* Aşağıda okuyacağınız yazı Bilgi ve Hikmet dergisinin 1993 Güz Sayı/I sayısından alıntılanmıştır. Yazının birinci kısmı yaşadığımız toprakların üzerindeki iradenin demokrasi ile ilişkisini sorguluyor. Biz yazının ikinci bölümü olan "İslam ve Demokrasi" başlıklı kısmını sizlere sunuyoruz.
"Müslümanca Düşünme Üzerine Denemelerde bulunan yazar Rasim Özdenören, bu yazısını özellikle günümüz gündemlerini de göz önüne alarak dikkatle okumanızı tavsiye ediyoruz.
Genel Mülahazalar
Pakistanlı merhum alim ve siyaset adamı Mevdudi İslam devleti ile ilgili görüşlerini belirtirken bir yerde şunları söylüyor. "Bu hayat anlayışı, İslam halifeliğini bir demokrasi haline getiriyor. Fakat bu demokrasi kökünde ve temelinde teokrasi, monarşi ve papalığın hükümet şekillerinden olduğu gibi, bugünkü Batı laik demokrasisinden de farklıdır. Çünkü modem Batı anlayışına göre, demokrasi halkın mutlak hakimiyete sahip olduğu farz olunan siyasi teşkilat felsefesidir. Oysa müslümanların demokrasi dediği şey, halkın tek hükümran olan Allah’ın vekiline veya halifelik hakkına saygı duyulan bir sistemdir. Batı laik demokrasilerinde, hükümet halkın oylarını kullanarak belirttiği iradesine göre kurulur veya değiştirilir. Bizim demokrasimizde de aynı şey yapılır, fakat arada şu fark var ki, Batı sisteminde demokratik bir devlet mutlak otorite hakkını benimsediği halde, bizim demokrasimizde, hilafet, ilahi Kanunun tayin ettiği sınırla bağlıdır. (Ebu’l A'la el-Mevdudi, İslam’da Devlet Nizamı, çev:R. Özdenören, Hilal Y., İst., 1967, s.26)
Şimdi bu metni İslam demokrasisi diye bir şey olmadığı şeklinde yorumlamamız mümkündür. Çünkü "İslam demokrasi"sinin, Batı demokrasilerinden farklı olduğunun açıklanması zımnında ifade edilen hususlar, aslında nevi şahsına münhasır bir Islami yönetimin varlığına işaret etmiş oluyor. Nitekim aynı kitabın ileriki sayfalarında şu ifadelere rastlıyoruz:
"...Bunlar, İslam Devleti dediğimiz ideal idare biçiminin ilk bakışta göze çarpan özellikleridir. Siz bunu istediğiniz herhangi bir modem terimle vasıflandırabilirsiniz. Ona laik veya demokratik veya teokratik idare diyebilirsiniz. Biz ona özel bir isim vermeye çalışmıyoruz. Bizim üzerinde ısrarla durduğumuz şey muhtevadır."(s.64)
Olaya sadece biçimsel yönden veya sadece muhteva yönünden bakmanın kısırlığı bu satırlarda belirginleşmektedir. Çünkü demokrasi sadece biçimsel bir olay değildir. Sadece seçim yönteminin belirlenmesiyle veya yöneticilerin seçim yoluyla başa getirilmesiyle demokratik bir yönetime ulaşılmış olmuyor. Muhtevanın aynı zamanda biçimi (şekli) belirlediğini gösteren bir olayla karşı karşıyayız.
İslâmî yönetimde, yöneticilerin sadece seçim yoluyla belirlenmediği, fakat seçim yoluyla da belirlenebileceği vakıasını bir an için görmezlikten gelerek ve yöneticileri belirlemenin tek yolunun seçim olduğunu kabul ve farz ederek konuya yaklaşsak bile, demokrasinin önemli bir veçhesinin de "halk hakimiyeti" olduğunu hatırlarsak, İslam'da mutlak hakimiyetin halktan değil, fakat İlahi hükümlerden kaynaklandığı hususu, onun demokrasiye olan nispetini belirlemekte aydınlık sağlayacaktır.
Demokrasinin sadece bir yönetim biçimi değil, fakat aynı zamanda bir düşünme biçimi olduğunu hatırda tutmamız gerekiyor. Demokrasi, bu yönüyle bir zihniyetin, kafa yapısının dışlaşması anlamını da taşıyor. Ve esasen bu anlamıyla (yani kanun yapıcının beşer olduğunun kabulüyle) demokrasi Batı dünyasının siyasal ve sosyal hayatında bir yer kazanıyor ve kazandığı yen tutmayı başarabiliyor.
