Hikmet kendini bilmek - rahle.org

Hikmet kendini bilmek - rahle.org

Hikmet kendini bilmek


Facebookta Paylaş
Tweetle

Bilgin BOZKURT

 

İnsanoğlu anasından doğduğunda bir yetişkinin aklına sahip olsaydı her halde soracağı ilk sorular şunlar olurdu:

Kimim/neyim ben

Burası neresi/tüm bunlar ne anlama geliyor

Beni buraya kim gönderdi/Benden ne istiyor

Sağduyumuzu perdeleyen onca zaafımız çekiliverse geriye sadece bu sorular değil mi kalan?

İnsan buluğuna erip de yukarıdaki soruları sorabilecek kıvama gelmeden evvel nice arzularla, korkularla, kıskançlıkla, kibirle, yarışmalarla çoktan sarılmış ve hipnoz olmuş hale geliyor. O en temel soruları soramadan istekleri sarıyor dünyasını, ‘onda var bende niye yok’lar sarıyor, ‘başaracağım/kazanacağım’lar sarıyor, ‘ya kaybedersem’ler sarıyor. İşte böyle perdeler giriyor asıl konuyla arasına.

Diyemiyor işte şöyle:

“Sen bunları boşuna yaratmadın” (Al-i İmran/191)

Garip değil mi gerçekten; Uzay denen o ıssız sessizliğin içinde, içinden hayat fışkıran bir gezegendeyiz ve tek düşündüğümüz ayın sonunu getirip hayatı biraz daha eğlenceli ve konforlu kılmak. Özel imalat olduğunu anladığımız bir gezegendeyiz. İçinde hayatın devam edebilmesi için kurulmuş ama diğer yandan sürekli bir devinim ve mücadeleye müptela edilmiş bir dünyanın içerisinde devinime müptela varlıklarız. Düzeni her Kim kurdu ise, durmadan bizi seçenekler önünde bırakıyor:

“Hanginizin daha iyi amel işlediğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan” (Mülk/2)

Örtüler ve sizi o tarafa bakmaktan alıkoyan engeller ardına saklanmış hakikati arayanlar için, yol meşakkatli. Zira hakikat –mış gibi yapanlara göre değil. “Mış” gibi yapanlar eninde sonunda bir başkasının ona hakikat diye sunduğuna yapışıp kaldığında hikmet yolculuğunu orada noktalamak zorunda. Hikmet… Kılıç gibi kesiyor zihni bu kelime… İnsan eşyayı ve olan biteni öğrenmeye ve içsel olarak kavramaya başladığında onu o en kaba haliyle, söz gelimi bir kaya halinde algılamakta. Sonra tecrübe edindikçe, içsel olarak gözlemledikçe, ayrıntıları fark ettiğinde, sonra yeni ayrıntıları; o kaya şekillenmekte, yontulmakta, incelmekte, zarif şekillere girmekte. Öyle ki belki sonunda kılıç kadar keskin ve ince hale gelmekte.

Hakikati arayanlar için ilk soru kim olduğunu öğrenmek olmalı değil midir? Kaba kayaya vurulacak ilk yontu darbesi “Kimim ben/neyim” sorusu olmalı değil mi? Bu soruyu ana karnından bugün doğmuş gibi soramazsanız anlayamazsınız önemini. Bu soru diğer tüm soruların cevabının büyük bir kısmını barındırmıyor mu içinde? Kimim ben…

İslam toplumu olarak insanın ne olduğu ile ilgili elbette büyük bir çalışma geçmişine sahibiz. İslam’da özellikle tasavvuf yolunda ele alınan ‘Nefs’ kavramı meselenin özünü ihtiva eder. Böyle söyleyince muhtemel ki okuyucunun aklına; “Ha tamam işte, biliyorum. Okudum bunları, bilinmesi gerekenleri biliyorum” türünden düşünceler geliyor olabilir. Oysa nefsi anlamak onu arşivlenecek bir bilgi olarak okuyup geçmekle olabilecek bir şey değildir. Nefsi anlamak bir yoldur ve yalın kılıç emek vermeyi gerektirir. Yolu kandıramazsınız, ona –mış gibi yapamazsınız. Çok derinlerde onu kandırdığınızı düşünseniz de aslında kendinizi kandırdığınızı, lütuf erişir de ancak kendinize gelmeyi başarırsanız görebilirsiniz. Yol size muhtaç değildir. Gereğini yapmadığınızda orada kalır veya yol zannettiğiniz başka bir yere doğru savrulur belki yıllarca, belki bir ömür boyu orada oyalanıp kalırsınız.

