Bekir YOLCU
Sözlükte "birinin yerine geçmek, bir kimseden sonra gelip onun yerini almak, birinin ardından gelmek, gitmek, yerini doldurmak, vekâlet veya temsil etmek" gibi anlamlara gelen hilafet kelimesi, terim olarak İslam devletlerinde Hz. Peygamber'den sonraki devlet başkanlığı kurumunu ifade etmek için kullanılmıştır. Devlet başkanlığının bir adı da imamettir. Devlet başkanına, Resulü Ekrem'in vekili olarak onun adına toplumu yönettiği için halife, önder ve lider olması sebebiyle de imam denildiği görülmektedir. Hz. Ömer devrinden itibaren "emirü'l-mü'minin" tabirinin halife yerine kullanıldığı ve ileri dönem kaynaklarında cemaatle kılınan namazlardaki imamlıktan ayırmak için devlet başkanlığına "imamet-i kübra" (imamet-i uzma) denildiği de görülmüştür.
Müslüman toplumlarda devlet başkanlığına hilafet denmesi halifenin risalet görevi hariç Hz. Peygamber'in yerine geçerek onun dünyevi otoritesini temsil etmesi, yeryüzünde dinin hükümlerini uygulamak, dünya işlerini düzene sokmak üzere Allah'ın yeryüzündeki hâkimiyetini veya bütün müminlere ait olan hilafet ve yetkiyi temsil etmesi gibi sebeplerle açıklanır. Dolayısıyla bu makamdaki kişiye "halifetü Resulullah" da denilmiştir. İlk dönemlerden itibaren halifenin "halifetullah" (Allah’ın halifesi) tabiriyle anılması temayüllerine rastlanırsa da bunun yaygın bir kullanım olmadığı görülmektedir. Kaynaklarda, Hz. Ebu Bekir'in kendisine Allah'ın halifesi diye hitap eden bir kişiye tepki gösterdiği, Ömer b. Abdülaziz’inde buna karşı çıktığı belirtilmektedir. Halifeye adeta ilahi bir yetki ve vekâlet atfeden böyle bir adlandırma İslam âlimleri tarafından hiç kullanılmadığı gibi kamuoyunda da kabul görmemiştir. Buna rağmen hilafetin saltanata dönüştüğü dönemden itibaren devlet başkanlarının makamlarını koruma ve yaptıkları işlere kutsallık atfetme adına bu kavramı kullandıkları görülmektedir.
İslam âlimleri Hz. Peygamber'in vefatıyla peygamberliğin sona erdiği, buna karşılık toplumun idaresiyle ilgili diğer işleri bir kişinin üstlenip bunları tek başına veya bazı görevleri yetkili şahıs ve mercilere devrederek yürütmesi, böylece Müslümanların düzen içinde yaşamasını temin etmesi gerektiği üzerinde görüş birliğine varmışlardır. Ancak bir kısım âlimler, devlet başkanının İslam’ın dünyevi ve içtimai hükümlerini uygulama görevini göz önünde bulundurarak bu işe dini bir karakter atfederken bir kısmı da insanların siyasi birlik ve düzen içinde yaşamasını ve bu amaçla devlet kurmasını akli ve tabii bir ihtiyaç olarak görmüşlerdir. Kur'an-ı Kerim'de ve hadislerde hakka ve adalete bağlı olma, meşveretle iş görme, zulmü önleme, İslam’ın emir ve kurallarına uygun davranma ve onları uygulamada birlik ve bütünlükten ayrılmama gibi kamu yönetimini de ilgilendiren genel ilkelerden söz edilse de devlet başkanlığı, devlet başkanında bulunması gereken şartlar, bu kişinin görev ve sorumlulukları gibi konular da ayrıntılı hükümler yer almaz.
Hz. Peygamber'in vefatından sonra ilk dört halifenin iş başına geliş usulleri ve yönetim tarzları, bunu takip eden Emevi ve Abbasi iktidarları Müslüman âlimler için önemli bir bilgi birikimi ve gözlem konusu olmuş, hilafetle ilgili görüşler de bu bağlamda dile getirilmiştir. Gerek çeşitli eserlerde ifade edilen görüşler gerekse V. (Xl.) yüzyıldan itibaren yazılan "el-ahkamü's-sultaniyye" türü eserlerde yer alan ifadeler Müslüman âlimlerin kendi şartları, gelenek ve imkanları içinde en iyi yönetim biçimini arama, mevcut sistemi iyileştirme çabaları olarak değerlendirilebilir. Bunun için de krallık, şeflik, mutlakiyet ve saltanat dışında yönetim biçiminin bilinmediği bir devirde halifenin "ehlü'l-hal ve'l-akd" denilen bir kurul veya kesim tarafından seçilmesi, halkın biatının alınması, dini kuralları açıkça çiğneyen halifenin görevden azli, halifenin ilahi bir gücünün bulunmadığı ve ümmete ait hâkimiyeti temsil ettiği, ferdi olarak Allah'a karşı sorumluluk taşıması yanında görevi sebebiyle Müslümanlara karşı da sorumluluk taşıdığı gibi hususların ele alınıp tartışıldığı görülmektedir.
