"(Cennete girmeyi hakeden müminler) dediler ki: 'Bizden hüznü gideren Allah’a hamdolsun'." 35/34
Allah’ı razı etmeye koyulmuş müminin hüznü cennette bitecek. Bu gerçeği güçlendiren bir sözü de Allah Rasulü vefatı sırasında başucunda ağlamakta olan Fatıma’sına söylüyordu:
"Ağlama kızım, baban bir daha acı çekmeyecek."
Evet, o güne dek hep acı çekmişti. Çünkü o çok şey biliyordu. Onun bildiğini bilen herkim olsa öyle yapardı. O da öyle demiyor muydu: "Benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız."
Onun bildikleri bir yana, ya onun yaşadıkları? Hem yetim, hem öksüz. Ardından bir de kaybedilen dayanaklar Abdülmuttalib, Ebu Talib, Hz Hatice ve peşpe- şe gelen evlat acıları, ölümleri. Tabi bütün bunları bastıranda nübüvvetin ağır yüküydü. Bu nedenle o, çok ağlamış az gülmüştü.
Kan, ter, gözyaşı...
Bu üç damla azizdir; bu üç damlanın karıştığı şey de azizdir. Neyin uğrunda olursa olsun, samimi olarak bir dava uğruna dökülen kanların karşılıksız kaldığı görülmemiş.
Ter de öyle. Kim çalışarak ter dökmüş de karşılığını alamamış? Bu ister mü’min ister kafir olsun, herkes için geçerli . "insan için"diyor Kuran; "İnsan için yalnız çalıştığının karşılığı vardır."(53/39)
Gözyaşı da öyle. Zulme uğramış birinden dökülüyorsa o damla, düştüğü
yeri yakacaktır. Bu üç damla bedeldir; bu bedel ödendiği zaman elde edilen şey meşrulaşır. Kan, toprağın; ter, emeğin; gözyaşı, yüreğin bereketidir.
"Ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz." (53/60)
Sahi nasıl beceriyorsunuz bunu, diyor Kuran; "imanınızın, Kuranınızın, coğrafyanızın esir edildiği, insanınızın manevi bir soykırıma uğradığı, tüm değerlerinizin yağmalandığı, sayısız civanın yüreğinden vurulduğu bir ortamda hala nasıl gülebiliyorsunuz?" diye soruyor.
Gerçekten nasıl becerebiliyorsunuz?
Biliyorum buna becermek demezler gaflet derler, vurdumduymazlık derler, hamakat derler...
Eğer bilseydik, Önderimiz Efendimizin bildiğini, çok ağlayıp az gülecektik. O, yakin derecesinde biliyordu gazabı, kahrı, cehennemi. Bu gerçeklerin arifiydi O. Biz de bunlar "irfan" derecesinde bilseydik onun gibi yapacak, çok ağlayacak az gülecektik.
Evet bilseydik göğsümüzde nükleer bir güç merkezi taşıdığımızı ve bunun hergün üzerine yağan günahlarla paslandığını, bu pası çözecek tek kimya olan göz yaşını bir umman gibi salacaktık gecelerin koynuna.
Eğer bilseydik günah hedeflerini onikiden vuran istiğfar silahının mermileri göz yaşıdır; gönlümüze gözümüzden bir ırmak bağlayacaktık.
Eğer bilseydik dualarımızın yüce makama tez ulaştırmanın en emin yolu onlara gözyaşından kanatlar takmaktır, Yunus gibi "Ağla gözüm ağla gülmezem ayruk" diyecektik. Ya da Fuzuli'nin iniltisine eşlik edecektik:
"Arızın yadıyla nem-nak olsa müjganım n’ola Zayi olmaz gül temannasıyla vermek hare su"
Eğer erseydik sırrına "Yevme la yenfau malun ve la benun'un; bir "kalbi se- lim"e sahip olmak için değil birkaç damla yaşı, bir çift gözü bile feda edecektik.
Eğer bilseydik her gün en çok kullandığımız organların başında elimiz, zihnimiz ve kalbimiz gelir; bu üçü içerisinden de en çok kullandığımız ve kirlettiğimiz kalbimizdir. Onu pislik içerisinde koyduğumuz için, Allah korkusundan dökülen yaşlarla yıkamadığımız için hayıflanacaktık
Eğer imanın neler çektiğini onun yerinde olup anlayabilseydik, ağlayabilirdik
İhsan düzeyinde inansaydık Allah'a, azaba, ikaba, mizana, hesaba; gözümüzden yaş değil kan akıtırdık. Öyle buyurmuştu ya Yesribli delikanlı için Rasulullah (as) efendimiz; "Allah korkusu kardeşinizin yüreğini dağladı."
Evet, bütün bunları anlayabilseydik, ağlayabilecektik
"Melali bilmeyen nesle aşina değiliz" diyordu Haşim. Biz aşina olduk ey şair, hem de öylesine aşina olduk ki, bu İslam irfanının nebevi yöntemlerini "romantizm" sayanlar bile çıktı içimizden.
Hissizliğin, duygusuzluğun bir tek mazereti var: kalb katılığı. O da meşru değil.
"Şarkı görmez, garbı bilmez, edepten yok payesi
Bir utanmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi."
Anlayamayanlar, ağlayamazlar; hatta ağlanacak hallerine gülerler, işte biz, böyle olduk