İNFAK - rahle.org

İNFAK - rahle.org

İNFAK


Facebookta Paylaş
Tweetle

Derya YILMAZ

 

Antik kentleri ve arkeoloji müzelerini gezmeyi severim. Peşinde ömürler tüketilmiş, dostlar, aileler ve ülkeler terkedilmiş dünya menfaatlerinin sergilendiği salonları gezerken çok düşünürüm. Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’nin en önemli sergi parçalarından biri, yapılan analizlerde 40’lı yaşlarında öldüğü anlaşılan Karya Prensesinin mücevherlerle süslü iskeletidir. Günümüzden yaklaşık 2400 yıl önce yaşayan prensesin iskeleti; beraberinde gömülen, aralarında altından dövülmüş yapraklarla süslü muhteşem bir tacın da bulunduğu mücevherleriyle birlikte bir inşaatın temeli kazılırken bulunmuş. Bir camekanın içinde yanında mücevherleriyle yatan iskeleti gördüğümde çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Etkisinde kaldığım bir diğer müze salonu da Mısır’da yer alan Kahire Müzesi’nde yer almaktadır. Müzede Antik Mısır Medeniyetinin hanedanlarına ait çok sayıda eser sergilenir. Bu müzedeki en büyük salon Firavun Tutankamon’a ayrılmıştır. Günümüzden yaklaşık 3500 yıl önce öldüğünde kendisi için inşa edilen piramidin içindeki mezar odasına, sonraki hayatında kullanması için altından bir tabut ve beraberinde som altından dövülmüş arabalar, yataklar, silahlar, kıyafetler, süs eşyaları, heykeller ve daha birçok eşya ile beraber gömüldüğünde henüz 19 yaşındadır. Ve onca eşyanın bugün müzede sergilenmesine bakıldığında bu eşyaların öbür dünyaya onunla birlikte gitmediğini anlamak pek zor olmaz. Öte yandan Hz. Aişe (ra)’den rivayet edildiğine göre Rasul-ü Ekrem (sav) bir koyun kesmiş ve bir süre sonra “Kestiğimiz hayvandan geriye ne kaldı?” diye sormuştur. Hz. Aişe “Ondan bir kürek kemiğinden başka bir şey kalmadı hepsini dağıttık” diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Allah Rasulü (sav) “Desene bir kürek kemiğinden başka hepsi duruyor” buyurmuştur. O halde dünyada uğruna kalpler kırdığımız, ömür tükettiğimiz, kasalarda saklayıp kimse ile paylaşmaya kıyamadığımız, kimi toplumlarda ölünce mezara gömülen mallarımız mı bizimdir yoksa Allah yolunda vazgeçebildiklerimiz mi? Üzerinde çok yönlü düşünülmesi gereken bir konu. Konunun sosyolojik, psikolojik ve hatta fizyolojik boyutları var.

Kişinin mal biriktirmesi ve malına kıyamamasının temelinde geleceğe dair taşıdığı kaygılar yatmaktadır. Yüce Allah Kur’an’ı Kerim’de “Şeytan içinize yoksulluk korkusu düşürür……” (Bakara Sûresi: 268) buyurmaktadır. Bu korkuyla kişi malına kıyamaz ve onu gelecekteki kötü günler için saklamaya çalışır. Bu korku insanın emanet bilincini kaybederek dünyaya dört elle sarılmasına neden olur.  Halil Cibran’ın Ermiş adlı kitabında sorduğu şu soruları kişinin kendisine sorması gerekmektedir. “Olur da bir şeylere muhtaç duruma düşerim korkusu, gerçekte muhtaç durumda oluşun ta kendisi değil midir? Su kaynaklarımız doluyken, susuz kalırsam diye korkulara kapılmak en giderilmeyecek susuzluk değil de nedir? Oysa canımız gibi sakladığınız mallarınız gelecekte muhtaç olurum korkusuyla bekçiliğini yaptığınız nesnelerden başka nedir ki? Hem kişinin sonsuza dek elinde tutabileceği bir nesne var mı ki? Bugün elde olanlar bir gün gelecek mutlaka başka ellere verilecekti. Öyleyse şimdiden verebilmek varken, vermek mevsiminin varislere kalmasını beklemek niye?” Emanetçisi olduğu malını Allah rızası için verebilmek, şeytanın içimize saldığı fakirlik korkusunun en önemli reçetesidir.