Ne dersiniz, biz de haddimiz olmayarak girişelim mi nefs neymiş diye aramaya? Elbette menzile varamayacağız. Ama belki yol nerede başlıyor onu biraz aydınlatmayı becerebiliriz:

Nefis, sözlükte; ruh, can, akıl, insanın şahsı, bir şeyin varlığı, zatı, içi, hakikati, beden; ceset, kan, azamet, izzet, kötü söz, bir şeyin cevheri, arzu ve istek gibi anlamlara gelir.

Ne anladık; Nefs birbiriyle bağlantısız gibi görünen bir sürü şey:

Nefs kavramı Kur'ân'da tekil ve çoğul olarak 295 defa geçmiş ve Âdem (a.s.) (Nisâ, 4/1; En'âm, 6/98),  insan (Mâide, 5/45),  can (Nisa, 4/66), ruh (En'âm, 6/93), beden (Âl-i İmrân, 3/185),bedenle beraber ruh (Bakara, 2/286), kişi (Bakara, 2/286), kendisi (Fussilet, 41/46), hem cins (Tevbe, 9/128), insanın iç âlemi (Bakara, 2/248), ilâhî tekliflere, emir ve yasaklara, müjde ve uyarıya muhatap olan insanın manevi varlığı (Yûsuf, 12/53; Kıyame, 75/12; Fecr, 89/27) kalp, göğüs(Bakara, 2/77, 109) anlamlarında kullanılmıştır.

Benim nefsim diyoruz. Nefis bensem, o benden nasıl ayrı olabiliyor? Örneğin biriyle tartışırken nefsimiz kabarıyor ve içimizde eleştirilmenin verdiği incinmeyi hissediyoruz. Bazen eleştirinin haklı olduğunu biliyoruz ama içimizde hissettiğimiz incinmişlikten dolayı biri eleştiriyi kabul etmeye direniyor. “Hayır” diyor, “Hemen sen de onun eksiklerini bulup da söyle, beni incitti, o bizden üstün değil” diyor. Soru: Eleştirinin haklı olduğunu anlayan bensem, içeride direnen o diğer kim?

Bazen bir meclisteyiz, iyi bildiğinizi düşündüğünüz bir konudan bahis açılmış. Konuşuyorsunuz, konuştukça konuşasınız geliyor. İçinizden biri diyor ki; “çok konuştun, sus artık. Anlatmanın zevki seni esir aldı”. Diğeri ise hala konuşmaya çok istekli, konuşmak istiyor. Soru: Kim bunlar… İçimizde neler oluyor?

İnsanın Nefsinin kendi içinde parçaları olduğunu gösteren ayetler:

Nefsini arındıran elbette kurtuluşa ermiştir. Şems 9 (Sanki kendisinden başka bir şeymiş gibi)

Rabbinin huzurunda (hesap vermekten) korkan ve nefsine kötü arzuları yasaklayana gelince, onun barınağı da cennetin ta kendisidir. (Naziat/40)

Öyleyse siz nefsinize uyup adaletten ayrılmayın. (SİZ… Biz nefisten ayrı bir şey miyiz ki?) (Nisa 135)

NEFSİN KÖTÜLÜKLERİNDEN BAHSEDEN AYETLER:

Allah sizin tövbenizi kabul etmek ister; nefsani arzularına uyanlar ise büsbütün yoldan çıkmanızı isterler. (Nisa 27)

Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter. (Nisa 79)

Yakup, "Hayır! Nefsiniz sizi kötü bir iş yapmaya sürüklemiş (Yusuf/18)

Kim nefsinin bencilliğinden korunmayı başarırsa işte kurtuluşa erecekler onlardır. (Tegabün 16. Ayet)

“Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder.” buyuruluyor. (Yusuf: 53)

Nefisin iyileşmesinden bahseden ayetler:

Öyle değil, kendini kınayan nefse yemin ederim! (Kıyamet 2)

"Ey huzura eren nefis!" (Fecr, 89/29);

“Dön Rabbine! Sen O’ndan razı, O senden razı olarak.” (Fecr: 28)

“Her bir nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona isyanını ve itaatini ilham edene yemin ederim ki, nefsini temizleyen kurtulmuştur.” (Şems: 7-8-9)

Nefsin bir bütün olarak insanı anlatmak için ele alındığı ayetler:

O, sizi bir tek nefisten yaratmıştır. (Enam 98)

Her nefis ölümü tadacaktır. (Enbiya/35)

Her nefis, yaptıklarına karşılık tutulan bir rehindir. (Müddessir 38) (Nefis burada yapıp edenin kendisi, yani insan bütünü olarak ele alınmış ve sorumlu tutulmuştur)

Demek ki şunu diyebiliriz:

Nefis demek ki sadece iyi ya da sadece kötü değildir. Nefs içindeki iyilik ve kötülükle bedeniyle ve bedensel canıyla birçok parçadan bir araya gelmektedir ve tekâmül edebilen (temizlenip yükselebilen) bir yapıya sahip olarak tasarlanmıştır.

Tasavvufla ilgilenen hemen herkesin bildiği üzere nefsin mertebeleri vardır.

Nefs-i emmare

Nefs-i levvame 

Nefs-i mülhime

Nefs-i mutmainne

Nefs-i radiyye 

Nefs-i mardiyye

Nefs-i kâmile

Kısaca bahsetmek gerekirse insanda tekâmül hallerle başlar. Haller tekâmül yolculuğundaki üst bir mertebeye dair deneyimlerin insanda görünüp kaybolma şeklinde tadılmasıdır. Haller Allah’ın lütfudur. Adeta kuluna gösterdiği hedeflerdir. Mertebeler ise hallerin kalıcı olduğu durumlardır. Her bir mertebenin insanı bir üst mertebeyi bilemez. Anlatmakla anlayamaz. Bunu yaşarsa bilebilir. Anladığını zannetse bile aslına vakıf olduğunda önceden anladığını sandığının ne kadar cılız bir şey olduğunu görür. Bu işin bilmesi, söz dinleyip ezberlemekle olmaz. İnsan hiç balın tadını tarifle anlar mı? Balın tadı, balı tadarak anlaşılır. Balın tadı lafla anlatılsa, tarif üzerine öğrenilen basit bir bilgi olarak, aslına vakıf olamadan zihindeki arşive kaldırılır gider. Böyle bilgi bir işe yaramaz.

Her mertebenin insanı eğer var ise anlık gelip gidiveren hallerle bir üst mertebenin ne olduğu hakkında belli belirsiz bir fikir sahibi olur. Daha üstünü hiç bilemez. Levvame insanı hakkındaki bilgiler daha ileriki bir yazının konusudur. Biz bu yazıda ilgilenen kişiye bir giriş sadedinde nefs-i emareden bahsedeceğiz. Anlatılanlar okuyucuya herhangi bir şeyi ispat için yazılmamıştır. Zaten felsefi veya başka türlü bir ispat yöntemiyle bu hususun bir ispatını yapmaya çalışmak boş bir uğraştır. Eğer anlatılanları kendi hayatınızda deneyimleyerek, doğruluğunu içsel olarak doğrulayıp görmemişseniz bu bilgiyi sahiplenmeniz için hiçbir sebep yoktur.

Şimdi Nefs-i Emmare’den devam edelim. Burası insanla ilgili bilmemiz gereken temel işleyişin ortaya konması gerektiği yerdir. Bu aşamada biraz büyük bir parantez açarak insan mekanizmasından bahsedelim sonra Emmare ile ilişkisini tekrar bağlayalım:

Deneyimleyerek kolayca doğrulayabileceğimiz gibi insan bazı merkezlerden müteşekkil bir varlıktır. Bunları ‘İçgüdü ve Hareket Merkezi’, ‘Zihin Merkezi’ , ‘Duygu Merkezi’ şeklinde özetleyebiliriz. Biraz daha derine girelim ve bu merkezlerin neler yaptığına bakalım:

İÇGÜDÜ

Modern psikolojinin dilinde ifade edersek biyolojik uyarılmalar şeklinde tanımlayabiliriz. Psikolojik tanımı “istek”, bedensel uyarılmadan kaynaklanıyorsa “gereksinim” olarak ortaya çıkar. Gereksinim ve istek insanı, içgüdünün doyuma ulaşacağı davranışa yönlendirecek duygu ve fikir üretmeye iter.