Burada, İslami kurumların ve tabi burada sözü edilen yönetim biçiminin Batı terimleriyle ifade edilmesinin sakametiyle bir kez daha karşılaşıyoruz. Merhum Mevdudi, tanımladığı yönetim biçimine laik veya demokratik veya teokratik idare diyebileceğimizi ifade ediyor. Ne var ki, İslami idarenin bu terimlerden herhangi biri ile ifade edilmesi, zihinleri berraklaştırmak şöyle dursun, onu karıştırmaya hizmet edecektir.
Müslüman Demokrat Olabilir mi?
Demokrasinin sadece bir şekil meselesinden ibaret olmadığını kabul etmek cetaris paribus bir topluma tepeden inme kanunlar koyarak onu demokratik bir düzene ulaştıramayacağımızı kabul etmekle eş anlamlı olur. Bu kanunlar isterse demokratik düzenlemeler hususunda olgunluğunu kabul ettirmiş ülkelerin kanunlarından esinlenerek yapılmış, hatta oralardan iktibas edilmiş olsun!
Demokrasinin şekil meselesinden ibaret olmadığını söylerken, demokrasinin harcıâlem tanımına dayanarak halkın, halk için, halk tarafından yönetilmesini sağlamak üzere yürürlüğe koyacağımız bir seçim kanunu ile veya anayasa veya başka kanunlarda tespit edilebilecek antidemokratik hükümlerin kaldırılarak onların yerine demokratik diye telakki edilebilecek hükümleri getirmek suretiyle demokratik bir düzeni ve demokratik bir ortamı sağlayacağımıza inanmayı reddetmemiz gerekiyor. Çünkü demokrasinin şekilden ibaret olmadığını söylerken onun bir zihniyet meselesi olduğunu da kabul ettiğimizi söylemiş oluyoruz.
işte buradaki ‘zihniyet’ kavramı üzerinde duyarlılık gösterilmesi icap ediyor. Türkiye'nin son 150 yılık batılılaşma çabaları aynı zamanda onun demokratikleşme (ve fakat onu başaramama) çabaları olarak da ele alınabilir. Şayet söz konusu başarısızlığı izah etmede güçlük çekiliyorsa olayın zihniyetle ilgili veçhesine müracaat edilmelidir. Başarısızlığın temel sebebini geçmişinde İslam'ı yaşamış olan bu ülke insanlarının "secular" ve "profane" bir zihniyete yabancı kalmalarında sürdürmüş olmalarında bulabiliriz.
Demokrasi, egemenliğin kaynağını halkta (insanda) arayan özelliğiyle "profane" (kutsallığından boşandırılmış) bir zihniyete sahip kılınmayı istiyor. Oysa Müslümanlar, Müslüman olmanın getirdiği tabiî hasıla olarak egemenliğin kaynağını vahye (İlahî kanuna) dayandırırlar. Bu iki farklı zihniyet örtüşmez. Yani bir Müslüman, kendi tanımı icabı, aynı zamanda demokrat olamaz.
Bu öngörü, Müslümanın fikir ve vicdan hürriyetine yabancı olduğu. İnsan hakları ve adalet kavramlarını tanımadığı biçimindeki yorumlardan kaçınılarak anlaşılmalıdır. Üzerinde durulacak husus, egemenlik hakkının kaynağının insanda (halk veya millet olarak insanda) mı, yoksa vahiyde mi aranması gerektiği sorusunda yoğunlaşıyor. Demokrasi, bu sorunun cevabını egemenliğin kaynağının insan olduğunu söyleyerek veriyor.
Şimdi bu hususta berraklaşmak gerekiyor "Secular" ve "profane" bir zihniyetle koymayı uygun gördüğüm her kanun, kendi kutsal muhteviyatından boşandırılmış ve boşandırılmış olarak konulmuş olacaktır. İşte Müslümanlar nezdinde demokrasi meselesinin kritik noktası burada ortaya çıkıyor. Şöyle ki, bu zihniyetle ben dinî hükümleri de uygulanmak üzere yürürlüğe koysam, bu hükümler artık onun vahyi değerinden boşandırılmış sayılacaktır. Çünkü onu yürürlüğe koymayı uygun gören benim, benim irademdir. Ben o hükmü yürürlüğe koymayı uygun gördüğüm gibi, yürürlükten kaldırmayı da uygun görme hakkını ve yetkisini elimde tutmakta olduğumu ifade ediyorum demektir. Burada, egemenliğin kaynağının insan (halk veya millet iradesi) olduğu hususu öne çıkıyor.
Batıda kilisenin kanunları yürürlükte olmasına rağmen aynı zamanda demokrasinin var olmasının, fakat İslam dünyasında İslam hükümleriyle demokrasinin bir arada bulunmamasının sebebi, ancak egemenliğin kaynağı meselesine açıklık sağlanarak ortaya konulabilecektir. Batıda yürürlükteki kanunlar Hıristiyanlığın kanunları olmakla beraber, bu kanunları yürürlüğe koyan egemenlik, insanın iradesinde vücut bulmaktadır.
