Emre Yavuz
Mevcut piyasa koşullarında şirketlerin faaliyet gösterdikleri alanlara göre hedef kitlelerindeki insanları daha iyi tanımak için belirli araştırmalar yaptıklarını hepimiz biliyoruz. Bu araştırmalar şirketlerin her ne kadar bizi incelikli bir şekilde düşündükleri imajını vermeye çalışsa da karlılıklarını artırmaya yönelik olduğunu biliriz. Hedef kitlelerini ne kadar iyi tanımlarlarsa ürünlerini bu kitleye göre düzenleme ve satabilme yetenekleri o kadar artacaktır çünkü. Bu çalışmalarda belirledikleri birkaç prototip çıkar ve buna da persona adını verirler. Belki milyonlarca insan 5-10 arası personaya sığdırılır ve insanlara bu gözle bakılır bundan sonra. Dikkat edilirse persona, pazar araştırması, hedef kitle çalışması gibi tabirler hep şirketlerin karlarını artırmaya çalışırken, sağdan soldan törpülenen, belirli kalıplara zorla oturtulan hep teker teker insanlar olur. Gelişen yapay zekâ teknolojisi ile hedef kitlelerini çok farklı kalıplara oturtan ve bununla daha fazla kişiselleştirilmiş teklif ve içerikle bizi daha yakından tanıdığını iddia eden şirket sayısı, bizi tanıyan insan sayısına göre daha hızlı artıyor. Kapitalizmin mevcut şartlarında büyümek, kârınızı hızla artırmak amacınız varsa, kabul edilebilir hata payları ile insanları etiketleyip buna göre atacağınız adımları sıklaştırmanız gerekir. Siyasetin de buna benzer bir seyir izlediğini söylemek mümkün. Burada da belirli bir kitleyi bir arada tutmak istiyorsanız mevcutta olmasa bile hayali bir harç üretip bir kitle inşa etmeniz gerekecektir. Bir öteki grubun karşısına koyacağınız bir gruba talip ve tabi olacaklar çıkacaktır. İki durumda da ortak olan şey insanın edilgenliği ve kendisi dışında tanımlanmasıdır. Sürekli tanımlanan, çağırılan, hedefleri gösterilen ve kalıplara sokulan insanlar, biz yani.
Kapitalizm her çöküşünde yeni bir numarayla kendisini tekrar inşa ederken, bu sefer önüne daha zorlu ama başarıldığı takdirde getirisi de büyük olacak bir hedef koydu. İnsanların karar verme süreçlerinde danışacakları otoriteler büyüme önünde engeldi. Aile, satın alma sürecinde önemli bir karar mercii olmaya devam ediyordu, cinsiyetiniz sizin alabileceğiniz şeyleri doğal olarak sınırlandırıyordu, zamanınızı sosyal çevreniz ve arkadaşlarınızla geçirmeniz özellikle teknoloji şirketinin odaklandığı günlük 1440 dakikanızdan çalan rakiplerdi. Artık nihai hedefi belirlemek çok zor olmasa gerek: Bağlarından ve bağlılıklarından koparılmış, yeniden tanımlanarak bireyselliğin dehlizlerine atılmış insanlar. Batı dünyası bunu uzunca bir süredir yaşıyor ve bireyselleşmenin ne kadar merkezi bir yerde durduğuna şahit oluyoruz. Ancak Batı dünyası özelinde bireyselleşme ile ilgili vurgulanması gereken ayrı bir kavram daha var. O da aydınlanma dönemi diye tabir edilen dönem ile birlikte “birey”in inşasının merkezi bir konumda olduğudur. Devletin ve toplulukların karşısında bir benlik bilincine varmış birey. Kendi inşa ettiği özgürlük alanına dokunulduğunda bunu tehdit olarak kabul eden birey. Elbette bu birey tanımı batı dünyasının değerleri içerisinde anlamlı bir tanım olarak işlev görüyor. Batı dışı modernleşme çabasındaki toplumlarda ise durum biraz daha farklı. Toplumun sosyolojisi, siyasal yapılar, öykünmenin beraberine getirdiği zihinsel yenilgi bireyselleşmenin hızını alamazken birey inşasında da yetersiz kaldı. Trajedimiz biraz da burada yatar: Birey olamayan ama ziyadesiyle bireyselleşen insanlardan oluşan bir kitle. Burada bir ülkü birliğinden, ortak değerler birliğinden bahsedemeyiz artık. Bu etkilerden korunmak isteyen küçük kapalı yapılar da tanım itibariyle bireylerden oluşmuyordur artık. Burada haklı olarak şu soru sorulabilir: Biz de batıdaki anlamı ile mi bireyler olmalıyız? Kendimize özgü birey tanımı geliştiremez miyiz? Veya bunun yaşanmış bir gerçekliği var mıdır? Bunun için sonuçları itibariyle farklı fikirler üretmiş ve zenginlik dönemi olarak adlandırabileceğimiz dönemler aramamız gerekir. Efendimiz (s.a.v) zamanında farklı geçmişlerden gelmiş kişileri bu özelliklerini koruyarak tabiri caizse nev-i şahsına münhasır sahabeler olarak okuyoruz. Her birine farklı reçetelerin önerildiğini biliyoruz. Onlar ve sonrasındaki takipçilerinin farklı coğrafyalara gayet yüksek özgüven ile giderek değişik kültürler ile karşılaşmaktan çekinmediklerini, bunlar ile yüzleşerek düşünce sistemlerini genişlettiklerini biliyoruz. Bunu yaparken toplumsal birliğin kaybolduğu zamanlar olsa da esas itibariyle kendilerini ülküsü olan bir toplumun üyesi olarak gören bireyler olduklarını rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Kültürün ve değerler dünyasının devamlılığını sağlayanın da bu bilinç olduğunu söyleyebiliriz.
Dış etkenlerin insanın hayatının kılcal damarlarına kadar girdiği başka bir dönem daha olmamıştır. Mevcut teknolojik gelişmeler ışığında bunun artarak devam edeceğini öngörmek kehanet olmasa gerek. Kendimizi bir hedef doğrultusunda meşgul etmediğimiz müddetçe sürekli dış etkenler tarafından işgal edilmeye devam edeceğiz. Bu da ancak bireyselleşme kıskacında kendi iradesini zaman çalıcılara bile isteye teslim etmekle olacak. Önemli olanın ayırdına varamadığımız; hedeflerimize ve sevdiklerimize istediğimiz zaman vakit ayıramadığımız; iyiye, güzele ve doğruya yönelme gayretimiz olmadığı müddetçe rüzgardaki yapraklar misali zamanı sürekli didiklenen bireyselleşmiş insanlar olmaya devam edeceğiz. Kendimize ve topluma dair faydalı işler yapan bireyler olmak ise iradesine hakim, değerlerine dair tüm meydan okumalara donanımıyla göğüs gerecek insanlar olmamızdan geçiyor.