Fikri ÜNSAL
Günümüz insanı için ağır birer marazi yük haline gelen iki konuyu ele alacağız bu yazıda: Maddiyat ve ekran. Marazi dememizin sebebi “bu unsurların çığırından çıkmasıyla hayat akışını fıtratın çizgisi dışına çıkarmaları nedeniyle” yeni hastalıklı durumların ortaya çıkmasıdır.
1. MADDİ ÇABALAR
James Wallman İstif Çağı adlı kitabında maddiyat düşkünlüğünün insanı mutlu etmediğinden hareketle fazla eşyalardan kurtulma hareketi olarak “minimalizm”, hayatın hızlı akışına dur diyen “ortalama rahatlık” taraftarları ve “deneyimcilerin yaşanmışlıklarını” ele alarak bizleri eşya / madde yöneliminden deneyim tarafına yönlendiriyor.
a. Maddeciliğin Getirdiği Depresyon
Richard Easterlin, daha fazlasına sahip olmanın insanları mutlu edip etmediğini öğrenmek istiyordu. Sorusuna cevap bulmak için ABD ve İngiltere gibi gelişmiş ülkelerle birlikte Hindistan ve Brezilya gibi az gelişmiş ülkeler dâhil olmak üzere on dokuz ülkenin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ekonomik büyüme ve mutluluk verilerini karşılaştırdı.
Sonuçlar şaşırtıcıydı. İnsanlar temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadarına sahip olduğu sürece, mutluluğun milli gelir artışına göre çok değişmediğini buldu. (Hatta ABD’de 1960’dan beri düşüşte idi) Neden?
İngiliz filozof Jeremy Bentham’ın en sevdiği şey, her sabah hafif acı, baharatlı, zencefilli, fındıklı bisküvisini kıtırdatarak bir fincan sert kahvesini yudumlamaktı. Fakat Bentham bir gün ilk fincan kahve çok hoşuna gitmesine rağmen ikincisinin çok daha az keyif verdiğini fark etti. Ekonomistlerin azalan marijinal fayda dediği bu durumu sosyologlar hedonik kontrast etkisi olarak adlandırır. Bence bu basit gözlemiyle Bentham eşyada boğulma sorununu ve materyalizmin ikilemini özetlemiştir: Bir şeyin birazı iyidir ama siz iyi bir şeyin aşırısına kaçabilirsiniz.[1]
Günümüzün maddeci kültüründe çoğu kimse maddi şeylerin duygusal sorunları çözebileceğine inanıyor. Fakat Psikolog Oliver James’e göre bu sahte bir vaad. Diğer bir deyişle, alışveriş terapisi işe yaramıyor. Aksine örneğin sizi borca sokarak sorunlarınızın daha kötüye gitmesine neden oluyor.
Tüketim kültürü bir çeşit din oldu. Bir zamanlar anlamlı sorulara cevaplar arardık. Neden buradayım? Ölümden sonra ne oluyor? Hayatımı nasıl sürdürmeliyim? Şimdi çok daha basit sorular soruyoruz: Mavi mi kırmızı mı daha güzel? Bu, geçen hafta aldığım bluza uyar mı? Bunu alırsam kız arkadaşım hakkımda ne düşünür? Hakikaten kim olduğumuzu anlamak yerine vaad edilen o “madde”nin peşine düşüyoruz.
Sosyologların ‘hedonik adaptasyon’[2] dediği durumda elimizdeki ürünlerden çabuk sıkılıyoruz ve özgünlük arayışıyla bir sonraki ürüne geçip süreci tekrar başlatıyoruz.
Maddiyat statümüzü göstererek bize yararlı olduğunda bile çözüm getirdiği sorunlardan fazlasını getiriyor.[3]
Ortaya çıkan sonuç: Maddiyat odaklı statü kaygısından mustarip milyonlarca insan.[4]
Oliver James’in “Aşırı Zenginlik Hastalığı” isimli kitabında belirttiği gibi bir toplum ABD ‘ye ne kadar benzerse, yani ne kadar maddeci olursa, duygusal rahatsızlık oranı o kadar yükseliyor.