İçgüdüler doyuma ulaştığında insan uyarılma öncesi haline döner. O yüzden içgüdüsel doyum öncesi ve sonrası duygular ve fikirler farklı olabilir. Söz gelimi bedensel bir gereksinimden dolayı günaha girmeye meyletmiş insanın o anki duyguları günahı daha çok arzulamasını sağlamaya fikirleri de bu günahı nasıl daha rahat/kolay işleyebileceğine odaklı çalışır. Günah bitip içgüdü doyuma ulaştığında ise bu sefer pişmanlık duygusu ve “tövbe etmeliyim” fikirleri aktifleşmeye başlar. İnsan, tıpkı hayvanlarda olduğu gibi bir takım içgüdülerle var olmuştur. Bu içgüdüleri temel ve alt içgüdüler şeklinde sıralamak da mümkün olabilir. En temel içgüdüler yaşama tutunma ve soyu devam ettirme üzerine kurulmuştur. Adeta şunu söylersek gayet doğru bir laf etmiş oluruz: Sistemi kuran Zat, mızıkçılık yapıp oyundan çıkmayı oldukça zorlaştırmış ve kurduğu sistemin devamı için içsel bir düzenek yerleştirmiş. İnsan hayatına yön veren tüm diğer içgüdüleri bu başlıkların altına yerleştirmek çok da yanlış olmasa gerek:

YAŞAMA TUTUNMA

İç organların yönetimi, hormonların, enzimlerin sevki ve idaresi. Bu konuda binlerce örnek verilebilir. Bedenin devamı için kalbin sürekli kasılıp gevşeyerek kan pompalaması, nefes alış verişi sağlayan sistemin çalışması, beslenme ve boşaltım sistemleri, sinir sistemi, susuzluğu, açlığı, tokluğu ve suya kanmayı hissettiren hormonlar, enzimler bu başlık altında verilebilecek bazı örneklerdir.

Tehlike anlarına odaklı içgüdüler

Adrenalin salgılanması, stres ve saldırganlık.

Refleksler –Bedeni korumaya ve devamını sağlamaya odaklı istemsiz bedensel tepkilerdir.

Çok sıcak yüzeylere değdiğinizde istem dışı çekilme

Gözünüze doğru gelen bir şey olduğunda daha zihin algılamadan önce göz kapağının kapanarak gözü korumaya alması vb. örneklerle çoğaltılabilir.

Aşağıda bebeklik evresinde başlayan bazı refleksleri görebilirsiniz. Tehlike anlarında veya güvensiz hissettiğinde bebeklerin istemsiz bir şekilde nasıl önlem aldıklarını görebilirsiniz. Ayrıca bebeklerde beslenme ve ileride yürümelerini kolaylaştırmaya yönelik başka refleksler de bulunmaktadır:

Sosyal içgüdüler:

Bir arada yaşama/duygusal ve madde bazındaki ihtiyaçlar

Grup ve sosyal kişilik edinme ihtiyacı

 

Beslenme: Düşünsenize acıktığımızda bize rahatsızlık veren bir durum oluşturulmasaydı neler olabileceğini. Muhtemelen yemek bulmak ve yemek gibi zahmet verici bir işin peşine düşmeyecek ve kısa zamanda yok olacaktık. Oysa sistem hem acıkmayı, hem de yeterince yediğinizde doyduğunuzu size hissettirecek şekilde kurulmuş. Üstelik size sadece ‘Acıktın’ diye bir bilgi vermiyor. Sizi zorluyor. ‘Doydun’ demiyor, iştahınızı kesiyor. Fiili durum oluşturuyor yani. Daha bebeklik anında, hiçbir bilgi sahibi değilken bile emme ve yutma refleksleriyle hayata tutunuyoruz. Acıkınca ağlıyor, doyunca yüzümüzü sütten çeviriyoruz.

İnsan susuzluk hissettiği gibi suya doyduğunda da onun suya iştahını kesen bir sistem var. Eğer ilgili hormon çalışmıyorsa kişi suya hiçbir zaman doyamıyor. Bir keresinde böyle bir hasta görmüştüm. Hemen yanında 19 lt’lik damacana su vardı ve adam ortalama 45 sn’de bir kafasına damacanayı dikiyordu. İçim yanıyor, susuzluktan ölüyorum diyordu. Ve bunu söylerken o gün çoktan 4 lt’den daha fazla su içmişti. Çok şaşırmıştım. Artık hayatı için tehlikeli oranda su içtiği için doktorlar ona gerekli hormonu dışarıdan vererek susuzluğunu giderdiler. Sahip olduğumuz biyolojik robotun ayarı bozulduğunda neler olabileceğini görüyor musunuz?