İslam dini müslümanların nasıl bir siyasi organizasyon içinde kimler tarafından yönetileceği konusundan ziya de ehil olanın iş başına gelmesi, onun da hak ve adaleti hâkim kılması, ferdi ve uhrevi sorumluluk taşıması, Allah'ın huzurunda hesap vereceğinin bilincinde olması, kötülük, haksızlık ve zulmü önlemesi, katı ve baskıcı olmayıp insanlarla istişare ederek iş görmesi gibi temel esaslar üzerinde durmuş, kişilerin böyle bir dini ve ahlaki yetişkinlikte olmasına öncelik vermiştir. Halifenin şüra veya ehlü'l-hal ve'l-akd denilen (ümmetin bilgili, seçkin ve toplumda saygınlığı olan temsilcilerinden oluşan) kurulun seçimiyle veya bir nevi genel seçim demek olan halkın biatıyla iş başına gelmesinin önemi vurgulanır. Mevcut halifenin kendi yerine geçecek kişiyi belirlemesinin aday gösterme mi yoksa tayin mi olduğu hususu müslüman amme hukukçuları arasında tartışılmıştır. İslam hukukçuları genelde, her durumda halktan veya ehlü'l-hal ve'lakdden biat alınması gereği üzerinde durarak halifenin yetkisini veraset ve saltanat usulünden değil ümmetten aldığı fikrini vurgulamaya çalışırlar. Zorla iş başına gelen ve halkın kendine itaat etmesini sağlayan kimsenin de Allah 'ın hükümlerini açıkça çiğnemediği sürece meşrü halife sayıldığı yönünde klasik kaynaklarda yer alan ifadeler, fiili durumu kabullenme veya kuvvet karşısında suskun kalmayı teşvik olarak değil ümmeti fitne ve kargaşaya sürüklemekten çekinme, ümmetin birlik ve dirliğini koruma fikrine ağırlık verme olarak değerlendirilebilir. İslam âlimleri bu tutumu benimserken adil-zalim, iyi-kötü, dindar-fasık gibi nitelemelerin özellikle siyasi çekişmenin arttığı dönemlerde izafi bir karakter taşıyacağı noktasını da göz önünde bulundurmuş olmalıdır.
DÖRT HALİFE DÖNEMİ
Resülullah'ın vefatıyla sarsılan sahabeler İslam toplumunun birliğinin bozulmaması için bir lidere ihtiyaç bulunduğunun bilincindeydiler. Henüz Hz. Peygamber'in naaşı toprağa verilmeden Ensar’dan bazı kimseler Sakifetü Beni Saide'de toplanarak Hazrec kabilesi reisi Sa'd b. Ubade'ye biat etmek üzere harekete geçtiler. Ancak toplantıyı haber alan Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde b. Cerrah'ın da katılması ile olayın seyri değişti ve yapılan tartışmalardan sonra Hz. Ebu Bekir'e biat edildi. Bu tartışmalarda ensar İslam'a olan hizmetlerini, muhacirler de Kureyş'in Araplar arasındaki nüfuz ve otoritesini gerekçe göstererek içlerinden birinin halife seçilmesini istediler. Ensar’ın yönetimi paylaşma teklifine Hz. Ömer“ bir kına iki kılıç sığmaz” diyerek karşı gelmiştir. Bu toplantıda aktif rol almayan Haşimiler ise Resul-i Ekrem'e nesep açısından yakınlığın esas alınması gerektiğini zaman zaman dile getirdiler. Belli sayıdaki sahabe tarafından Hz. Ebu Bekir'e yapılan bu biata "el-bey'atü'l-hassa" denilmektedir. Daha sonra Mescid-i Nebevi'ye giden Hz. Ebu Bekir' e burada bütün Medineliler gelerek biat ettiler ve buna da "el-bey'atü'l-amme”adı verildi. Sa' d b. Ubade Hz. Ebu Bekir' e ömrü boyunca biat etmemiş, fakat aleyhinde de herhangi bir faaliyette bulunmamıştır. Sakifetü Beni Saide'de toplantı sürerken Hz. Peygamber'in cenazesinin yıkanmasıyla meşgul olduğu için görüşmelere katılamayan ve Hz. Fatıma'nın ve Fatma kadar da bu işle ilgilenmeyen Hz. Ali başta olmak üzere Abbas, Zübeyr b. Avvam, Utbe b. Ebu Leheb, Ebu Zer el Gıfari, Ammar b. Yasir, Übey b. Ka'b ve Selman-ı Farisi gibi sahabeler Hz. Ebu Bekir'e daha sonra biat etmişlerdir. İslam tarihindeki bu ilk biat ileriki dönemlerde, halifenin kamuoyu nezdinde meşruiyet kazanabilmesi için Müslümanların veya onların ileri gelenlerinin desteğini almasının şart olduğu fikrinin kaynağı ve gerekçesini teşkil etmiştir. Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman ve Üseyd b. Hudayr gibi bazı sahabilerin de görüşlerini alan Hz. Ebu Bekir kendisinden sonra Hz. Ömer'in halife olmasını vasiyet etti ve Hz. Osman'ı çağırarak vasiyetnamesini yazdırdı. Bu uygulama, daha sonraki dönemlerde istismar edilerek saltanat sistemi içinde yapılagelen veliaht tayinlerine dayanak olarak gösterilecektir.