Elbette eşyada boğulmadaki temel sorunun bir çözümü var: Daha az satın alın, daha az saklayın ve daha azına sahip olun. Keşke dünya bu kadar basit olsaydı.[5]
b. Minimalizm
Maddiyatçılığa karşı gelişen tepkilerden birisi de minimalizmdir. Maddeci arkadaşlarınızın çok ve iyi şeylere sahip olmakla ne kadar böbürlendiğini bilirsiniz. Minimalistler de aynısını yapar fakat onlar çok az şeye sahip olmalarıyla övünürler. Gösterişçi tüketimi bırakıp gösterişçi bir tüketim karşıtlığına geçmişler gibi. Bu tutum Colin Wright’ın daha önce bana itiraf ettiği gibi bir Budistin tapınağa koşup bütün gücüyle ‘tüm zamanların en alçak gönüllüsüyüm!’ diye bağırmasına benziyor.[6]
Çoğumuzun daha aza sahip olduğumuz daha sade bir yaşam isterken daha fazla eşya ile daha karmaşık hayatlar sürmemizin sebebini, bilinç kaptanlarının kurguladığı sisteme daha yakından bakınca görebiliriz: Bu sistem her şeyden önce bize JBrant marka kot pantolon, HD televizyon, Mini Cooper ve iPad gibi giymesi, izlemesi, sürmesi ve oynaması keyifli birçok şey sağlamıştır. Ancak sistem bir yandan bu heyecanı sağlarken bir yandan da kasıtlı olarak kendimizi zamanın gerisinde ve eksik hissettirerek o heyacanı baltalıyor. JBrant’ın yeni dar kesim pantolonları, 3D televizyonlar, üstü açık mini Cooper ve yeni nesil iPad gibi sonsuz bir yeni ve geliştirilmiş şeyler döngüsü yaratarak bunu yapıyor.[7]
c. Ortalama Rahatlık
Ancak ne kadar çabalarsanız çabalayın ne kadar biriktirirseniz biriktirin asla gerçekten de başarmış gibi hissedemezsiniz.
Bunun bir sonucu da insanların daha fazla şey alabilmek için hayatın çok büyük bir kısmını feda etmesidir. Başka bir sonucu ise daha çok başarı elde etme fırsatını geri çevirenlere karşı çıkılmasıdır. ‘Hayatta büyük kararlar almaya kalktığınızda şöyle demenize isin verilmiyor: Evet, onu yapabilirim ama daha çok çalışmak istemiyorum. O noktaya ulaşmak için daha fazla vakit harcamak istemiyorum. Diyelim uzanıp kitap okumayı tercih ediyorum Bunu yapmak sosyal açıdan kabul edilebilir değil.
Günümüzün siteminde maddi başarıya ne olursa olsun her zaman evet demeniz gerekiyor. Fakat “ortalama rahatlık” değerlerinin egemen olduğu bir sistemde başka bir seçim yapabilirsiniz. Ortalama rahatlık dünyasında başardıklarınızı başka bir şekilde ölçebilirsiniz. Aşırı yoğun maddecilik yolundan ayrılıp daha yavaş, daha telaşsız bir rota seçebilir ve inşaların ne dediğini dert ermeyebilirsiniz. Bir terfiye teşekkürler ama kalsın diyebilirsiniz ve böyle yaptığınız için kimse sizi küçük görmez.[8]
d. Deneyimciler
Richard Easterlin 1974’te, yüksek kazancın belli bir noktadan sonra daha fazla mutluluk getirmediğini iddia ettiği zaman bunu açıkça ortaya koydu. Sonraki yıllarda araştırmacılar başka bir gerçeğin daha farkına vardı: Daha maddiyatçı insanlar daha az mutlu olma eğilimindeydi.[9]
Daha sonra 2003’te Tom Gilovich & Leaf Van Boven adlı iki psikolog çığır açan bir araştırmada birlikte çalıştı: “Yapmak Ya Da Sahip Olmak? İşte Bütün Mesel Bu.” (To Do Or To Have? That Is The Question) başlıklı makalelerinde Gilovich ve Van Boven araştırmaya basit bir soruyla başladı: “Deneyimeler insanları maddiyattan daha mutlu mu eder?”
Glovich ve Van Boven cevabın kişinin niyetinde olduğuna karar verdi. Eğer bir şeyi deneyim elde etmek amacıyla yani etkinlik veya etkinliğin sunacakları için sahip olduysanız o şey deneyimsel bir mülkiyettir. Ancak eğer birinci niyetiniz fiziksel somut bir nesneye sahip olmaksa bu maddi bir alışveriştir.