Soru: Sahip olduğumuz robot dedik… Acaba biz bu robotun sahibi isek, biz kimiz?… Yıllardır ben dediğimiz bu robot değil miydi? Birileri başka bir şey yok, sadece bu biyolojik robottan ibaretiz diyorlar… Siz ne dersiniz?

Soyu devam ettirme

Bu konuda en başat başlık üremedir.

Cinsel birleşim içgüdüsü sayesinde üreme ve bu yolla insanlar için de hayvanlar için de soyun devamlılığının en önemli aşaması gereksinimler üzerinden sistematize edilmiştir. Modern psikolojiye göre erkek döllemeye, dişi ise en iyi aday tarafından döllenmeye odaklıdır. Her ne kadar sosyalleşmiş ve kültürel ve dinsel öğretiler yoluyla süperegomuzu (varlığınızın sosyal ve ahlaki kurallara göre şekillenen sonradan gelişen kısmı) geliştirerek ahlaki kurallara veya modern sosyal kurallara tabi olsak da kadın erkek ilişkilerinin temelinde her zaman bu temel üreme içgüdüleri etkendir. Kültüre, eğitime, dini ve sosyal değerlere göre tavırlar değişebilir ama kadın erkek ilişkilerinde bu içgüdüler esastır. İçgüdüler sel gibi desek yanlış olmaz. Ona direnseniz de eninde sonunda güçsüz düşersiniz ve sizi sarar. Günün sonunda zihinsel fikirleriniz değil içgüdüler akışı çizer. Eğer nefs-i emmare erkeği bu şekilde kadına karşı zaaf sahibi ve içgüdüsel bağımlı kılınmasaydı, kendi cinsini yok edecek olmasına rağmen muhtemelen dişiyi yok ederdi.

Modern hayat her ne kadar kafasını kuma gömse de hayat için dişinin varlığı, dişi için de annelik vaz geçilmez bir içgüdüdür ve dişi kendini burada bulur.

Yavrulara karşı duyulan şefkat ve koruma içgüdüsü ki bu güdü olmasa bebek büyütme gibi bir zahmete katlanmanın zorluğunu en iyi bebek büyütenler anlar. İnsanda ve hayvandaki bu yavrusuna kıyamama, onun zarar görmesine katlanamama güdüsü sayesinde karşılığında hiçbir şey almamamıza rağmen Sistem Kurucu Allah yavruların bakılıp büyütülmesini sağlamış durumda. Elbette kendi yavrularını yiyen hayvanlar da var. Ama unutmayın ki içgüdü bazında ele alındığında bir içgüdüyü ancak daha büyük bir içgüdü alt edebilir: Hayatta kalma…

Elbette yukarıda sayılmayan yığınla farklı içgüdülerimiz/alt içgüdülerimiz de var. Örneğin yarışma içgüdümüz, üstünlüğe olan açlığımız, hızı sevmemiz, kendimizi daha üstün ve güvende hissetmenin bir parçası olarak mal biriktirmeye meylimiz vs.

“İnsanlara, "kadınlara, oğullara, kantar kantar biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara ve ekinlere olan sevgiden oluşan" şehvetleri (aşırı düşkünlükleri) güzel gösterildi. Bunlar, dünya hayatının menfaatleridir. Ve Allah, O'nun katındaki en güzel sığınaktır.” (Al-i İmran 14)

HAREKET MERKEZİ

Belki yine içgüdülerin içinde sayılabilecek bir merkez olarak hareket merkezi insanı oluşturan öğelerden en önemlilerinden biridir. Hayatını idame ettirebilmesi için bu merkez ona yardımcı olur. Başlangıçta zihinsel bir faaliyet olarak yapılan birçok iş belli sayıda (sayısı kişiye ve işe göre değişir) yapıldığında kişinin hareket merkezi bunu öğrenir ve artık zihnin desteği olmasa da onu yapabilmeye başlar. Örneğin fabrikadaki bir bant işçisi işini ilk zamanlar zihniyle yapar ve yavaştır. Hareket merkezinin tekrarlı işleri öğrenmesi sayesinde zihnini başka işlere verirken bile artık işini rahat ve daha hızlı bir şekilde yapabilir. Yine masa tenisini ilk defa oynayan birisi acemiliğinde zihin aktif olarak hareketleri gerçekleştirir. Halk dilinde elinin rakete alışması diye tabir edilen olay gerçekleştiğinde iş yapma bayrağını artık hareket merkezi ele almıştır. Araba kullanmak da böyledir.