Hz. Ömer kendisinden sonraki halifeyi şahsen belirlemeyip seçimi altı kişilik bir şura heyetine bırakmıştır. Bu altı kişi yaptıkları görüşmeler sonunda kendi aralarından Hz. Osman'ı seçmiş, ardından da halkın biatı alınmıştır. Bu uygulama ileriki dönemlerde teşekkül edecek olan hilafet nazariyelerinde halifenin ehlü'l-hal ve'l-akd tarafından seçilmesi halinde meşruiyet kazanacağı fikrine temel teşkil etmiştir.
Hz. Osman'ın şehid edilmesi üzerine boşalan hilafet makamı için farklı talep ve öneriler gündeme gelmişse de isyancıların ısrarı neticesinde Hz. Ali'ye biat edildi. Hz. Osman, kendisine karşı çıkan isyancıların hilafeti bırakması taleplerine; “ Allah’ın bana giydirdiği kisveyi çıkarmam” diyerek bu talebe karşı çıkmış ve sonucunda da şehit edilmiştir. Daha sonraki dönemde Hz. Osman’ın bu anlayış ve yaklaşımı bazıları tarafından saltanatlarını kutsallaştırma ve devamlı kılma adına kullanılmıştır.
Ölüm döşeğinde iken Hz. Ali'den kendisinden sonra halife olacak kişiyi belirlemesi istendiğinde onun, "Hayır, sizi Resulullah'ın bıraktığı gibi bırakıyorum. Allah sizi onun vefatından sonra birleştirdiği gibi birleştirir" cevabını verdiği, oğlu Hasan'a biat edilmesi hususundaki görüşü sorulunca da, "Bunu size ne emrederim ne de yasaklarım; siz daha iyi bilirsiniz" dediği rivayet edilir. Hz. Ali bu davranışıyla, halifenin iş başına gelmesinde veliaht tayininin usul haline gelmesini önlemek ya da çocuklarını sonu gelmez iktidar mücadelesinden uzak tutmak istemiş olabilir. Hz. Ali'den sonra Küfe'de Kays b. Sa'd'ın girişimiyle Hz. Hasan'a biat edildiyse de, Muaviye b. Ebu Süfyan'ın ısrarı üzerine müslümanlar arasında yeni bir savaşın çıkmaması için halifelikten çekildi ve görevi Muaviye'ye devretti. (41/661)
Sonuç itibariyle Hz. Ebu Bekir halkın çoğunluğu tarafından direkt, Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir’in önerisi ile halkın onay ve seçimiyle, Hz. Osman, halkın temsilcisi sayılan altı kişilik şura ve halkın biatıyla, Hz. Ali ise Şam ve Hz. Osman taraftarları dışında Ensar-Muhacirin ve halkın ileri gelenleri tarafından tercihiyle seçilmiştir. İlk dört halifenin veraset sistemiyle iktidara gelmediklerini, bunların çocuklarını veliaht olarak bırakmadıklarını, teknik olarak farklı şekillerde seçilmekle birlikte siyasi meşruiyetlerini halktan aldıklarını ve buna bağlı olarak meşruiyet sorunu yaşamadıklarını söyleyebiliriz. Ayrıca söz konusu olan halifeler icraatlarında referans olarak Kur’an ve sünneti esas alacaklarını ve bu iki kaynağa muhalif davranmaları halinde kendilerine biatın gerekli olmadığını beyan ediyorlardı. Dolayısıyla bu halifeler gerek şahıs olarak kendilerini ve gerekse kurumsal anlamda iktidarlarını kutsal ve ilahi iradenin temsilcisi olarak görmüyorlardı.