Olay, bazılarının zannettiği gibi demokratik bir ortamdan Müslümanların yararlanmasının uygun olup olmadığı veya ondan nasıl yararlanabilecekleri meselesi değildir; yani Müslümanlar nezdinde cevabı aranan soru bu değildir. Cevabı aranan soru, demokratik platformda Müslümanca iradenin tecelli edip etmeyeceği sorusudur. Bu sorunun pratik ifadesi ise, demokratik mücadele sonunda İslam’a ulaşılıp ulaşılamayacağı keyfiyetinin irdelenmesi noktasına müncer oluyor.
Anlaşılması gereken hususlar şunlar oluyor I. Egemenliğin kaynağını insanda (millette) arayan zihniyetin vaz’ edeceği kanun İlahî kanun bile olsa, bu, onu tercih eden iradeye öyle tecelli ettiği için böyle olacaktır; yani artık onun İlahî olma vasfının ehemmiyeti yoktur, çünkü onu tercih eden irade bu tercihinden vaz geçmeme hakkını ve yetkisini kendi elinde tutmaktadır. 2. Demokratik bir ortamda Müslümanlar neyin mücadelesini yapmak üzere ortaya çıkacaklardır iktidar mücâdelesi mi? Demokrasilerde temel kabul milletin egemenliği olduğuna göre, bu kabul üzerinde yapılacak dinî tercihler de son tahlilde "profane" bir mahiyet ihraz edecek demektir. Bir başka deyişle, demokratik mücadele vermek üzere yola çıkmış olanlar, dinin hükümlerinden vaz geçmeyi göze alabilmiş, daha başta bu niyetle yola koyulmuş tuhaf Müslümanlar olarak zuhur edeceklerdir.
Buna rağmen, bazılarımızca halâ, İslami bir sonucun elde edilebilmesi için "demokrasi" gibi bir "araç"tan Müslümanların yararlanmaktan kendilerini niçin mahrum kılmaları gerektiği hususu merak konusu olmaya devam edebilecektir. Burada, İslam'ın araçlar konusunda, amaca gösterdiği ölçüde titizlik talep ettiğini hatırlamalıyız. İslam’a göre, araçlarımız da amaçlarımız kadar ve onlar gibi meşru ve mukaddes ve temiz olmalıdır (olmak zorundadır).
Gene de Müslümanların kendilerini demokrasi gibi bir araçtan niçin mahrum kılmaları gerektiği hakkındaki sorunun içinde zımnen mevcut bulunan şu iki sorunun da cevabını araştırmamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü sorular doğru vaz' edilmezse, onların doğru cevabına ulaşmakta düşünülmemelidir.
Şimdi, Müslümanlar kendilerini demokrasiden niçin mahrum bırakıyor sorusunu merak edenlerce acaba: I. İslam'ın gelmesine demokrasi nasıl yardımcı olur; yani İslam'ın gelmesine demokrasi yardımcı olabilecekken bu yardımdan niçin içtinap ediliyor, sorusu mu sorulmak isteniyor, yoksa 2. İslam nezdinde demokrasi nasıl meşru kılınır, sorusuna mı önem atfediliyor?
Soru birinci şıkta ortaya konulduğu gibi anlaşılırsa, burada gene egemenliğin kaynağı meselesi ve araçların İslam nezdindeki meşruiyeti meselesi karşımıza çıkacaktır. Bu husustaki mülahazaları tekrarlamıyorum.
Eğer soruyu ikinci şıkta olduğu gibi ortaya koyuyorsak, yani İslam nezdinde demokrasiye meşruiyet arıyorsak, bu konu, son 150 yıldır Müslümanlara musallat olmuş ve Batı medeniyeti karşısında yaşadıkları aşağılık duygusunun (özür dileyici tavrın) bir dışa vurumu olarak görünmektedir. Son yüz elli yıl boyunca Müslüman düşünürler, Batı medeniyetinde mevcut bulunan siyasi, idari, içtimai, iktisadi vb. kurumların İslam’da da mevcut ulunduğunu ispat sadedinde abes bir çabanın içinde yaşıyorlar. Batı medeniyetine ait kurumların, bazı Müslüman düşünürler tarafından İslam dinince tecviz edildiğinin düşünülmesi, hatta benzeri kurumların İslamiyet’te de mevcut bulunduğu yolunda yakıştırmalara tevessül edilmesi, her defasında, dinin hayata geçirilmesi hususunun bizzat bu kurumlar tarafından ertelendiğine ve engellendiğine dair iddiamıza yol açan bir müşahededir. Mesela faizin helal, fakat ribanın haram olduğu yolundaki kelime oyunu bu cümleden olarak geçen yüzyılın buluşları arasında anılabilir.