Eğer mutlu olmak istiyorsanız paranızı, zamanınızı ve enerjinizi maddi şeylere sahip olmak yerine deneyimler yaşamaya harcamalısınız. Deneyimlerin mutlu olmanıza yardım etme ihtimali daha yüksektir.[10]
Psikologlar neden deneyimlerin bizi maddiyattan daha mutlu ettiğini açıklamak için beş ana etmen bulmuş oldu: Deneyimler, “olumlu yeniden yorumlamaya” daha yatkındır, deneyimin hedonik adaptasyonla körelme ihtimali daha düşüktür, deneyimleri karşılaştırmak daha zordur, deneyimlerin kimliğimize katkıda bulunduğunu düşünmeye eğilimliyizdir ve deneyimler bizi başkalarıyla yakınlaştırır.[11]
“Minimalizm” fazla olumsuz ve fazla indirgemecidir. “Sade yaşam” ise bizi geriye götürme eğilimindedir. “Ortalama rahatlık” cazip değildir. Ben “eşyada boğulma” sorununu çözecek değerler sisteminin “deneyimcilik” olduğuna inanıyorum.
Deneyimcilik hepimiz için işe yarayacaktır. Daha azına sahip olarak ve yapmaya daha fazla odaklanarak daha mutlu, sağlıklı, zengin olacağız ve bu her açıdan daha az dağınıklık, daha az pişmanlık, daha az kaygı, daha çok anlam, daha çok akış, daha çok içsel keyif, daha iyi sohbetler, daha çok bağ, daha sağlıklı bir statü anlayışı ve daha güçlü bir aidiyet duygusu anlamına gelecektir.[12]
Ama dikkat edin. Eğer dünyaya ne yaptığınızı anlatmak için çok zaman harcıyorsanız, deneyimciliğin iyi yanlarından birini, özellikle de sunduğu mutluluk artışını kaçırabilirsiniz. Neden mi?
Cliff Hodges (Kitapta anlatılan deneyimcilerden biri) size Montana’da iki azgın Kanada geyiği tarafından neredeyse yere yapıştırıldığı günü anlatmakta mutluluk duyardı fakat ne o gece ne de başka bir gece yaşadıklarını başkalarına anlatmak amacıyla dışarı çıkmıştı. Aslında fotoğraf bile çekmiyor. “Fotoğraf çekmekten nefret ederim” diyor: “Makineyi elinize alarak kendinizi o anın dışına çıkardığınızı düşünüyorum. Artık orada değilsiniz, o deneyimi tam olarak yaşayamıyorsunuz. Bir başkası için kaydediyorsunuz. Bir başkası için kaydediyorsunuz.”[13]
Paylaşım yapmayı ya da fotoğraf çekmeyi bırakmanız gerektiğini söylemiyorum. Ancak en azından ikincil hedefiniz olmalıdır. Yaptığınız her şeyi, her şeyden önce kendiniz ve sadece deneyimin keyfi için yapmanız hayati önem taşır. Dolayısıyla tıpkı etkin deneyimciler gibi, fotoğraf makinesini – telefonunuzu kenara koyun ve yaptığınız her neyse kimse seyretmiyormuş gibi yapın.[14]
e. Maddi Uğraşlarımız Bizi Ulvi Hedeflere Ulaştırabilir Mi?
James Wallman İstif Çağı’nda maddiyatçılığın getirdiği mutsuzluk sorunu için minimalizmi tefrit olarak değerlendiriyor ve çözüm olarak maddi şeylere sahip olsak dahi birincil niyet olarak etkinliği merkeze alıp deneyimciliği tercih etmemizi öneriyor.