Verememe, malından vazgeçememe eğilimimizi mazeretlendiren “Vermek isterim ama verdiklerim yerini bulmalı” düşüncesinin insanı alıkoymasına izin verilmemelidir. “Hayatın okyanusundan içebilmeye değer görülmüş bir kimse, sizlerin küçük derelerinizden de içebilecek değerdedir. Hem sen kimsin ki insanlar senin önüne çıkıp da değer olup olmadıklarını görebilesin diye göğüslerini açsınlar ve soydukları gururlarını senin ayakların altına sersinler? Sen ilkin kendinin bir verici el olabilmeye değer olup olmadığını anlamaya bak. Çünkü gerçekte cana bir şeyler veren hayat kaynağı olan Allah’tır. Sense kendini gerçek verici sanıyorsun. Oysa bir şahitten öte bir şey değilsin” İnsana değer vermek, ona Allah tarafından verilen değeri takdir etmekti. Allah kişiyi insan olarak yaratarak değerini baştan vermiştir. Bu durumda bizim verebileceğimiz küçük bir dünyalığı hak edip hak etmediğini düşünmek bizim haddimiz değildir.

 Karşımızdaki kişinin iyi giyimli, zengin görünümlü olması onun ihtiyaç sahibi olmadığı anlamına gelmez. Yüce Allah Bakara Sûresi 273. ayette şöyle buyurmaktadır: “(Sadakalar) Kendilerini Allah yoluna adayan fakirler içindir ki, onlar; yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler. İffetlerinden dolayı bilmeyen onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler. Hayırdan her ne infak ederseniz şüphesiz Allan onu bilir.” Umre ziyaretimde, Kabe’yi görür bir konumda vakit namazını cemaatle kılabilmek için zar zor bulduğum bir yeri kaybetmemek maksadıyla mescitten uzun süre ayrılamamıştım. Midemin açlıktan şiddetle kazındığı bir anda aynı dili konuşamadığımız yanımdaki hanımefendinin bana ikram ettiği portakallı bisküvi bugüne kadar yediğim en güzel şeylerden biriydi. Evet benim o bisküviyi satın alabilecek param vardı ancak o an orada alabilecek durumda değildim.  Gelen bisküvinin Allah’ın ikramı olduğunun farkındayım. Bisküviyi ikram eden o hanım Allah’ın ikramını bana uzatan el olmakla görevliydi ve görevini yerine getirdi.  Allah’ın bize “Ve onlara: “Size Allah’ın rızık olarak verdiklerinden infak edin” denildiği zaman, o inkâr edenler iman edenlere dediler ki. “Allah’ın eğer dilemiş olsaydı yedireceği kimseyi biz mi yedirecekmişiz?  Gerçekten siz apaçık bir şaşkınlık içindesiniz” ayetiyle (Yasin Sûresi: 47) bildirdikleri gibi davranmadı. Yeryüzünde Allah’ın veren eli olabilmenin insan için ulaşılabilecek en büyük şereflerden olduğu unutulmamalıdır.

Maide Sûresi 35. ayette yüce Allah; “Onun rızasına erişmek için vesile arayın” buyurmaktadır. Peki Allah’ın rızasına ulaşmak için tutunacağımız vesileler nelerdir? Bir hadisi kutside şöyle ifade edilmektedir: “Kulum kendisine emrettiğim farzlardan daha sevimli hiçbir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Farzlardan başka, zorunlu olmayan ibadetlerle de kulum bana sürekli olarak yaklaşır. Nihayet ben onu severim. Onu sevince de artık ben onun işiten kulağı gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olmuşumdur. O benden bir şey isteyecek olsa veririm. Bana sığınacak olsa onu korurum” (Buhari-Rikak 38). Bu hadiste farz ibadetlerden sonra Allah, bizden zorunlu olmayan ibadetlerle kendisine yaklaşmamızı istemektedir. Yani imanımızı süslememiz beklenmektedir. Peki nedir imanın süsleri?  İmanın süsleri dendiğinde Takva, haya, ihlas ve sadakat ilk akla gelenler olmalıdır. Kuran-ı Kerim’de türevleriyle birlikte 160 yerde geçen sadakat sözcüğü sadaka kökünden türemiştir. Sadaka, farz olmayan vermenin adıdır. Sadaka, gönüllü infaktır. Sadaka; kalbî imanın, mâlî ispatıdır. Yani güçlü bir imanın gönüllülükle mala yansımış halidir sadaka.  Hayat bir sadakat sınavıdır. Bu sınavı başarıyla verebilmek, bedel ödemeyi gerektirir. Gönüllü olarak verdiklerimiz yani sadakalarımız samimiyetimizin, sadakatimizin bedelleridir.