Bir başka önemli husus da şudur Islami idarenin Müslümanca bir iradenin tezahürü olarak ortaya çıkması iktiza etmektedir. Şayet ortada Müslümanca bir irade yoksa, yani ortaya çıkan eylem Müslümanca bir iradeyi (düşünceyi ve niyeti) yansıtmıyorsa, böylece kurulacak idarede şeriat da uygulansa, Islami bir iradenin bulunduğunu ilen sürmemiz imkan dahilinde olmayacaktır. Burada, öngörülen hukukun Müslümanca ir iradenin mi, yoksa demokratik bir iradenin mi mahsulü olduğu sorusu önem kazanıyor.
Egemenliğin kaynağını ilahi iradede (vahiyde) aramayan, fakat egemenliğin kaynağını insan iradesine atfen izah eden bir zihniyetin idare rejimine, Kur'an'da "tağut" nitelemesiyle yaklaşıldığını ayrıca bilmeliyiz. Eğer ben demokratik bir iradenin dışlaşması olarak İslam şeriatını uygulamayı "uygun gördüğüm" için yürürlüğe koyuyorsam, bu aynı zamanda, benim onu uygun görmeyi terk ettiğim anda bu uygulamayı yürürlükten kaldırma hakkını da elimde bulundurduğum anlamını taşıyacaktır. Böylece doğru hükümler batıl niyetlerle uygulamaya konulmuş olacaktır. Veya İslam'ın hükümlerinin tağut marifetiyle yürürlüğe konulduğu söylenecektir; bu suretle onların ilahi muhteviyatından boşandırılmış olduğu ileri sürülebilecektir.
Maksat Üzüm Yemek mi, Bekçi Dövmek mi?
Böylece olayın İslam şeriatını her nasıl olursa olsun uygulamaya koymaktan farklı ve fazla bir şey olduğu anlaşılmaktadır sanıyorum. Burada ayırt edici nitelik İslam şeriatının uygulanmakta olup olmadığı değil, fakat Müslümanca iradenin bu uygulamada tecelli edip etmediği hususudur. Ama hemen akla gelebilecek ve denebilecek ki, maksat üzüm yemek mi, yoksa bekçiyi dövmek mi? Olaya böyle bir soruyla yaklaşıldığında kendimizi "opportunist" (fırsatçı, idare-i maslahatçı) bir tavra açık tutmaya da hazırlıklı olmalıyız. Üzerinde tartıştığımız zemin bizi, bu anlam- S da bir fırsattan yararlanmaktan men ediyor. Çünkü maksadımızın mücerret üzüm yemekten ibaret olmadığının bilincinde olmak zorundayız. Maksat sadece üzüm yemekten ibaret olsaydı, bir şekilde (bekçiyi kandırarak, çalarak veya onu döverek) üzüme ulaşılabilirdi veya üzüme ulaşma imkanlarını maksada göre oluşturabilmenin fareleri araştırılırdı. Oysa maksat helalinden yenilen üzümler üzerinde aynı zamanda tasarrufta bulunabilme hakkını ve yetkisini elinde bulundurabilme neticesini sağlamaya matuftur. Müslümanın, burada, şöyle düşündüğünü tasavvur ediyoruz: Bekçiyi kandırmadan, çalmaya tevessül etmeden veya onu dövmeden bile olsa, kaynağı şüpheli olan o üzümü yemek reddedilmelidir. Çünkü o üzümü yeme müsaadesini lütfeden güç, onu yemekten men etme hakkını ve yetkisini de kendi elinde tutmaktadır. Bekçinin tasarrufu altında bulunan üzüme onun müsaadesiyle ulaşmayı kabul etmem demek, kendimi bekçinin tasarrufuna teslim etmem anlamına gelecektir, bekçi ye dediği zaman yiyeceğim ve müsaade ettiği kadar yiyeceğim.
ABD'de olsun, Avrupa ülkelerinde olsun alelumum Müslümanlara veya Müslüman öğrencilere Türkiye'de olduğundan daha fazla fırsatlar ve serbestlik tanınmaktadır. Mesela ABD'de, Müslüman öğrencilerin giyim konusunda dinlerinin getirmiş olduğu bazı zorunluluklar varsa, okullar bu konudaki talepleri cevaplandırmak zorundadır. Bazı dini tatiller için izin isteniyorsa okullar bunu da kabul etmek zorundadır. Ve ana-babalar çocuklarının bazı faaliyetlere ve tartışmalara katılmalarını istemiyorsa, sınırlı olmak kaydıyla, bu talep de kabul görmektedir. Müslüman öğrenciler Cuma namazı için de mazeretli sayılmaktadırlar (Zaman, 24/6/1992). Halen Türkiye'de Cuma namazı için resmen izin verilmediği düşünülürse, ABD’de tanınan böyle bir iznin ne büyük ihsan olduğu daha büyük takdir edilir!