İmamı-ı Gazali İhya-u Ulumi’d-din kitabının “Dünya Sevgisi” babında neyin dünyadan neyin dünyadan olmadığını tartışırken namaz- oruç gibi özünde ahirete müteallik şeyler olduğunu, yasaklar- haramlar gibi mutlak dünyalıkların olduğunu, bunlar dışında kalan tüm mübahların ise kişinin niyetine göre dünyalık / ahiretlik olacağını belirtmiştir:
Dikkat et! Maksada göre bu nasıl değişiyor? O halde dünya, nefsinin acil ve gelip-geçen lezzetidir. Böylece anlaşıldı ki, Allah için olan şeyler dünyadan değildir. Yaşam için gerekli olan mesken ve elbise -eğer Allah rızası için istenirse- Allah içindirler. Şeklen ve maddeten nefsin lezzeti için olur. Fakat mânâ bakımından Allah için olması mümkündür. Bu da yemek, evlenmek, kişinin ve neslinin bekası ile ilgili şeylerdir. Bunlardan çokça edinirse lezzet kısmına dâhildir ve Allah için değildir.[15]
İstif Çağı’ndaki eşyaya sahip olma kastı olmadan deneyim niyetiyle eşya edinmenin mutluluk getireceği yorumu ile İmam Gazali’nin dünya lezzetlerinin zevk için olursa dünyalık, Allah rızası için olursa Allah için olacağını belirtmesi; nihai noktada bizlere salt maddi saiklere dayalı tüketimin insana fayda vermediğini, aksine daha soyut -velev ki bu deneyim bile olsa- veya ulvi amaçlara hasredilmiş maddiyatın insana huzur vereceğini düşündürtmektedir. Ancak burada şöyle bir farkın da altını çizmemiz gerekir: İstif Çağı’nda maddiyattan deneyime geçişle bir mutluluk arayışı varken İmam Gazali bu uğraşları da velev ki içinde eşya olmasa bile hevadan sayar ve asıl ebediliğin yaptığımız işlerin ve kullandığımız eşyaların tümüyle Allah için kullanılmasıyla ahiretlik olacağı şeklinde sağlanacağını belirterek daha büyük bir hedef göstermiştir.
2. EKRAN
a. Televizyon
Neil Postman “Televizyon: Öldüren Eğlence” adlı kitabında araçların “mesaj” üzerinde mutlak etkisi olduğu tezinden hareketle sözden yazıya geçiş, yazıdan matbaaya geçiş, matbaadan telgrafa geçiş ve nihayet televizyon ile devam eden “bilginin farklı araçlar üzerinden iletilmesinde hareketle değişimi üzerine yorumlarını” televizyonu merkeze alarak ifade eder.
Bir kültüre alfabeyi sokarsanız o kültürün bilme alışkanlıklarını, toplumsal ilişkilerini, topluluk, tarih ve dinle ilgili nosyonlarını değiştirirsiniz. Bir kültüre taşınabilir türde matbaayı sokarsanız yine aynı sonucu elde edersiniz. Görüntülerin ışık hızıyla iletilmesini sağlarsanız bir kültür devrimi yaparsınız. Tek bir oya gerek duymadan. Polemiksiz. Gerilla direnişiyle karşılaşmadan. Burada, berrak olmasa bile saf bir ideoloji yatar. Sırada sözsüz ve bu yüzden çok daha etkili bir ideoloji vardır.[16]
Huxley’e göre, insanlar süreç içinde üzerlerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünme yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklardır. Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’in korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyecek kimsenin kalmayacağı şeklindeydi. Orwell bizi enformasyonsuz bırakacak olanlardan, Huxley pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlardan korkuyordu. Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden Huxley hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Kısacası Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden korkuyordu. Bu kitap, Orwell’in değil, Huxley’in haklı olduğu düşüncesiyle yazılmıştır.[17]
Kamusal bilinç henüz “teknolojinin ideoloji olduğu saptamasını” özümseyebilmiş değildir.[18]
Marshall McLuhan “Araç mesajdır”[19] aforizması ile “mesajı hangi araçla iletiyorsak mesaj odur” demeye getirmektedir.