ZİHİN MERKEZİ

Zihin bir bilgisayar mantığıyla işler. Orada birler ve sıfırlar vardır. Mantıkla hareket eder. O bir şey seçmez. O sadece bir makine gibi işler.

Fakat onunla ilgili bilinmesi gereken en önemli şey, zihin bir şoför değildir. O arabanın kendisidir. Onu sürecek şoför yoksa içgüdüler ve duygular onu sürecektir. Nitekim standart insanda şoför her zaman içgüdüler ve duygulardır. Yani insanların fikirlerinin temeli hep içgüdüler ve duygulardır. Ne ilginç değil mi? Yani diğer bir deyişle bir adamın çok zeki olması o adamın doğruyu bulmaya çok daha yakın bir adam olduğunun garantisi asla olamaz. Araba iyi olabilir. Fakat yanlış yola sürüldüyse asla menzile ulaşmayacaktır. Buna bir örnek verelim. Birbiriyle çekişen iki grubun bireyleri arasında A grubunun tüm bireyleri kendilerinin haklı olduğunu, B grubunun bireyleri de kendilerinin haklı olduğunu savunur. İki grubun bireylerinin içinde de çok zeki insanlar olabilir. Ama sonuç değişmez. İki farklı gruptaki her iki süper zekâ da kendi haklılığını ortaya koyacak deliller işler, diğer tarafı kötüler. “Onlar da şu konuda haklılar” diyenler genelde kör bir savunma içine girdiklerinde aptal gibi göründüklerini fark edip bu durumdan kurtulmak için karşı tarafa bilinçli paye verme eğilimindedir. Veya “Ne adil adam” desinler diye öyle yapar. Nefs ise hakikatte yalnızca kendi işine gelen şeyleri görmek ister. Ona zarar verecek şeyleri kabulden kaçınır. Bunlar zihin merkezinizi kullanan nefs-i emarenizin ince oyunlarıdır. Nefs-i Emmareyi bir mağara adamı gibi hayal etmeyin. O sizin tüm kazanımlarınızı kullanıp kendini gizleyebilir. Bununla neyi kastetmiş olduğumu kendiniz inceden inceye düşünmelisiniz.

DUYGU MERKEZİ

Bu merkez insanın duygularının üretildiği merkezdir. Malum olduğu üzere insan nefret, korku, kıskançlık, tutku, beğenilme arzusu, hoşlanma, sevgi, aşk, anlaşılma veya anlama arzusu gibi belki onlarca duyguya sahiptir. Anlama arzusu, anlaşılma isteği, sevgi gibi duygular pozitif duygular diye düşünülürken nefret, çekememezlik, korku, değersizlik hissi, güçsüzlük/yapamama vs. gibi duygular olumsuz duygular olarak düşünülür.

 

İnsanın duygu merkezinin enerjisi çok büyüktür. Bu merkeze adeta insanın yaşam enerjisinin çoğunluk kısmının depo edildiği yer olarak bakılabilir. Ciddi hastalıklarla baş ederken bile vücudun hastalıkla mücadelesinin desteklemek üzere hastanın moralinin yükse tutulması tavsiyesini hatırlayalım. Duygu merkezinin enerjisi doğru kullanılmadığında size gün boyu lazım olacak olan enerjiyi bir anda harcayabilirsiniz. Örneğin bir anda parlayıp kavgaya yeltendiğinizde veya atlattığınız ama sonuçları ağır olabilecek bir kaza ile içinizde patlayan adrenalin sizden bir anda büyük bir enerji çeker. Günün geri kalanında kendinizi güçsüz ve dağılmış hissetmeniz çok doğaldır. Gereksiz tartışmalar, karı kocalar veya nişanlılar arasındaki uzayan çekişmeler yine sizden yaşam enerjinizi çeker. Bunların hepsinin duygu merkezinin yanlış kullanılmasından kaynaklandığını unutmamalıyız.