Şimdi, ABD Anayasası’nca Müslüman öğrencilere tanınmış olan hakların daha genişletildiğini, diğer sosyal tabakalara ve kurumlara da teşmil edildiğini tahayyül edelim. Hatta bir adım daha da ileri gidip ABD Anayasasının İslam şeriatını tümüyle uygulamaya koyduğunu farz edelim. İşte bu durumda bile, ABD siyasi iradesine hakim olan zihniyetin Müslümanca bir iradenin bir tezahürü olarak tecelli ettiğini söyleyemiyorsak, bu anlamdaki şer'î uygulamanın Islami bir uygulama olduğunu söyleyemeyeceğimizi de kabul etmek zorunda kalırız. Çünkü ABD Anayasasının Müslümanlara veya diğer din Salihlerine tanıdığı hakları veya benzerlerini veya belki de daha çoğunu İslamiyet de diğer din Salihlerine tanımaktadır. Ama Müslümanların demokratik idarelerin kendilerine tanıdığı hakları dolayısıyla şeriatı yaşamaları ile Müslümanca iradelerinin tezahürü olarak şeriatı yaşamaları
arasında, tâbi olanla hür olan arasında mevcut olan fark görünecektir.
Demokratik Batı ülkelerinde Müslümanlara Türkiye'de olduğundan daha çok teminat altında bulunan haklar "bahşediliyorsa" bu, o ülkelerdeki siyasi iktidarın bu husustaki iradeyi ve tasarruf gücünü kendi elinde tuttuğunun emniyeti içinde oluşuyla izah edilebilir.
Böylece olaya, maksadın üzüm yemek mi, bekçiyi dövmek mi sorusunun odağında yaklaşmanın, Müslümanları kendi iradelerinin tecellisinden mahrum bırakacağı ve onları açmaza sokacağı hususu anlaşılabilir olmaktadır, sanırım.
İslam şeriatına uygun düşen bir hukuki uygulamanın aynı zamanda islami bir uygulama olup olmadığına karar verebilmemiz için bu uygulamanın Müslümanca bir iradenin tecellisi zımnında ortaya çıkıp çıkmadığına bakmamız gerektiğini ifade etmeye çalışıyoruz. Böylece "Müslümanca irade"ye özel bir anlam ve önem yüklediğimiz anlaşılıyor. Öyleyse nedir onun bu anlamı?
Önce "irade" kelimesinin anlamını araştıralım. Bir felsefe sözlüğünde bu kelime şöyle izah ediliyor: "İrade, eylemi düşünceye uygun olarak gerçekleştirebilme yetisi... Demek ki, irade ulu orta bir özgürlük değil, çeşitli şartlara bağlı ve onlarla belirlenen ve onları bilerek bir karar verme özgürlüğüdür. İnsanın irade gücü, doğuşunda sahip bulunduğu bir yeti değil, bilgi ve deneylerinin meydana koyduğu bir yetidir."
Mücerret irade, eylemin düşünceye uygun olarak gerçekleştirilebilmesi yetisi (melekesi, kabiliyeti) kabul ediliyorsa, Müslümanca iradenin de Müslümanca düşüncenin (niyetin) eylem halinde gerçekleştirilmesi diye ifade edilmesi mümkün olur. Buradan hareket ederek eylemlerimizin anlamlandırılmasında irademizi kıstas olarak kullanabilir ve ortaya çıkan eylemlere irademizin icap ettirdiği istikamete göre İslâmî veya gayrı islami diyebilme ölçüsünü ele geçirmiş oluruz.
Böylece faiz haddini sıfır düzeyinde tutmayı öngören herhangi bir iktisadi düzenlemede, sırf bu uygulamadan dolayı İslami kuralların yürürlükte bulunduğunu söyleyebilme gerekçesine sahip olduğumuzu söyleyemiyorsak, herhangi bir sebeple İslam’ın bazı hükümlerinin yürürlükte bulunduğu veya bazı hükümlerinin uygulanmasına göz yumulduğu bir idari/içtimai düzende de, mücerret böyle uygulamalara bakarak orada İslam'ın uygulanmakta olduğu neticesine ulaşmamızın zorunluluğu da ortadan kalkıyor demektir.