Örneğin bir saat, zamanı bağımsız, matematiksel bakımdan kesin bir devamlılıkla yeniden yaratır; yazı, zihni deneyimin üzerine kazındığı bir tablet olarak yeniden yaratır; telgraf haberi bir meta olarak yeniden yaratır. Örneğin on ikinci yüzyılda gözlüğün bulunmasının sadece görme kusurlarını gidermekle kalmayıp insanların doğanın lütuflarını ya da zamanın yarattığı tahribatları nihai olarak kabullenmeleri gerekmediği düşüncesini sunduğuna dikkat çekilmiştir. On ikinci yüzyılda gözlüğün bulunması ile yirminci yüzyılda gen bölünmesi araştırmaları arasında bir bağlantı bulunduğunu söylemenin büyük bir abartı olacağını sanmıyorum.[20]
Benim argümanım, önemli ölçüde yeni bir aracın (medium) söylem yapısını da değiştirdiğine dikkat çekmekle sınırlıdır.[21]
Telgraf tüm ülkeyi bir mahalle haline getirecek, mekân sorununu ortadan kaldıracak, bol miktarda ilgisiz enformasyon yaratarak ‘enformasyon-eylem oranı’ tablosunu[22] baştan aşağı değiştirecekti: Colaridge’in içecek bir damla olmadığı halde her yerin suyla kaplı olduğunu anlatan ünlü dizesi, bağlamından koparılmış enformasyon ortamını anlatan bir metafor işlevi görebilir: Bir enformasyon denizinde işe yarayan çok az enformasyon vardı.[23]
Televizyon üst araç – meta medium , Rolnad Barthles’ın yorumuyla “mit”[24]tir.[25]
“Ciddi televizyon” deyişinde bir terim çelişkisi olduğu, Televizyonun tek bir kalıcı sesle (eğlencenin sesiyle) konuştuğunu somut örneklerle görüyoruz.[26]
Daha açık bir dille ifade edersek, Televizyon yeni “epistemolojinin kumanda merkezidir”. En yüce eğitim sistemi bile televizyonun belirleyiciliğinden kurtulamaz. Televizyon iletişim ortamımızı başka hiçbir iletişim aracının gücünün yetmeyeceği tarzlarda bizim adımıza düzenler.[27]
Her geçen gün gösteri olan şeylerle olmayan şeyleri birbirinden ayırmak zorlaştıkça kültürümüzün söyleminin niteliği de değişmektedir. Rahiplerimiz, başkanlarımız, cerrahlarımız, avukatlarımız, eğitimcilerimiz ve televizyon habercilerimiz, kendi disiplin alanlarının gerekliliğini karşılamaktan ziyade iyi bir şovmenliğin gerektirdiği davranışlara kafa yormaktadırlar. ‘There’s no business but show business’ (İş yok gösteri var).[28]
Müziğin haberle ne ilgisi vardır? Niçin haber programına müzik konur? Haber programına müzik konmasının nedeni, tiyatro oyununa ve sinema filmine müzik konmasıyla aynıdır: Eğlenceye uygun bir ruh hali yaratıp bir leitmotif[29] sunmak. Programın çerçevesi müzikle çizildiği sürece, izleyici ciddi biçimde dehşete düşülecek bir şey olmadığını, aslında aktarılan haberlerin gerçeklikle ilgisinin bir oyundaki sahnelerden farksız olduğuna inanma konusunda rahat olur.[30]
Çıkaracağım ilk sonuç, televizyonda dinin, başka her şey gibi, oldukça basit biçimde ve hiçbir utanıp sıkılma belirtisi gösterilmeden, bir eğlence olarak sunulduğudur. Dini tarihsel, derinlikli ve kutsal bir insani etkinlik duruma sokan bütün özellikleri silinmiştir; ne bir ritüel, ne bir dogma, ne bir gelenek, ne bir teoloji ve her şey bir yana ne de bir ruhsal aşkınlık duygusu söz konusudur. Bu programlarda başlıca rol vaizindir. Tanrı ikinci muz olarak sunulmaktadır.[31]
Postman televizyon vaizlerini dinsel deneyimin düşmanı yapan etken olarak onların zayıflıklarını değil daha çok faaliyet gösterdikleri aracın (medium) zayıflıklarına bağlar ve bunu başka örneklerle açıklar: Çeviri şiiri kendisi olmayan bir şeye dönüştürür. Başka bir örnek seçersek: Yakınını kaybetmiş bir dosta bir başsağlığı kartı göndermeyi uygun bulabiliriz, ama gönderdiğimiz kartın onun yanında olduğumuz zaman, yıkılmış bir ruh haliyle ve fısıltıyla söyleyeceğimiz sözlerle aynı anlamı ilettiğine inanırsak da kendimizi kandırmış oluruz.[32]