Hz. Peygamber ve dört büyük halifenin uygulamaları esas alındığında İslam devletinde “din işi devlet işi” ayrımı yapılmadığı görülür. Yasama, yürütme ve yargı görevlerini yerine getiren yöneticilerin aynı zamanda halkın inanç ve ibadetleri ile ilgili görevleri de bulunmaktadır. Meşru iktidarın dayanağı Allah’ın iradesine uygun hareket etmektir. İnsanlar her türlü işlerinde olduğu gibi, devlet işlerinde de Allah’ın emir ve yasaklarına uyacaklardır. İslamiyet bireysel ve toplumsal hayatın her alanıyla ilgili hükümler getirmiştir. Buna göre toplumsal hayatın en üst düzeyde örgütlenme biçimi olan devlet de dinin düzenleme alanına girmektedir.
EMEVİLER DÖNEMİ
İlk halifeler döneminde temel bir istişari yönetim geleneği kurumsallaştırılamadığından Hz. Ali’nin şehid edilmesiyle bir yönetim krizi ortaya çıktı. Muaviye, Hz. Osman’ın kan davasını güdüyordu. Varislikle ilgili ayetleri (isra 17/33) ileri sürerek öldürülen Hz. Osman’ın varisi olduğunu belirtip Hz. Ali’den Hz. Osman’ın katillerini yakalayıp cezalandırmasını yâda teslim edilmesini istiyordu. Ayrıca Muaviye, Hz. Ali’ye sürekli muhalefet edip hilafetini tartışmalı hale getirmeye çalışıyordu. Hz. Ali’nin şehadeti sonrası Hz. Hasan’a biat edimesi üzerine Muaviye muhalefetini bu dönemde de sürdürdü. Hz. Hasan tekrar kan dökülmemesi için iktidarı Muaviye’ye bıraktı. İktidarla girdiği mücadele sonrasında Muaviye yönetim erkini eline geçirdi. Yani yeni kurulacak olan Emevi devleti ve yönetimi bir iç savaşın sonucu olarak ortaya çıkacaktır. Bu gelişmeler hem yönetim anlayışında (hilafet) hem de uygulamalarda önemli kırılmalara neden olmuştur. Bunlar, seçim usulü, halifelerin yaşayış tarzları, devlet hazinesinin kullanım tarzı, fikir hürriyetinin son bulması, yargı bağımsızlığının sona ermesi, müşavere usulünün kalkması, kanun üstünlüğünün sona ermesi, kavmiyetçiliğin (mevali) yeniden başlaması gibi çok önemli değişiklikler ve problemler olarak sayılabilir.
Hz. Ali ile iktidar mücadelesine giren ve onun vefatı sonrasında oğlu Hasan’dan hilafeti alan Muaviye, yönetimi zorla elde etmesine rağmen bu yılı Cemmat/Birlik Yılı ilan etti. Bu yıla birlik yılı denilmesi, tüm Müslümanların Muaviye’ye biat ettikleri, onu meşru halife olarak kabul ettikleri ve onun iktidarını benimsedikleri anlamına da gelmiyordu. Aslında Birlik Yılı, Muaviye’nin kılıç zoruyla iktidarı aldığı, rakiplerinin ise Muaviye’ye teslim oldukları yıl anlamına geliyordu. Muaviye, birlik yılında, kendisine biatın tamamlanmasından sonra Medine’de yaptığı konuşmada; “Biliyorum, ben sizin rızanızla iş başına gelmedim. Yönetime geçmeme de sevinmediniz. Ben kılıcımla sizi yola getirdim.” diyerek aslında iktidarı zorbalıkla ele geçirdiğini de ilan ediyordu.