Kişinin benim dediğini Allah yolunda verebilmesi mülkün asıl sahibini ilan etmesidir. Rivayete göre bir gün Cüneyd-i Bağdadi’nin atı çalınmış, komşuları telaşla gelmiş ve demişler ki: Kazığını çayıra çaktığınız atınızı, kazığını söküp çaldılar. Hazret demiş ki: İyi de neden telaş ediyorsunuz kazığını kalbime çakmadım ya! Yüreklerimizi yoklamamız lazım. Sahibi olduğunu sandığımız dünyalıkların kazıkları kalbimize mi çakılı. Bunu anlamanın en iyi yolu onları oradan çıkarıp verebilmeyi denemek, bakalım canımız ne kadar acıyacak?

 Allah yolunda vermek varlıklı olanın görevi midir? İmanın malla ispatı olan infak kimin yükümlülüğüdür? Beşer (deri) olarak; yani görünümden ibaret bir biçimde dünyaya gelir ve emek verdiğimiz değerlerimiz ile insan oluruz. İnsan mal ile değil onu beşer olmaktan insan olmaya taşıyan değerlerle zengin olur. Varlığı kendisine emanet edilmiş herkes zengindir. Verebilmek varlıklı olmakla değil, var olmakla alakalıdır. O halde kendisine insan olma şerefi bahşedilen herkes varlığından Allah yolunda verebilmelidir. Âl-i İmran Sûresi 134. ayette yüce Allah; “Onlar bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar” buyurmaktadır.

 Kur’an’ın ayetleri ideal insan tanımlarıyla doludur. İçimizdeki insanlık cevherini ortaya çıkarıp geliştirecek, bizi olgunlaştıracak ve Allah’ın rızasına eriştirecek olan bu ayetler önümüze alabildiğine geniş bir yarışma ufku açarlar. O bize yüce hedefler göstermekte ve bu hedeflere ulaşmak için yeteneklerimizi ve kullanımımıza sunulan nimetleri seferber etmeye bizi teşvik etmekte, bizi açıkça bir yarışa çağırmaktadır. Allah bizden hayırda yarışmamızı beklemektedir. Yalnız bu yarış dünya işlerindeki yarışlar gibi rekabete dayanan ve tek galibi olan bir yarış değildir. Bu yarışta önemli olan sonuç değil süreçtir. Dünya hayatının yarışlarında bir kişi kazanır diğerleri onun gerisinde kalır ve kaybeder. Allah’ın rızasını ve cennette yüksek dereceleri kazanmak için yarışanlar ise ne kadar çok olsalar ve ne kadar büyük ödüllere de erişseler Allah’ın rahmet hazinelerinden hiçbir şeyi eksiltmiş olmazlar. Âl-i İmran Sûresinin 133. ayetinde Allah böyle bir ödül için koşmaya çağırmaktadır bizi. “Rabbinizden erişecek bir bağışlanmayı ve genişliği göklerle yer kadar olup da takva sahipleri için hazırlanmış bir cenneti kazanmak için yarışın.”

Peki kimdir o takva sahipleri? Bu ayetin devamında ve daha başka ayetlerde bu özellikler madde madde sayılmış, hangi davranışlarla insanların böyle bir dereceye erişebilecekleri belirtilmiştir. Takva dikkati bir ömre yaymaktır. Elinde bir sepet yumurtayla, dikenli bir yolda, ayaklarına diken batırmadan ve yumurtaları kırmadan yürümek takvadır der bazıları. Bunu başarabilmek hayatta yavaşlamayı gerektirir. Yavaşlayan insan ise çevresinin farkına varmaya başlar, ötekini fark eder. İnsanın kendini tavaf eden hacı durumuna düştüğü bu çağda yavaşlayıp ötekini fark etmesi, onu içine düştüğü narsizm bataklığından kurtaracak en önemli eylemdir.

