlük açısından “birey” üzerine söylediklerine de kısaca temas edelim. Koç’un söylediklerinden anladığımız kadarıyla insana bakışın bu iki türünün halihazırda varlıklarını devam ettirdiği anlaşılıyor. Koç’a göre Grek-Latin-Kilise diyarında “Kilise”, “birey”in bizzat “kendi esası”na yönelmesini engelleyen, “bireyin bizzat kendisinde derinleşme imkanı”nı ortadan kaldıran ve, “birey”i, “yığınsal birey”e dönüştürerek, “yığınsal birey”lerden “yığınsal toplum”u düzenleyen “kendinden menkul” bir “mevzuat manzumesi”dir (Koç, s.17).  Grek-Latin-Kilise diyarında, “insan”, esas olarak “rasyonel yeti”ye ve “idrak yetisi”ne bağlanarak, “yığınsal aidiyet”i yoluyla “yığınsal kimlik” kazanan, “yığınsal birey”dir (Koç, s.18). Anadolu mayasında “insan”, “ferd”dir. Grek-Latin-Kilise diyarında “insan”, “yığınsal”dır, yani “ancak yığının bir üyesi olarak insan”dır (Koç, s.19).

Grek-Latin-Kilise diyarında, “bireysel özgürlük”, “yığınsal birey”ler arasında, “zıtlık” esasına dayanan bir “sınırlandırma-serbestleştirme” ilişkisidir (Koç, s.29).

Anadolu mayasında, “ferdi özgürlük”ün esası “gönül”dür. Anadolu mayasında, “birey”, “gönlünü bilerek” “özgür” olur (Koç, s.29). Anadolu mayasının esası, “dönüşmek”tir; aksi takdirde “maya”dan söz edilemez. “Özgürlük” ancak “dönüşerek” bulunur (Koç, s.35).

Yalçın Koç, kitabının bir yerinde (s.65) “Dönüşüm-loji”den yani “Dönüşüm-bilim”den bahseder.

İnsanın dönüşmesi esastır. Grek-Latin-Kilise diyarında düşünce rasyonel yetinin imkanlarıyla sınırlandığı için bu düşünce dönüşüme kapalıdır. Dönüşümün zemini gönüldür.

İslam düşünce geleneğinde “dönüşüm”ün yaşandığı bağlamla ilgili olarak iki farklı eğilimden bahsedilebilir. Daha çok tasavvufi çevrelerde hakim olan bir yönelime göre insan, halk ile beraber oldukça Hakk’tan uzaklaşır. Bu nedenle “dönüşme”yi arzulayan, uzlete çekilir. Kahire’de Mukattam Dağı, Suriye’de Lükâm Dağı, Beyrut’ta Lübnan Dağları, Filistin’de Beytülmakdis Dağı, Sînâ çölünde Tûr Dağı, bu gaye ile insanların inzivâya çekildikleri meşhur mekânlardır. Bir diğer eğilim ise toplum içinde yaşamakla birlikte, kalben ve zihnen halktan ayrı kalarak Hakk’la birlikte olmayı arzu eder. Bedenen halkın içinde olmak kalben Hakk’la birlikte olmaya engel değildir diye düşünülür. Dört durumu da sıralarsak şöyle bir liste çıkarırız:

A. Halktan uzak, Hakk’tan uzak.

B. Halka yakın, Hakk’tan uzak.

C. Halka uzak, Hakk’a yakın.

D. Halka yakın, Hakk’a yakın.

(D) şıkkında ifade edilen durum için Bahâeddin Nakşibend’in , “Sizin tarikatınız hangi esasa dayanır?” sorusuna “halvet der-encümen”[topluluk içinde halvet] diye cevap verdiği aktarılır. Molla Câmî sûfî tabakatını anlattığı eserinde, “Öyle adamlar vardır ki ticaret ve alışveriş onları Allah’ı zikretmekten alıkoymaz” (en-Nûr 24/37) meâlindeki âyetin bu prensibe işaret ettiğini söylemiştir. Yine bu çerçevede halvette şöhret, şöhrette âfet, toplum içinde yaşamakta hayır vardır, gönül huzuru halvetten çok sohbette bulunur denilmiştir.

“Yalnızlık, kötü arkadaştan daha hayırlıdır; sâlih bir arkadaş ise yalnızlıktan daha iyidir…” buyurulmuştur. (Hâkim, Beyhakî)

 

  KAYNAKÇA

Anahtar Sözcükler, Raymond Williams, İletişim Yay.

Felsefe Sözlüğü, Ahmet Cevizci, Paradigma Yay.

Cuma Mektupları II, İsmet Özel, “Acaba Ben Laik Miyim?”, Çıdam Yay.

Anadolu Mayası (Türk Kimliği üzerine bir inceleme), Prof.Dr. Yalçın Koç, Cedit Yay.

 

 

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