Şimdi söylediklerimizin çarpıcı örneği yakın tarihte İsrail devletinde yaşanmıştır. Gayrimenkul ve borçlar hukuku, aynî haklar ve hukuk muhakemeleri usulü gibi konuların İslami hükümlere göre tedvininden ibaret olan Mecelle, 19. yy.ın ikinci yarısında Osmanlı Devletinde yürürlüğe konduğu gibi, aynı kanun İsrail'in müstakil bir devlet haline gelmesinden sonra da bu ülkede yürürlüğünü muhafaza etmiştir. İsrail devletini kuranlar, İsviçre medeni kanununu veya Fransız medeni kanununu tercih edeceklerine Mecelleyi tercih etmişlerdir. Şimdi buna bakarak İsrail'de İslami bir rejimin yürürlüğe konulduğunu söylememiz mümkün olabilecek mi?
Bunu mümkün görmeyişimiz sadece İslam'a ait hükümlerin tümüyle değil de kısmen uygulanmakta oluşundan ileri gelmiyor, fakat daha çok bu uygulamanın Müslümanca iradenin tecellisi olarak hayata geçirilmediği vakıasına dayanıyor.
Şimdi bu fikrimizin mefhumu muhalifinden, Müslümanca iradenin tecellisi olarak vuku bulan İslami uygulamalarda eksiklikler ve yanlışlıklar bulunsa bile, bu tür uygulamaları İslami olarak telakki edebilmemiz sonucu ortaya çıkmaktadır. Nitekim Osmanlı Devletinde olsun, ondan önceki İslam devletlerinde olsun, uygulamada görülebilecek aksaklıklara rağmen, hataları ve sevaplarıyla bu uygulamaların İslami olduğunu söylememiz imkan dahiline girmektedir.
Demokratik sistemin yapısal sonuçları itibarıyla Müslümanlara kılık kıyafetleriyle ilgili olarak veya ibadetlerini eda etmelerine göz yumulmasına veya bazı ülkelerde İslam'a ilişkin bazı hükümlerin yürürlükte bulunmasına bakarak oralarda İslam’ın hayata geçirilmiş olduğuna kanaat getirmek önemli bir yanılsama olur.
İslam'ın hayata geçirilmiş olduğuna kani olabilmek için, bu iradenin Müslümanca tecelli edip etmediği sonucuna bakmamız gerekiyor. Ancak bu irade, yukan- daki referansta belirtildiği gibi ulu orta bir özgürlük olarak ortaya çıkmıyor, Müslümanca yaşamak üzere bir araya gelmiş Müslümanların İslam'ın öngörülerine göre yaşamak hususundaki iradelerini hayata geçirebilme hususuna bağlı olarak ortaya çıkıyor.
Burada önemli olan husus şudur. Biz soruyu İslam’da demokrasi var mıdır veya 'İslam Demokrasisini) nin mahiyeti nedir veya demokrasi nezdinde İslam'ın yeri ne olabilir, şeklinde ortaya koymuyoruz. Tersine, İslam nezdinde demokrasinin yeri nedir, sorusuyla yola çıkıyoruz.
İmdi, vicdan, din, düşünme özgürlükleri nasıl laikliğin ayırıcı vasıfları (karakteristiği) değilse, aynı özgürlükler demokrasinin de ayırıcı özelliklerini teşkil etmezler. Fakat bu özgürlükler Türkiye'de öteden beri laikliğin ve demokrasinin mütemmim cüzleri gibi telakki edildiği için, laiklik ve demokrasi de birbirinin mütemmimi (bütünleyici parçası) gibi telaki edilmektedir.
Adı geçen özgürlükler ve benzerleri siyasi rejimler tarafından teminat altına alınır (veya alınmayabilir). Ama bu özgürlükleri teminat altına alan her siyasi rejime mutlaka demokrasi dememiz icap etmez. Nitekim aynı özgürlükler İslam'ın da teminatı altında yer almaktadır. Fakat İslamiyet, bir idare biçimi olarak demokratik değildir. Çünkü demokrasi, insanların, kendilerini idare edecek kanunları yapma hakkını, yani hakimiyet hakkını kendi uhdesinde tutma yetkisini ifade ediyor.
Keza demokrasi ile laiklik arasında da sanıldığı gibi vaz geçilmez ve organik bir ilişkinin bulunmadığını söyleyeceğiz. Laiklik, devlet ve kilise otoritelerinin birbirinin sahasına müdahale etmemesi zımnında ortaya çıkmış, tabir caizse, bir toplumsal mukaveledir. İki otorite birbirinin egemenlik sahasına müdahale etmemek kayıt ve şartıyla dünyevi otorite (devlet veya devlet adına egemenlik hakkını elinde bulunduran -kişi veya kurum olarak- kral veya meclis)s kendi hür ve müstakil iradesiyle Hıristiyan hukukunu yürürlüğe koymayı tercih etmiş olabilir. Nitekim Batı dünyasındaki uygulama da bu merkezdedir. Fakat bu fiili durum kanun koyucunun tercihi olarak ortaya çıkmaktadır; kilisenin baskısıyla değil, fakat Hıristiyan insanların riayet etmek istedikleri kanun hakkında öngördükleri bir tercihin sonucu olarak Bu durum, demokrasi içinde dinin bir yeri olduğunu göstermiyor, fakat dinin ancak demokrasinin öngördüğü sınırlar içinde ve "profane" bir mahiyet ihraz etmiş olarak yaşama hakkına sahip olduğunu ifade ediyor.