 Takva kişinin fıtri değerlerini koruma mücadelesidir. Kişinin fıtratında paylaşarak mutlu olmak, vererek çoğalmak kodlanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de takva sahipleri muttakiler olarak adlandırılmaktadır ve muttakilerin özellikleri Bakara Sûresi’nin 1-5 ayetlerinde sıralanmıştır. Burada 3. ayette Yüce Allah şöyle buyurmaktadır; “Onlar, gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.” Ayrıca Bakara Sûresinin 177. ayetinde; “Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz erdemlilik değildir. Asıl erdemli kişi Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden, sevdiği maldan yakınlara, yetimlere yoksullara, yolda kalmışlara, yardım isteyenlere ve özgürlüğünü kaybetmiş olanlara harcayan, namazı kılıp zekâtı verendir. Böyleleri anlaşma yaptıklarında sözlerini tutarlar. Darlıkta hastalıkta ve savaş zamanında sabrederler. İşte doğru olanlar bunlardır ve işte takva sahipleri bunlardır” buyurulmaktadır. Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi infak bir yaşam biçimi olan takvanın gereklerindendir.

Takva sahiplerinin Kur’an-ı Kerimde en çok dile getirilen özelliklerinden biri bollukta ve darlıkta, sevdikleri mallarından Allah için harcamalarıdır. Bu ifade çıtanın ne kadar yüksek olduğunu göstermektedir. Zekât adı verilen ve zenginlik şartına bağlanmış olan vermeden farklı olarak buradaki verme hayatın her türlü varlık halini kapsamaktadır. Böyle bir verme sadece ahiret ödülü değil dünya hayatında da huzur ve mutluluğun anahtarıdır. Modern hayatın en temel hedeflerinden biri olan alma eylemi ruhun açlığını giderememektedir. Yapılan araştırmalar zenginliğin mutluluk üzerindeki etkisinin azaldığını göstermektedir.  Yüce Allah insanı alarak değil vermekle mutlu olacak nitelikte yaratmıştır.  Sahte ihtiyaçların üretildiği bu çağda ruhlarımızın doyumunu tüketimde aramamalıyız. Sürekli olarak almaya alışan insanların hayatta tam olarak tatmin olabilmeleri söz konusu değildir. Vermeyi öğrenebilenler hayatın hazzını yakalamış insanlardır.

Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah “Akrabaya, yoksullara, yolculara hakkını ver, israfla saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” (İsrâ Sûresi 26-27) buyurmaktadır. Allah’ın kuluna bağışladığı nimetlerde akrabanın yoksulun ve yolcunun da bir payı olduğu unutulmamalıdır. Bu nimetleri gelişigüzel saçıp savuran kişilerin nimette hakkı olan, gözetmekle sorumlu olduğu kişilerin haklarına da saygısızlık ettiği unutulmamalıdır. Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan insani gelişmişlik raporuna göre Dünya halklarının emeklerinin ürünü olan gelirin %75’i, dünya nüfusunun %25’inin cebine girmektedir.  Geri kalan insanlığın hakkı olan paranın bizim cebimizde olduğu unutulmamalıdır.  Allah’ın bağışladığı nimetlerin büyük kısmını elinde tutan azınlığın bu imkanları bilinçsiz ve aşırı tüketimi tüm insanlığı adım adım yoksulluğun kıyısına getirmektedir. Aşırı tüketim çılgınlığına kapılarak kendi malındaki yoksulun hakkını unutanlar bu ayette şeytanın kardeşleri olarak ifade edilmektedir. Belki kulağa çok ağır, çok sert geliyor olabilir. Ancak bu hakların gözetilmediği bir yaşam tarzının dünya genelinde ortaya çıkardığı durum hepimizin malumudur. Toplumun zenginliği elinde tutan küçük bir kesiminin, toplumun geri kalanının hakkını gözetmediği çağımızda su, gıda ve ilaç gibi en temel ihtiyaçlara bile ulaşamayan milyarlarca insan bu yoksunluğu gözlerimizin önünde yaşamaktadır. 6 milyonluk nüfusuna ikişer doz uygulanması durumunda 12 milyon doz Covid19 aşısının kendisine yeterli olabileceği Danimarka, 24 milyon doz aşı alarak milyonlarca kişinin tedaviye ulaşabilme hakkını gasp etmektedir? Ötekinin hakkının gözetilmediği bugünün dünyasında insanlığın geldiği nokta ortadadır.