Şimdi burada önemli bir adıma geliyoruz. Seçtiğimizi sandığımız, tercih ettiğimizi düşündüğümüz şeyleri aslında gerçekten seçiyor muyuz? Soruyu diğer türlü soralım: Eğer bir insanın içgüdülerini, hangi güdülerinin baskın olduğunu, duygusal durumunu, içinde yetiştiği ortamı ve ona öğretilen düşünce yapısını, O anki ortam şartlarını ve bu ortam şartlarının onda tetiklediği hormonları tam olarak bilirsek, karşılaşacağı olaylar karşısında neyi tercih edeceğini önceden kestirebilir miyiz? Eğer kestirebiliyorsak bu kişi aslında seçiyor mudur yoksa şartların onun için hazırladığı kaçınılmaz rolünü mü oynuyordur? Bir örnek ele alalım. Bir deneğimiz olsun. Denek denendiğinden haberdar ise, başka bir güdünün tesirinde kendisinden o an beklenmeyen bir tepki verebilir. Örneğin evlenecek gençlerin, sınandıklarını ve değerlendirildiklerini bildikleri için kendilerini eş adaylarına olmadıkları gibi tanıtması, onların yanında farklı davranması buna örnek gösterilebilir. Ama diğer baskın etkenler (beğenilme ihtiyacı, istediğini almak için etki bırakma isteği gibi) ortadan kalkınca birey artık nişanlıyken gösterdiği davranışı göstermemeye ve içgüdü-duygu-geçmiş tecrübe ekseninde hareket etmeye başlar. Mesela önceden hiç bağırmazken bağırarak konuşmaya başlar, önceden ilgili davranırken artık ilgisiz davranır, insanlığından kaynaklanan bazı utandırıcı hallerini artık saklama gereği duymaz.

Kendini yeterince gözlemlemiş olan bilir ki davranışlarının neredeyse hepsi mekanik olarak ortaya çıkmaktadır. Yani sadece etki ve o etkiye karşı merkezlerin (içgüdü, hareket, zihin ve duygular) bugüne kadar ki şartlar altında almış oldukları pozisyona göre verilen mekanik tepki vardır. Bu tepki size gayet artistik, zekice, medenice görünebilir. Ama bu, kendini unutmuş halde yaşayan bir insanın verdiği tüm tepkilerin seçmeden yani mekanik olduğu gerçeğini değiştirmez. Kendini unutmuş insanın seçme düşüncesi yalnızca bir yanılsamadan ibarettir. Ortaya koyduğu davranışlar birikiminin sonucudur. Öyle yaşayageldiği ve şartlar bu şekilde oluştuğu için ortaya bu sonuçlar çıkmaktadır. İnsan emmare (mekanik) haliyle içinde yaşadığı kâinatta bir takım fiziki değişiklikler yapabilir. Ama zinciri, yani sebep sonuç ilişkisini kıramaz. Onun gerçek manada, bir şuur, gerçek bir bilinç olarak var olabilmesi için önce mekanik yaşamı kırması gerekmektedir.

Bunu daha iyi ortaya koymak için şöyle bir açıklama daha getirelim. İnsanın içindeki içgüdü, hareket, zihin ve duygu merkezleri çok farklı hızlarda hareket eder. Bu şu demektir: Kişi dış dünyadan bir uyaran aldığı, yani bir olayla karşı karşıya geldiği zaman bu merkezlerin harekete geçme hızları arasına fark vardır. Bu farkı basitçe şöyle de anlayabilirsiniz: Bir dere içinde suya girmeden taşlara basarak ilerlemeye çalıştığınızı düşünün. Önce hangi taşa basacağınızı düşünerek zihninizde belirlemeye sonra da belirlediğiniz o taşlara basarak ilerlemeye çalışın. Bunu yapabilirsiniz. Fakat hızlandığınızda, biraz daha hızlandığınızda zihninizin basacağınız taşları belirlemekte hantal kaldığını, zihin yerine hareket merkezinin devreye girip zihnin onayını almadan karar verdiğine üstelik oldukça seri ve isabetli davranabildiğine şahit olacaksınız. Hareket merkezinizin zihin merkezinden daha hızlı çalıştığını bu deneyle görebilirsiniz. Şimdi farklı bir durumu ele alalım. Mesela dalıp gittiğiniz bir anda elinizi yanlışlıkla çok sıcak bir yüzeye koydunuz. Zihniniz daha ne olduğunu ile anlamadan, hatta henüz duygu olarak hiçbir şey hissedemeden bir merkez elinizi son sürat size oradan çektirecektir. Zihninize de asla danışmayacaktır. İçgüdü merkezinize hoş geldiniz… Şimdi bu merkezlerin hızlarını sıralayalım. En hızlıdan hantala doğru sıralamak gerekirse: İçgüdü, hareket, duygu, zihin merkezleri şeklinde söylenebilir. Duygu merkezi doğru şekilde geliştirildiğinde içgüdü ve hareket merkezinden çok daha hızlı devreye girebilir olsa da bu ileriki bir yazının konusu olabilir.