Mazisinde demokratik bir hayat yaşamamış bile olsa, Türkiye gibi ülkelerde demokrasiye sahip çıkmak isteyenlerin bu ayrımların taşıdığı önemin bilincinde olmaları gerekiyor.
Şer’i Devlet, Demokrasi ile Yönetilebilir mi?
Demokratik zeminde İslam şeriatına uygun düşen bir hukuki uygulamanın aynı zamanda İslami bir uygulama anlamına gelmeyeceğini söylemiştik Şimdi de, şer’i devletin demokrasi ile yönetilip yönetilemeyeceği sorusu üzerinde düşünmeye çalışalım. Bu soru, İslam'da "icma-ı ümmet" kurumunun mevcut bulunuşuna veya ilk halifelerin seçim yoluyla yönetimin başına gelmiş bulunmaları gerçeğine bakarak ve "icma-ı ümmet" (bilim adamlarının toplanarak ortaklaşa karar vermeleri) kurumunun olsun, seçim kurumunun olsun münhasıran demokratik yönetimlerin özelliğidir, diye düşünenlerin aklına gelmektedir.
Burada dikkatimizi yeniden öngörülen hakların ve kurumların hangi kaynaktan neşet ettiği hususuna çevirmemiz gerekiyor. Demokrasilerde kanun koyma yetkisinin kaynağı (yani egemenliğin menşei) kişi veya topluluk (halk) olarak beşer iradesine dayanıyor. Dolayısıyla söz konusu haklar veya kurumlar üzerinde tasarruf yetkisi, o hakkı ihdas den merciin elinde bulunuyor. Oysa İslam hukukunda, bu hakların kaynağı vahye (ilahi hukuka, ilahi kaynağa) dayandırılıyor. İslam idaresinde yönetimi elinde tutanlar, bu haklar ve kurumlar üzerinde keyiflerince tasarruf edebilme hakkına ve yetkisine haiz değildir. Müslüman idareci istemese de, şeriatın zımmilere (gayrimüslim tebaa) tanıdığı hakları uygulamak zorundadır.
Şu örnek aydınlatıcı olabilir. Zımmiler arasındaki davada iki taraf da ihtilafın İslam şeriatına göre karara bağlanmasını isterse, İslam mahkemeleri onlara şeriatı uygulamak zorundadır. (Mevdudi, age., s.65 vd.) Bu durum, onlara İslam hukukunun bahşettiği bir haktır. Şimdi, kendilerine İslam hukukunun uygulanmasını talep eden zımmiler, bu talepleriyle İslam dairesine dahil olmuş oluyor mu? Açıktır ki, hayır, gayrı müslim tebaa, burada, İslam hukukunun onlara tanıdığı bir hakkı, kendi hür ve müstakil iradeleriyle tercih etmiş oluyorlar, fakat bu suretle Müslüman olmuş olmuyorlar. Çünkü temelde, tecelli eden irade İslam'a ait olmakta devam ediyor (demokrasilerde Müslümanlara tanınabilecek hakların mahiyetini düşünelim).
Bu bağlamda, şu ayrımlara dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyoruz:
1. İslam hukuk kurallarının yürürlükte olduğu bir toplumda yöneticilerin belirlenmesi için oy verme, seçme veya daha genel olarak yönetime katılma prosesi bir şekilde düzenlenmiş olabilir. Bu proseslerin nasıl belirlenebileceği orada yaşayan Müslüman bilim adamları ve hukukçular tarafından tartışılabilir ve bazı sonuçlara, kararlara varılabilir. Durum, bir İslam toplumunun iç meselesi olarak değerlendirilecektir. Söz konusu iç mesele muvacehesinde siyasi partilerin kurulmasının uygun olup olmadığı da konuşulabilir. Bütün bu konuşmaların, tartışmaların, alınacak kararların Islami bir zemin üzerinde cereyan ettiği hususu hatırdan çıkarılmamalıdır.
2. Aynı konuların İslam hukukunun yürürlükte olmadığı bir toplum düzeninde tartışılması farklı bir anlam ifade edecektir. Gayrı İslami bir hukuk rejiminde, Isla- mi siyasi partilerin kurulmasını tecviz eden rejim, aslında, son tahlilde, kendi sıhhatini, hayatiyetini devam ettirebilme gayesini gerçekleştirebilmeyi öngörmektedir. Böyle bir zeminde İslam'ın hayata geçirilmesi niyetiyle yola çıkanlar, gene son tahlilde, belki de karşısında olduklarını düşündükleri bir nizamın devamına yardım ettiklerini fark edeceklerdir.