Mümin kelimesi, güvenmek, korku ve endişeden emin olmak anlamlarına gelen iman kelimesinden türetilmiştir. Mümin, Allah’ın güvendiği, Allah’a güvenen ve yaşadığı toplumun güvenini kazanmış kişidir. İman bu güveni hayata taşıyacak şahsiyetler geliştirmeyi hedefler. Bu şahsiyeti geliştirmenin ilk şartı benlik duygusu yani enaniyetten kurtulmaktır. Enaniyet sınırlandırılmamış bir yaşamın sonucudur.  Kişinin istek ve arzularının sınırsız karşılanması enaniyeti büyütürken şahsiyeti küçültür. Oysa insan ihtiyaçları sınırsız değil makuldür. Aşırı ve gereksiz tüketim anlamına gelen israf helali harama dönüştürür. Özgür insan arzuların yönlendirdiği değil arzularını yönlendirebilen, duygularını kontrol edebilen insandır.  Kişinin hayatın merkezinde kendisinin olmadığını anlaması, ötekini görebilmesi ve ötekinin ihtiyaçlarının farkına varması ile mümkün olur. Mümin kişinin önce ben duygusundan kurtularak kendisine güvenen mümin kardeşinin ihtiyaçlarını öncelemesi gerekir. Hırs ve ihtiraslarının kölesi olmaktan kişiyi kurtaran, ben bizim için varım diyebilmektir. Kemal Sayar’ın ifadesiyle “Soyluluk ötekini işitebilmekten yapılma bir mücevherdir. Bu ülkenin en soylu insanları diğerlerinin acısını en çok içinde hissedenlerdir.” Ne yazık ki günümüz toplumlarında ihtiyaç kavramının tanımı değişmiş, üretilen sahte ihtiyaçlarla imkanları arttıkça insafları azalan bireylerin sayısı artmıştır. Mahrum olmaktan mahrum kalan insan ne yazık ki artık rahat olmak ile huzurlu olmak arasındaki farkı bilememektedir. Tüketim hastalığı ve mahrumiyet yoksunluğu fıtratı bozmaktadır. Elinde olanlarla şımaran insan kendi kendine yetebileceğine inanır.  İnsan ruhundaki bu yaraların tamamının ilacı infaktır. İnfak kişinin elinde var olanı fark etmesini sağlar. Emanet bilinci gelişmiş kişi hizmetine sunulan malın kendisine emanet olduğunun ve bu malda diğer insanların da hakkının bulunduğunun farkındadır. Bu bilinç kişiyi ötekine karşı sorumlu kılar. Mümin bir damla sudan, dünyaya; hâkimi olduğunu sandığı her şeyin kendisine emanet olduğunu unutmamalıdır. Emanet bilincini unutan insan; benim evim, benim arabam, benim çocuklarım, benim hayatım demeye başlar.  Oysa Yüce Allah’ın şu uyarısı ne kadar da açıktır: “Size ne oluyor da Allah yolunda harcama yapmıyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır…”   (Hadid Sûresi 10. ayet)

Mümin olmanın şükrü; nimeti fark edip, başka hayatlara taşıyarak edilir. Mümin yapıp ettikleri ile daha yaşanılabilir bir hayatın emektarı olmaya niyet etmelidir. Bencillik başkasının acısına dayanacak gücü kendinde bulabilmek demektir. Mümin bencil değildir. Gelişmiş empati yeteneği ile başkasının acısını, eksiğini kendi acısı ve eksiği sayar ve gidermek için emek verir. Mümin akıllıdır, çevresinde olup bitenleri görür ve mümin sorumludur bu sorumluluk bilinciyle gördüğü eksikleri başkalarının da görebilmesini sağlar. Bu konuda kadın erkek her mümin Allah’a ve topluma karşı eşit sorumluluktadır. Yüce Allah Hadid Sûresi 18. ayette şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar ve Allah’a güzel bir borç verenler var ya, onlara kat kat ödenir. Ayrıca onlara çok değerli bir mükafat da vardır.” Ayrıca Ahzap Sûresi 35. ayette de kadın ve erkeğin bu konudaki eşit sorumluluğu vurgulanmaktadır.