Asıl dinlerde gördüğümüz manzara, eğlencenin değil, kutsallık yaratmanın hedeflenmesidir. İkisinin arasında çok önemli bir ayrım vardır. Kutsallık yaratma (enchantment), şeylere sihirli bir hale kazandırarak kutsallığa ulaşabilmemizin gerekli aracını sağlar. Eğlence ise kutsallıktan uzaklaşmamızın aracıdır. Televizyondaki Tanrı’nın bulanık ve tali bir karakter olduğunu söyleyebileceğimi düşünüyorum. O’nun adı her ne kadar tekrar tekrar anılıyorsa da vaizin görüntüsünün somutluğu ve değişmezliği, ibadet edilmesi gerekenin O, yani tanrı değil, vaizin kendisi olduğu şeklinde çok açık bir mesaj iletir. Burada anlatmak istediğim, vaizin bunu kendisinin tercih etmesi değil, yalnızca televizyonda yakın çekimle ve renkli olarak gösterilen bir yüzün etkisinin tapınmayı sulandırdığıdır. Televizyon her şeyden önce, altın bir inekten çok daha cazip bir oyma put[33] biçimidir.[34] Tehlikenin, dinin televizyon programlarının içeriğine girmesinde değil, televizyon programlarının dinin içeriğine girmesi olasılığında yattığı çok iyi anlaşılmış durumdadır.[35]
Postman politikada da televizyonun seyir, imaj ve putlaştırma etkilerinden bahseder: “Politika der Skeffington ‘Amerika’daki en yaygın seyir sporudur’”. 1966 yılında Ronald Reagan’da başka bir metaforu kullanmıştır: ‘Politika tıpkı gösteriye (show business) benzer.’[36]
Televizyondaki politikacı izleyicilere kendisiyle ilgili bir imaj sunmaktan daha çok, kendisini izleyicilerin bir imajı olarak sunmayı tercih eder. Televizyon reklamlarının politik söylem üzerindeki en güçlü etkilerinden birisinin yattığı nokta da burasıdır.[37]
Xenophanes’in yirmi beş yıl önce söylediği gibi, insanlar tanrılarını daima kendi hayallerindeki gibi yaratırlar. Ancak Televizyonun buna ekleyeceği yeni bir yöntemi vardır: Muhtemel tanrılar kendilerine, izleyicilerin onlardan olmasını istedikleri imaja göre yeniden şekil vereceklerdir.[38]
Postman televizyonu aynı negatif etkiyi eğitimde de oluşturduğunu şöyle ifade eder: “Susam Sokağı’nın çocuklara okul sevdirmesinin tek yolunun, okulların ‘Susam Sokağı’na benzemesi olduğunu biliyoruz. Demek ki şimdi, Susam Sokağı’nın geleneksel öğretim fikrinin temsil ettiği düşünceyi yerle bir ettiğini de biliyoruz. Bir öğrenci dersliği toplumsal bir etkileşim yeri olduğu halde, bir televizyon aygıtının önündeki mekân özel bir alandır. Derslikte öğretmene sorular sorulabildiği halde televizyon ekranında hiçbir şey sorulmaz. Okul dilin gelişmesini merkeze aldığı halde televizyon dikkatleri görüntüye çekmektedir. Okula gitmek yasal bir zorunluluk olduğu halde televizyon izlemek tercihe bağlıdır. Okulda öğretmeni takip etmemek cezalandırma riskini göze almayı gerektirdiği halde televizyon ekranını takip etmemenin hiçbir cezası yoktur. Okuldaki davranışlar genel terbiye kurallarına uymayı gerektirdiği halde televizyon izlemenin buna benzer yükümlülükleri ve genel terbiye anlayışı yoktur. Derslikte eğlence asla bir amacın aracı olmaktan öteye gidemediği halde televizyonda eğlence kendi başına bir amaçtır.[39]
Televizyonun eğitim felsefesine başlıca katkısının “öğretim ile eğlencenin birbirinden ayrılamayacağı fikri” olduğudur.[40]