Böylece aynı sosyal, hukuki vb. kurumların İslami düzlemde taşıdığı anlamın gayri İslami düzlemde taşıdığı anlamla ötüşmeyebileceği anlaşılmaktadır sanıyorum. Bu durum, bizi, İslam'a ait bazı kurumlar Batı kültürüne ait bazı kurumlara sureta benzese bile, onların künhüne vakıf olmaya zorlamaktadır.
Dikkat edilmiş olacağı gibi bu denemede, demokrasinin kendini gerçekleştirmesi sürecinde karşılaşabileceği sorunlara değinilmedi. Demokraside kararın oluşmasını belirleyen ölçütün kelle hesabı (sayı) olması hasebiyle ortaya çıkabilecek sorunlarla nasıl başa çıkılabileceği (veya başa çıkılıp çıkılamayacağı) kalitenin kantite tarafından belirlenmesinin öne çıktığı bir yönetim mekanizmasında azınlıkta kalanların durumu, veya egemenliği ele geçirmesi sağlanan azınlığın çoğunluğu tahakküm etmesi halinde savunmasız bırakılabilen çoğunluğun haklarının nasıl korunabileceği (veya korunabilip korunamayacağı), demokrasilerde teorik olarak söylendiği gibi isteyen herkesin istediği görüşle yönetime talip olma yolunun açık olup olmadığı, dolayısıyla seçenlerle (seçmenler) seçilenlerin arasında fikri mutabakatın mevcut olup olmadığı vb. konular, bu denemenin dışında tutuldu.
Keza, İslam’ı, egemenliğin kaynağı yönünden demokrasi dairesinin dışında tuttuğumuz ifade edilirken İslami yönetimde temel hakların ve özgürlüklerin nasıl sağlandığı ve demokrasi ile karşılaştırıldığında söz konusu hakların ve özgürlüklerin teminatının nasıl bir düzlemde belirlendiği ve bu konularda asıl belirleyici sayılması gereken hukuk devletinin nasıl bina edilmiş olduğu hususlarına da değinilmedi.
Bu denemede, demokrasi bir veri olarak kabul edilmek suretiyle, Türkiye'nin demokrasinin neresinde kaldığı sorusu irdelenmeye çalışıldı ve hali hazırda Türkiye'nin mevcut şartları itibarıyla demokrasi ile yüzde yüz çakışır bir manzara göstermediği belirlendi. Fakat bu durumun bu ülkede yaşayan kişilerin kabiliyetsizliği ile veya bu konudaki irade eksikliği ile açıklanamayacağı anlaşılır olmalıdır. Çünkü Türkiye'nin son yüz elli yıllık batılılaşma tarihi, onun aynı zamanda demokratikleşme tarihi olarak da yorumlanabilir.
Demokrasi köleci, sınıflı toplumların kendine özgü çıkar çatışmaları sonucu ortaya çıkmış bir yönetim biçimidir. Bu yönetim biçimi, secular, profan ve aynı zamanda dini düşünme biçimlerinin hasılası olan bir zihniyet tarafından beslenir. Bu yönetim biçimi, bu düşünme biçiminden ayrı telakki edilemez. Aslında yönetim biçimi, değinilen zihniyetin dışlaşmasından ibarettir. Söz konusu zihniyet de, kaynağını son tahlilde hümanizmada bulmaktadır. Şimdi Türkiye’nin bir buçuk asırlık çabasına rağmen demokratik yönetim ve düşünme biçimine ulaşamadığı kabul ediliyorsa, bunun sebepleri: I. Genelde Batıda demokrasiyi besleyen kültür ortamıyla özdeşliği bulunmadığı, 2. Özelde TC'nin devletten yana, fakat ferde karşı, sivil örgütlenmelere müsaade etmeyen, kendine özgü bir ideolojiyi savunan yapısının mahiyetine müracaat edilerek açıklanmaya çalışılmalıdır.
Böylece, insanların, "hadi demokrat olalım" demekle demokrat olunamayacağı ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan, Islami iradenin tecelli ettiği bir Müslüman toplulukta, orada yaşayan Müslümanların yöneticilerini nasıl seçecekleri hususunda, diyelim ki Alman Anayasasına müracaat etmelerinin şeriata uygun olabileceği ile; Islami iradenin ifna edilmiş olduğu bir toplumda yaşayan insanların demokratik seçimleri (talepleri) muvacehesinde herhangi bir şer'i kurumu yürürlüğe koymalarının şer'i uygulama anlamına gelmeyebileceği hususları arasındaki fark, bu konuda zihni berraklığa ulaşmak isteyenlerin üzerinde düşünecekleri bir konudur.