Kadın beyni empati konusunda oldukça gelişmiş bir yazılım ve donanımla yaratılmıştır. Manyetik Rezonans teknolojisi kullanılarak yapılan beyin görüntülemelerine dayalı çalışmalar kadın beyninin yüz ve ses analizini erkek beynine kıyasla çok daha iyi yapabildiğini göstermektedir. Yapılan bilimsel bir çalışmada kadın ve erkeklere farklı yüz ifadelerine sahip insan fotoğrafları gösterilmiş ve bu esnada beyinlerinin MR görüntüleri çekilmiştir. Fotoğraflara bakan kadınlarda, erkeklerden farklı olarak beynin görmeyi sağlayan bölümüne ilave olarak limbik sistem adı verilen ve duyguları kontrol eden merkezinin de çalıştığı kaydedilmiştir. Yani kadın beyni gösterilen fotoğrafları görmenin yanında erkek beyninden farklı olarak fotoğraftaki bireylerin yaşadığı sevinç, acı, üzüntü gibi duyguları da yaşamaktadır. Yine benzer bir çalışmada, kadınların el parmaklarına bağlanan aletlerle parmaklarına düşük düzeyde elektrik verilerek bu esnada MR görüntüleri kaydedilmiş ve acı çektikleri anda beyinlerinin hangi bölgesinin çalıştığı tespit edilmiştir. Sonrasında cihaz, kadınların yanında eşlerinin ellerine bağlanarak, kadınlara eşlerine elektrik verildiği söylenmiştir. Bu esnada kadının beyninden alınan MR görüntülerinde kadında acı merkezinin tekrar devreye girdiği gözlenmiştir. Allah’ın kadın beynine verdiği bu yetenek, kadını ötekine karşı daha anlayışlı ve merhametli yapmaktadır. Bu yetenek, Müslüman kadını, ihtiyaç sahiplerini fark ederek kendine emanet edilen rızıktan verebilme konusunda doğuştan eğilimli kılar. Müslüman kadına düşen sahip olduğu bu yeteneğin gereğini yerine getirmek ve infak organizasyonlarına katılarak bu çalışmaları organize etmek konusunda öncü olmaktır. Genetiğine kodlanmış bu eğilime ilaveten Müslüman hanımların önünde örnek olarak ümmetin anneleri olan Allah Rasulü’nün (sav) eşleri de bulunmaktadır. Oldukça zengin tüccar bir aileye mensup olan ve kendisi de ticaret ile meşgul olan Hz. Hatice’nin (ra) tüm servetini Allah yolunda harcadığı herkesçe malumdur.  Yine Hz. Aişe (ra) keskin zekâsı ve cömertliği ile meşhurdur. Efendimizin vefatından sonra kendisine savaş ganimetinden pay olarak getirilen iki çuval dolusu (100.000 dirhem) parayı, ihtiyaç sahiplerine pay ettikten sonra yardımcısı Ümmü Zerre’den iftar için bir şeyler getirmesini istemiştir. Kendisine yağ ve ekmek getiren Ümmü Zerre’nin Hz. Aişe’ye: “Bugün dağıttıklarından bize bir dirhem et alsaydın da onunla iftar etseydik” demesi üzerine Hz. Aişe “Beni kınama hatırlatsaydın bunu yapardım” demiştir (İbni Sad R.A.) Ötekinin nefsini kendisinden önde tutan ve kendisine emanet edilen dünyalığı her koşulda Allah yolunda harcayan hanım sahabeler bugünün Müslüman kadınlarının önünde önemli birer örnektir.