Televizyondan gelen anlamlar büyük olasılıkla parçalı, somut ve daha az çıkarsanabilirken, okumakta gelen anlamlar ise daha büyük olasılıkla insanın önceden depo ettiği bilgilerine bağlıdır ve buna bağlı olarak daha fazla çıkarsanabilirdir. Başka bir deyişle pek çok saygın inceleme açısından televizyon izlemeyle öğrenmede kayda değer bir artış sağlanmaz ve televizyon izleme basılı yayınlara kıyasla yüksek düzeyde çıkarsamalı düşünceler üretmede daha verimsizdir.[41] Deyim yerindeyse, bağlamsız bir bağlamda (televizyon) çelişkiye rastlayamazsınız.[42] Televizyon kitapları yasaklamaz, sadece onların yerine geçer. Televizyonu idare edenler enformasyon elde etme olanağımızı kısıtlamaz, tam tersine genişletirler. Hiç aralıksız izlememizi cesaretlendirmek için elinden gelen her şeyi yapar. Oysa izlediğimiz şey enformasyonu basitleştirilmiş, tözsel[43] ve tarihsel içerikleri boşaltılmış bağlamından koparılmış biçimde sunan; yani enformasyonu eğlence paketine sokan bir araçtır (medium).[44]
Esas olarak öğretimin bir eğlence biçimi olduğunu ya da daha net bir ifadeyle öğrenmeye değer her şeyin bir eğlence biçimine bürünebileceğini ve bürünmesi gerektiğini öğrenmiş olacaklar, üstelik eğer İngilizce öğretmenleri onlardan sözcükleri rock müzik aracılığıyla öğrenmelerini isterse, tarih öğretmenleri onlara 1812 Savaşı hakkındaki bilgileri şarkıyla anlatırsa ya da fizik öğretmenleri onların karşısına tatlı bisküviler ve tişörtlerle çıkarsa bunlara kesinlikle itiraz etmeyeceklerdir.
Gerçekten böyle bir şeyi bekleyecekler ve sonuçta politikaları, dinleri, haberleri ve ticaretlerini aynı derecede sevinçle algılamaya iyi hazırlanmış olacaklardır.[45]
Hiçbir araç (medium) eğer o aracı kullananlar yol açtığı tehlikelerin ne olduğunu anlamışlarsa aşırı ölçüde tehlikeli değildir. Soru sormanın yeterli geldiği bir kertedir bu.
Sonuçta benim dikkat çekme istediğim nokta ancak enformasyonun yapısı ve etkileri hakkında gelişkin ve sağlam bir bilince ulaşarak, ancak medyayı gizeminden arındırarak, televizyon, bilgisayar veya başka bir araç (medium) üzerinde denetimi ele geçirme umudu bulunduğudur.[46]
Huxley insanların başına gelen belaların bu insanların düşünmek yerine gülmelerinden değil, neye güldüklerini ve düşünmeyi niçin bıraktıklarını bilmemelerinden kaynaklandığını anlatmaya çalışıyordu.[47]
Özetlemeye çalıştığımız bu görüşleriyle Postman her aracın mesajı bozduğunu, özellikle televizyonun özünde mevcut “eğlence” unsuru nedeniyle başta eğitim olmak üzere politika ve diğer alanlarda bozulmalara neden olduğunu, dinin dahi televizyonda bozulduğunu hatta vaizin putlaştırılması riskinin dahi ortaya çıktığını ifade etmektedir.
Sosyal medya uygulamaları ile günümüzde her bir cep telefonu adeta kişisel bir canlı yayın aracı, kişisel bir televizyon haline gelmiştir. İnsanların kendi görüntü ve videolarını sürekli paylaşmalarıyla birlikte “cep telefonu üzerinden kendilerini putlaştırma” riski ile karşı karşıya kalınmaktadır. Postman’ın dikkat çektiği televizyonda sürekli dönüp duran din adamının, politikacının veya aktörün putlaştırılmasına benzer şekilde bugün her bireyin cep telefonundaki kendi görüntüsüne, kendine tapınma riski söz konusudur. Diğer taraftan cep telefonu sürekli ve peş peşe “vine”[48] oynatılmasıyla televizyonun “öldüren eğlence” misyonunu zirveye taşımış hatta daha da çığırından çıkarmıştır, insanlar vine’ların peşinde uzun zamanlarını geçirmekte eğlenceden adeta ölmektedirler. Artık eğlence ve put herkesin kendi cebindedir!
[1] İstif Çağı, James Wallman, Sf.67, Doğan Novus Y., 1. Baskı
[2] İnsanların iyi ya da kötü, yaşamlarındaki her türlü değişikliğe uyum sağlama sürecine verilen ad.