Daha sonraları yönetimin meşruiyetini sağlamak adına birtakım çözüm yoları üretilmeye çalışıldı. İktidarın meşruiyetini sağlamak için mevzu hadislerle Şam’a kutsiyet atfetme yoluna gidildi. Muaviye, Hz. Peygamberin eşi Ümmü Habibe’nin kendisinin kardeşi olmasını, vahiy kâtibi olduğunu, Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanında Şam valiliği yaptığını dillendirdi. Ayrıca Hz. Osman’ın mirasını devraldığını iddia etmiş, bunların yeterli olmadığını anladığında da yönetiminin meşruiyetini; cebri anlayışlı bir kader anlayışıyla meşrulaştırma yoluna gitmiştir. Yönetimi ele geçirmesinin Allah’ın takdiri olduğunu, devlet işleri konusundaki tecrübeleri ve ona ehil olmaları nedeniyle Allah’ın, Emeviler’in iş başına geçmesini takdir ettiğini hutbelerinde sürekli tekrarlamıştır. Muaviye’nin atadığı yöneticiler de aynı şekilde, bulundukları yerlerde bu fikri işlemişlerdir. Bu yöneticilerden biri olan Ziyad b. Ebih, ‘el-Betrâ’ adıyla anılan hutbesinde: “Ey insanlar! Biz sizin yöneticileriniz olduk, Allah’ın bize verdiği güçle sizi yönetmeye devam ediyoruz...” diyerek Allah’ın takdirine vurgu yapmaktadır. Yine Muaviye, Yezid’in veliaht olmasına itiraz edenlere; “Yezid’in durumu Allah’ın takdiridir, kulların kendi işlerinde seçim hakları yoktur.” diyerek, meşruiyet sağlamak için oluşturmaya çalıştığı kader anlayışını ortaya koymuştur. Bu anlayışın uygulayıcılarından olan Yezid, Hz. Hüseyin’in öldürülmesini de “Allah’ın takdiri” diyerek açıklayacaktır. Emevilere karşı gelişen toplumsal hoşnutsuzluğu teskin etmek için, oluşturulan cebri kader anlayışı kullanılmış ve iktidara meşruiyet zemini bulunmaya çalışılmıştır.
Muaviye, Hulefa-yi Raşidin döneminde hayli belirginleşen seçim ve biat ilkesini tamamen reddetmemiştir. Seçimi, oğlu Yezid'i veliaht ilan edip onun halifeliğini garantiye alacak şekilde, saray çevresinde kendini destekleyenlerden oluşan bir ehlü'l-hal ve'l-akd uygulamasına dönüştürdü. Biat kavramı da atanan halifeyi onaylama yani mecburen kabul etme şeklinde bir anlam kaymasına uğradı. Bu biatta tüm halkın katılması şeklinde değil temsili bir tarzda yapılıyordu. Biat halk adına vali, kumandan ve şehrin ileri gelenleri tarafından yapılıyordu. Camiye çağrılan halkın “işittik itaat ettik, kitap ve sünnetle amel ettik” diyerek biatı gerçekleşmiş oluyordu. Biat almada zorlanınca para dağıtma ve tehdit yoluna da başvuruluyordu. II. Muaviye ve Abdülmelik b. Mervan'dan sonraki halifelere de bu şekilde biat edilmiş, böylece hilafet, babadan oğula veya hanedanın başka bir üyesine geçmek suretiyle saltanata dönüşmüştür.
Düşünce ve uygulamalardaki kırılma sadece biat kavramıyla kalmadı. Yönetim erkinin kutsiyeti üzerinde de tartışmalar yaşandı. Muaviye, Hz. Aliye karşı haklılığını şöyle savunuyordu: “ Yer Allah’ındır; ben de Allah’ın halifesiyim. Dolayısıyla ben Allah’ın malından ne alırsam, artık o mal benimdir. O maldan ne terk edersem oda bana caizidir diyerek önceki dönemlerde görülmeyen iktidarın kutsallığını oluşturma yoluna gitti. Muaviye’nin Beyt’ul Mal’ı, Allah’ın malı olarak isimlendirmesine Ebu Zer karşı çıkmış ve : “ Ben bu mal Allah’ın malı değildir demeyeceğim; ama bu mal Müslümanların malıdır. Sen ise bu sözünle malı Müslümanların elinden çekmek istiyor.” Demişti. Hulefa-i Raşidin hiçbir dönemde halife kavramını “Allah’ın temsilcisi” anlamında kullanmamışlardır. Bu kavram vefat edenin yerine geçen, onun idarecilik görevini devam ettiren kişi anlamında kullanılmıştır. İktidarın, gücünü Allah’tan aldığı ve yalnızca O’na karşı sorumlu olduğu düşüncesi Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer tarafından kabul görmemiştir. Hz. Ebubekir’in halife seçildikten sonra; “Ben, sizlere yönetici oldum ve de en hayırlınız değilim.” demesi ve Hz. Ömer’in halife seçildikten çevresindekilere sıklıkla bir hatasının olup olmadığını sorması göstermektedir ki, halife; Allah'ın vekili değil, yanılabilir, sıradan bir bireydir ve meşruiyeti halkın kabulüne (biat) dayanmaktadır. Emeviler de ise bu kavramın bazen Allah’ın temsilcisi olarak algıladığını böylece halifelere dini bir nitelik kazandırılmaya çalışıldığını görmekteyiz. Aynı zamanda Emir’al-mü’minin, Eminullah, Halifetullahi fi’l-arz, Halifetullah gibi ifadelerde kullanılırdı. Aslında Halifeleri Allah’ın iradesinin temsilcisi konumuna çıkarmakla, idarenin icraatlarını meşrulaştırmak, iktidar karşıtı muhalefet mekanizmasının önünü kesmek ve dinselleştirilen iktidarı eleştirmeyi dine karşı tavır alma olarak gösterip muhalif kişileri din adına cezalandırmak hedeflenmişti. Halbuki İslam itikadına göre hiç kimse yada hiçbir sınıf veya kurum Allah’ı temsil edemez, Allah adına konuşamaz.