Allah yolunda verebilmek, vicdanı susmamış insanın var olma biçimidir. İnsan yer yüzünde halife olarak yaratılmıştır. Halife sözcüğünün anlamlarından biri de inşaat ustasıdır. Yeryüzünde halife olan insan bugünü yaşarken ahiretini inşa eder ve Allah yolunda harcadığı her şey bu inşaatta bir tuğla hükmünde değerlendirilebilir. İrade kalıca hedefler için geçici heveslerden vazgeçebilmektir. Dünya malını sahiplenme duygusundan vazgeçebilme iradesini göstermek kalıcı hayatımızı inşa etmenin önemli basamaklarından biridir. Beled Sûresi 12-18. ayetlerde tanımlanan, hakkın ve erdemin yanında olan insanlar sarp yokuşa talip olanlardır. Sarp yokuş bu ayetlerde bir yetimi veya aç açıkta kalan birini doyurmak olarak tarif edilmektedir.  Ayetlerde iyiliklerin sevapları genellikle bire on olarak gösterildiği halde Allah yolunda infakın sevabı Bakara Sûresi 261. ayette bire yedi yüz olarak belirtilmektedir.  Karşılığının büyüklüğünden anlaşıldığı kadarıyla hiç de kolay olmadığı anlaşılabilecek olan verebilme eylemi erdemli olmanın gereğidir. Kişinin ilkellikten olgunluğa, noksanlıktan kemale yolculuğunun yani tezkiye sürecinin en önemli aşamalarından biri de zekâttır. Yani maddi olandan vazgeçebilmek kişiyi kemale götürür.  Akıl, vicdan ve irade gibi içsel yönlendirmeleri hissedebilme yeteneğine sahip müminleri Allah Kur’an’da, “Salih kullar” olarak adlandırır. Salih mümin, kendisi ile barışık, çevresindeki olumsuzlukları düzeltebilen, sözleri ve eylemleri birbiriyle uyumlu kişidir. Buradan hareketle ihtiyaç sahiplerini gözeterek verebilmenin salih kulun eylemlerinden biri olduğu söylenebilir. Salih bir kul olmanın gereği olan, salih amel; bendeki iyiyi başka hayatlara taşımakla mümkün olur. Salih amel işlemek iyi olmak kadar iyileştirebilmeyi de gerektirir. Sahip olduğu maddi zenginliği Allah rızası için başka hayatlara taşıyabilmek yani infak, salih bir ameldir ve unutulmamalıdır ki bu tür ameller geçmişi imar, bugünü ihya ve geleceği inşa eder. Bize emanet edilen dünya nimetlerini başka hayatlara aktarırken karşımızdakini incitmemek inşa etmeye çalıştığımız geleceğin sağlamlığı üzerinde oldukça etkilidir. Yüce Allah’ın “Ey iman edenler, Allah’a ve ahiret gününe inanmayıp insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. …” (Bakara Sûresi: 264) ihtarı akıldan çıkartılmamalıdır.

Kelimelerimiz dokunduğu hayatlarda kalıcı izler bırakır. Emaneti paylaştığımız kişilerin dilimiz ve eylemimizle yaralanmamasına özellikle dikkat edilmelidir. Unutulmamalıdır ki “Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah her bakımdan sınırsız zengindir halimdir.” (Bakara Sûresi: 263)

Geniş imkanlarımız olabilir. Ve elbette helal yollardan elde edilen imkanları helal işlerde kullanabiliriz. Ancak bu imkanlardan faydalanırken çağın ağına düşerek herkeste var çılgınlığına kapılmamalıyız. Bu yaklaşımın bizi herkesleştirerek sıradanlaştıracağını unutmamalıyız. Tercih edebilme irademizi ötekine karşı sorumluluklarımızı yerine getirmek için kullanmalıyız. Unutmamalıyız ki yaşamakta olduğumuz bu dünya bazılarının ifade ettiği gibi yalan bir dünya değil, son derece gerçek ancak fani, yani geçicidir. Kalıcı olan ise ahiret hayatıdır. Kalıcı olana yaptığımız hayat yolculuğunda bize gereken yol azığını bu dünyada yapıp ettiklerimizle hazırlıyoruz. Ve hayat yolculuğunda zamanımızın ne kadar olduğunu bilemiyoruz. Bağdat çarşısında buz satan adamın “Sermayesi eriyen şu adama yardım edecek yok mu?” sözleri aklımızdan çıkmamalı. Ömür sermayemiz hızla tükeniyor. Ebedi kurtuluş için mucize beklememize gerek yok. Unutmamalıyız ki tufan günü Hz. Nuh’u ve iman edenleri kurtaran kendi elleriyle inşa ettikleri gemiydi. Elimizdeki kaynakları kullanarak bizi kurtaracak gemileri kendimiz inşa edeceğiz. Kurtuluşun yolu elindekini paylaşmaktan geçiyor. Neyi, nereye ve ne kadar vereceğimize dair tüm cevaplar bize verilmiş. Bize düşen harekete geçmek.

Ey iman edenler, hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin olmadığı gün gelmezden evvel, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin...” (Bakara Sûresi: 254)

 

KAYNAKÇA

·        Şimşek, Ü. (2006) Ayetler ve İbretler, İstanbul: Zafer Yayınları.

·        Cibran, H. (1994) Ermiş, İstanbul: Anahtar Kitaplar.

·        Sayar, K. (2015) Yavaşla, İstanbul: Timaş Yayıncılık.

·        Karaismailoğlu, S. (2016) Kadın Beyni, Erkek Beyni: İstanbul, Elma Yayınevi.

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