[3] A.g.e Sf.68
[4] A.g.e Sf. 69
[5] A.g.e Sf. 70
[6] A.g.e Sf. 108
[7] A.g.e Sf. 132
[8] A.g.e Sf. 140
[9] A.g.e Sf. 151
[10] A.g.e Sf. 152-153
[11] A.g.e Sf. 157
[12] A.g.e Sf. 265
[13] Kitapta da ele alınan bir konu olarak günümüzde sosyal medya ile deneyimlerin paylaşılmasının öncelenmesi deneyimlerin bahsedilen faydasını azaltmaktadır.
[14] A.g.e Sf. 281-282
[15] İhya-u Ulumi’d-din – İmam-ı Gazali – Dünya Sevgisi
[16] Televizyon: Öldüren Eğlence – Gösteri Çağında Kamusal Söylem, Sf.193, Neil Postman, Ayrıntı Y., 8. Baskı
[17] A.g.e Sf.8
[18] A.g.e Sf.193
[19] A.g.e Sf.18
[20] A.g.e Sf.25
[21] A.g.e Sf.41. Postman “ABD’nin ilk on beş başkanını sokağa çıksalar büyük ihtimalle kimse tarafından tanınmayacak kişiler olduğunu, onların düşünceleri, yazdıklarıyla akla geldiğini; günümüzde önde gelen kişilerin ise bir fotoğraf veya büyük olasılıkla televizyondaki bir yüz görüntüsü ile akla geleceğinden hareketle onların söylemiş oldukları sözlerin hemen hiçbiri akla gelmeyecek dedikten sonra ‘Söz merkezli bir kültürdeki düşünme ile görüntü merkezli bir kültürdeki düşünme arasındaki farklılık burada yatar’ der.” (A.g.e Sf.81)
[22] A.g.e Sf.90
[23] A.g.e Sf.89
[24] Bilincimizin gözle görünmez olan derinliklerine gömülmüş bir düşünme biçimi.
[25] A.g.e Sf.102
[26] A.g.e Sf.103
[27] A.g.e Sf.101
[28] A.g.e Sf.124
[29] Leitmotiv: Edebiyata, müzik alanından geçen bir kavramdır. Müzik terimi olarak, bir müzik parçasının tekrarlanan nakaratıdır. Edebiyatta ise leitmotiv, özellikle roman sanatında sıkça kullanılan bir anlatım tekniği unsurudur. Romanın değişik bölümlerinde, çeşitli nedenlerle -vesilelerle- tekrarlanan ifade kalıbıdır.
[30] A.g.e Sf.130
[31] A.g.e Sf.145
[32] A.g.e Sf.146
[33] Bu noktada henüz geçken İncil üzerine yaptığım incelemelerde, iletişim araçlarının biçimlerinin belli türde içerikleri kolladığı, dolayısıyla bir kültüre hükmedebileceği fikrinin ilk ipuçlarını rastlamış olduğum On Emiri’i kast ediyorum. İkinci Emir’de İsraillilerin her hangi bir şeye ilişkin somut imgeler oluşturmaları yasaklanmaktaydı: ‘Oyma putlardan uzak duracak, yukarıdaki gökyüzünde, aşağıdaki yeryüzünde ya da toprağın altındaki suda gördüğün hiçbir şeyin benzerini yapmayacaksın.’ A.g.e Sf.18
[34] A.g.e Sf.152
[35] A.g.e Sf.154
[36] A.g.e Sf.155
[37] A.g.e Sf.165
[38] A.g.e Sf.167
[39] A.g.e Sf.177. Burada günümüzde Covid-19 salgını nedeniyle yapılan uzaktan eğitimlerin kalitesizliğinin nedenleri konusunda da ipuçları görülebilir
[40] A.g.e Sf.180
[41] A.g.e Sf.187
[42] A.g.e Sf.138
[43] Değişenlerin özünde değişmeden kaldığı varsayılan idealist kavram, cevher. TDK, Sözlük
[44] A.g.e Sf.173
[45] A.g.e Sf.189
[46] A.g.e Sf.197
[47] A.g.e Sf.199
[48] Vine, bir video barındırma uygulamasıdır. Uygulama kullanıcının maksimum 6 saniyelik kısa videolar çekebilmesini sağlamaktadır. Vine, kısa formatlı komedi ve müzik performanslarıdır.