HİLAFETTEN SALTANATA GEÇİŞ
Muaviye, Yezid’i veliaht tayin etmesinin gerekçesini şöyle açıklar: Ey İnsanlar, Rasulullah’ın sağlığında yerine kimseyi bırakmadığını biliyoruz. Hz. Peygamber’den sonra Müslümanlar Hz. Ebu Bekir’i münasip gördüler. Onların biatları, Kur’an ve sünnete uygundu. Ebu Bekir vefatından önce Ömer’i tayin etti. Şüphesiz buda Kur’an ve sünnete uygundu. Ömer ise vefatından önce halifeyi seçmeleri için altı kişiyi görevlendirdi. Buradan anlaşılıyor ki Ebu Bekir ve Ömer Rasulullah’ın yapmadığını yaptılar. Ömer ise Ebu Bekir’in yapmadığını yapmıştır. Bütün bu farklılıklar Müslümanların maslahatı için yapılmıştır. Bende Müslümanlar bocalamasınlar ve faydalarına olsun diye yerime Yezid’i bırakmayı uygun gördüm demiştir. Yezidin hilafetini halka benimsetmek için görevlendirilen Mervan, halka: “Emir’ül-mü’minin sizin için bir seçim yaptı ve kendisine oğlu Yezidi halife tayin etti” diye bildirdi. Abdurrahman b. Ebi Bekr ayağa kalktı: “Vallahi yalan söylüyorsun ya Mervan! Dedi ve Muaviye de yalan söylüyor! Ümmeti Muhammed için murad ettiğiniz şey seçim değil, lakin istediğiniz şey Kayserlik (hükümdarlık) kurmaktır ki, bir Herakl ölür yerine başka bir Herakl geçer diyerek itiraz da bulunmuştur. Muaviye, kendisinden sonra Yezidi halife tayin ederek aile hâkimiyetine dayanan yönetim anlayışını getirdi. Böylece baskı ve zorbalıkla elde edilen melikliğin hilafet anlamına gelip gelmediği tartışmaları da İslam siyasetine sokulmuş oldu. Bu gelişim seyrini değerlendirirken şu tespiti yapmak yerinde olacaktır. Muaviye’nin oluşturmaya çalıştığı yönetim sistemi ile ilgili yapılması gereken eleştiri; veliahtlık müessesesini seçerek yerine oğlunu bırakması değildir. Çünkü Hz. Ali’den sonra da yerine oğlu Hasan gelmiştir. Ancak aradaki fark birinin halka rağmen olması, diğerinin ise halkın talebiyle seçilmesidir. Hz. Ali’nin, oğlu Hasan’a bu işi bırakmadığı, Müslümanların Hasan’ı halifeliğe seçtiği bilinmektedir. Muaviye’nin bir diğer hatası da veliaht tayininde ehil olmayı göz önüne almamasıdır. İşin ehli olduğu ve halka rağmen olmadığı takdirde yönetimin babadan oğula geçmesinde herhangi bir problemin söz konusu olmayabilir. Kur’an’da da Hz. Davut’tan sonra yerine Hz. Süleyman’ın geçtiği anlatılmaktadır. Muaviye’nin hatası; halka rağmen ehliyetsiz bir veliaht ataması ve meşruiyet için dini kullanmasıdır. Onun yaptığı bu hatalar, hilafetin kaldırılışına kadar, istisnalar olmakla birlikte, bütün İslam tarihi boyunca devam etmiştir. Daha sonraki dönemde her halife vefatından önce halefini belirlemiştir. Emeviler’in ilk üç halifesi Ebu Süfyan’ın soyundan gelen süfyani koluna diğer onbir halife ise Mervani koluna mensuptu. Bu halifeler bazı zamanlarda kendi içlerinde iktidar kavgaları da yapmışlardır. Mesela Yezid b. Velid, Velid b. Abdülmelik’i devirip iktidara geldi.