Şimdi bu sıralamayla birlikte bilinçli zannettiğimiz bir davranışın nasıl ortaya çıktığına bir bakalım:

OLAYİÇGÜDÜYE ÇARPAR (Bir içgüdüyü uyandırır). İçgüdünün uyanması çok hızlıdır ve anında bu içgüdüler duyguları devreye sokar. DUYGU MERKEZİNİ UYANDIRIR (İçgüdü programlandığı üzere kendisi için iyi olan sonucu ortaya çıkaracak duyguyu tetikler: Örneğin bir eleştiri gelmişse üstünlük kurma, değerli olmayı arzulama içgüdüsü devreye girer ve eleştirene karşı nefret hissini tetikleyebilir. Eğer kişi karşı cinsten bir uyaran alıp cinsellik içgüdüsü tetiklenmişse bu durumda da karşısındaki kişiyle kendisini yakınlaştırmak isteyen duyguları devreye sokulacaktır) Oluşan duygular zihin merkezinin direksiyonuna geçer ve ortadaki durumu, oluşan duygularla uyumlu olarak yorumlar ve içgüdünün istekleriyle uyumlu zihinsel sonuçlar üretir. Daha sonra ortaya çıkan bu zihinsel sonuç bireyden dışarıya bir davranış/söz/fiil olarak sadır olur. Bazı insanlar çok yoğun zihinsel faaliyetlerde bulunmalarını, yani konular hakkında saatlerce düşünüyor olmalarını bir ‘seçme’ ve farkındalık sanırlar. Oysa bu direksiyonunda şuurun olmadığı bir arabayı saatlerce şuursuzca belirlenmiş bir yöne sürmekten başka bir şey değildir. Şuur, düşünmek demek değildir.

Örneğin kendilerini unutmuş, şuur olarak uyku halinde ve birbiriyle tartışan insanlara sorduğunuzda o size bunları sadece düşünerek bulduğunu, zaten aklın bunu emrettiğini, mantıklı sonucun bu olduğunu, başka türlü düşünenlerin kafasını kuma gömmüş cahiller olduğunu söyleyebilir. Oysa o zihnin ürettiği düşünceleri tetikleyen duyguları ve hele ki içgüdüyü hiç görmez ve farkına varmaz. O yüzden birçok zeki insan aynı olayı birbirine tam zıt şekilde yorumlayıp kendi tarafını haklı çıkaracak sonuçlar elde edebilir ve gayet adil olduğunu düşünür. Bu insanlara dışarıdan baktığınızda gayet bilgili, entelektüel, iyi giyimli ve ne dediğinden emin adamlar olarak görebilirsiniz. Oysa söylediklerinin temelinde üzerine hayatını inşa ettiği sosyal kimliğe bağlılık, sahip olduklarını kaybetme, gücü/üstünlüğü elinden kaçırma gibi korkular veya farklı içgüdüler yatıyor olabilir.

Tekrar soralım: İnsan seçmiyor mu?

Cevap: İnsan seçebilecek kabiliyette yaratılmıştır. Ama içgüdülerinin (nefs-i emmaresini) çekim merkezinden çıkmadıkça seçemez. Sadece içgüdülerinin emirlerinin gereğini yapar. Aynı hayvanların yaptığı gibi.

İnsan hayvandan nerede ayrılıyor… Eğer emareden hiç çıkmıyorsa belki de hiç ayrılmıyor… Hevasının (dürtülerinin) esiri olarak kendisine verilmiş olan yeteneği hiç aktive etmediyse elbette bunun bedelini de ödeyecektir.

O halde emmare kafesinden çıkış önce gerçek halimizi görmekle başlar. Hayır hayır yanlış anladınız. Dediklerimi kabul etmenizle değil. Kendinizde kalıp kendinizi izleyerek görebildiğinizde başlar…

Allah her şeyin en iyisini bilendir.

 

NOT: Bu yazıda insanın içyapısının kapısını araladık. Nefs-i Emmare’den biraz bahsettik. Fakat konu bundan daha detaylıdır. Nefs-i Emmarenin yukarıda açıkladığımız sistemin içinde nasıl bir yere konuşlandığına, sistemimizi nasıl kullanabileceğine, yeteneklerine ve neler yapabileceğine çok fazla değinemedik. Nasip olursa başka yazılarda konuya devam edeceğiz.

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