Yezid’in hilafeti tepkiyle karşılanmasına rağmen isyan boyutundaki ilk itiraz Hz. Hüseyin’den gelmiştir. Yezid’e biatı kabul etmeyen Hz. Hüseyin Medine'den Mekke'ye gitmiş ve bu durumu öğrenen Kufeliler onu şehirlerine davet edip kendisine halife olarak biat edeceklerini bildirmişlerdir. Hz. Hüseyin de Müslim b. Akil'i gönderip Kufeliler'in biatını almış, fakat kendisi Kufe'ye ulaşamadan Kerbela'da şehid edilmiştir. Abdullah b. Zübeyr ise Muaviye'nin oğlu Yezid'i veliaht tayin etmesine ve hilafeti saltanata dönüştürmesine karşı çıkarak hilafet iddiasında bulunmuş, emirü'l-mü'minin unvanıyla halifeliğini ilan edip o günkü İslam toplumunun önemli bir kesiminin biat veya desteğini almıştır. O dönemde başka kişilerde halifelik iddiasında bulunmuşlarsa da bunların başarılı olmayışı hilafetin intikalinde alternatif usullerin gündeme gelmesine engel olmuştur. Veliaht tayini usulüyle halife olan I. Yezid ve II. Muaviye dönemlerinde saltanat usulü iyice yerleşti. Emevi hanedanı toplumda baskın bir hâkimiyet sağladığı için çocuğu olmayan II. Muaviye'nin ölümünden sonra iktidar aynı aile içinde Süfyaniler'den Mervaniler'e geçmiş ve sistemde bir değişiklik olmamıştır. Dönemin saygın âlimleri bütün baskı ve dayatmalara rağmen saltanat sisteminin dine aykırı olduğunu açıklamış ve bu konudaki tepkilerini ortaya koymuşlardır. Muaviye'yi hilafeti saltanata çevirmekle suçlayan âlimler halifeliğin Hulefa-yi Raşidin ile sona erdiğine söylemişlerdir. Örneğin Hasan-ı Basri saltanat sistemi hakkında bu icraat Muaviye’nin büyük bir hatasıdır demiştir. Devlet merkezinin bulunduğu Suriye'dekiler hariç Irak, Hicaz, İran ve Mısır bölgesinde yaşayan âlimlerin büyük çoğunluğu Emevi rejiminin karşısında olduklarından genellikle Hariciler dışındaki diğer isyanları desteklediler. Hilafet hakkının Hz. Ali’nin çocuklarına ait olduğunu söylememelerine rağmen onların isyanlarını haklı gördüler. Ancak toplumu iç savaşa sürüklemekten kaçınmak amacıyla mevcut idareye itaati de sürdürdüler.
Hilafet/İmamet meselesi toplum içinde hem gruplaşmalara yol açmış hem de itikadi, fıkhi, siyasi alanlarda birçok tartışmanın yaşanmasına ve grupların oluşmasına da yol açmıştır. Muaviye’ye karşı Hz. Ali’nin yanında yer alanlardan oluşan ve Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’in Kerbela’da öldürülmesinden sonra kurumsallaşan Şia’ya göre; imamet dinin asıl konularından biridir ve akaidin bir parçasıdır. Şia, imamatte tefvize imkân tanımaz ve bunu uygun görmez. İmamet, ümmetin eline bırakılacak kadar önemsiz bir konu değildir. O tıpkı nübüvvet gibi bizzat Allah’ın ilgilendiği temel bir inanç konusudur. Bu yüzden Şia imameti nübüvvetin bir parçası olarak değerlendirmiş ve kurum olarak da imameti nübüvvetin bir devamı olarak görmüştür. Şia, Hz. Muhammed’in dini ve siyasi otoritesinin onun soyundan gelen “masum imam”lar tarafından devam ettirildiği görüşünü savunmuştur. (Şia nübüvveti takip eden imametinde ilahi olduğu ve vahiyle tayin olunduğunu iddia etmiştir.) Hz. Ali’nin saflarında Muaviye’ye karşı savaşırken Hakem Olayı sonrası Hz. Ali’ye cephe alan Hariciler ise; peygamberin otoritesinden bahsetmeden, Kur’an’ın otoritesine vurgu yapmışlar ve bu otoritenin ümmet tarafından yürütüleceği fikrini ortaya atmışlardır. Hariciler uygun nitelik taşıyan her Müslümanı ilke olarak yönetimde hak sahibi görmektedirler. Hariciler, zalim yöneticiye başkaldırmanın ve silahlı isyanın gerekliliğini savunuyorlardı. Bu ilke bağlamında imamet, imametin şartları, imamın seçilmesi, adalet ve zulüm kavramları üzerinde durmuşlar ve bu konulardaki görüşlerini içeren kuramlar oluşturmuşlardır. Haricilerin en bariz vasıfları takvalı olmaları, ideal bir İslam toplumu istediklerini söylemeleri, çöl ortamından geldikleri için yeni ortama ayak uyduramadıkları, sert-inatçı bir karaktere sahip olmaları, kendilerinin dışındakileri Müslüman saymadıkları ve kısacası dar bir dini anlayışa sahip olmalarıdır. Hariciler iktidarın Emevi ailesinin hakkı olduğu iddiasını reddediyor. İktidar kurucularını tekfir ediyor ve onlarla savaşmayı dini bir emir kabul ediyorlardı. Bu nedenle Hariciler birçok isyan çıkarmışlardır. Toplumsal anarşizm oluşturmalarından dolayı halktan destek bulamamışlardır.
Genel itibariyle Hariciler, Ehl-i Sünnet ve Mu’tezile’nin büyük çoğunluğu, Hz. Peygamberin vefatıyla risaletin sona erdiği ve bu nedenle de yönetimin manevi/ruhani olarak değil fakat siyasi ve dünyevi anlamıyla devam ettiği konusunda görüş birliği içindedirler. Buna karşın Şia ise yönetimin, peygamberden sonrada hem siyasi hem de manevi bakımdan sürdüğünü iddia etmiştir.
İmamet konusu etrafında başlayan tartışmalara, önce Hariciler sonrada Şia, Mutezile ve Mürcie ekolleri söz söyleyerek konumlarını belirlediler. Ehli Sünnet ise, en son konuşan ve düzenlemelerde bulunan ekol oldu. Haricilerin tekfire dayalı sert muhalefetlerinin Mürcieyi doğurduğu kabul edilir. Mürcie’nin Ehl-i Sünnetin öncüsü ve onun ılımlısı olduğu varsayıldığında, Mürcie’nin üstlendiği ılımlaştırıcı ve merkezileştirici işlevin, Ehli Sünnet tarafından devralındığı görülür. Gerçekten de aşırılıkları dengeleme duyarlılığı, ifrat ve tefrit arasında orta yolu izleme özelliği, sünni siyaset geleneğinin belirgin vasfı olmuştur. Ehl-i sünnet siyasal düzlemde ılımlılığı, uyumu ve itidali esas almıştır. Yöneticiler tarafından diğer fırka mensuplarının gördüğü sıkıntılara uğratılan Ehl-i Sünnet uleması zulüm, adalet, yöneticilerin azgınlığı konularında benzer düşünceler taşımış iseler de asla onlar gibi politik şiddet yolunu tercih etmemişlerdir. Sünni ulema başarısı olmayan ayaklanma ve başkaldırı hareketlerini fitne uyandırmaktan öte bir anlam taşımayacaklarını düşünmüşlerdir. Böylesi girişimlerin Müslüman toplumun birliğini ortadan kaldıracağını, yönetimi daha da sertleştireceğini söylemişlerdir. Abdullah b. Ömer, İbrahim En-Nehai, Şa’bi ve Hasan Basri gibi âlimler fikir ve yaklaşımlarıyla Sünniliğe öncülük etmişlerdir. Onların söylemlerindeki en belirgin özellik, fırkalaşmaya karşı Müslümanları cemaate bağlı kalmaya, selefin yoluna sarılmaya ve itidale, iktidara karşı haksız olsa bile silahlı bir mücadeleye kalkışmaktan kaçınmaya çağırmaktı. Daha sonraları sünni kelmacı ve fıkıhçılar, cebre dayalı iktidarı gayr-i meşru ilan emekten kaçınmışlar ve onu da kurumsal bir temele oturtmuşlardır. Başta Gazzali, Maverdi, Bakıllani ve Bağdadi gibi bir dizi Eş’ari düşünürünün geliştirdiği söylem, somut ve askeri güç karşısında içine düşünülen çaresizliği belgelemektedir.
Bu dönemdeki isyanlar halkın topyekün saltanat sistemine karşı bir başkaldırısı yâda İslam’dan uzaklaşmaya bir tepki olarak ortaya çıkmış değildir. İsyanlar genel itibariyle önceki (Hz. Osman ve Hz. Ali’nin şehit edilmeleri, Sıffin savaşı, Hakem ve Kerbela olayları) olaylarla bağlantılı olduğundan halk nezdinde bir iktidar kavgası yâda iç çekişme olarak algılandı. Çıkan isyanlar çok kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Bunlardan en önemlileri Kerbela olayı, Abdullah b. Zübeyr üzerine ordu gönderilmesi, Abdurrahman b. Eş’as la yapılan savaş, Zeyd b. Ali isyanı bunlardan belli başlılarıdır. Bu isyanlar bastırılırken çok büyük zulümler yaşanmış ve toplumun hafızasından silinmeyen Vak’at’ül-Harre gibi olaylara şahit olunmuştur. Bu isyanların büyük çoğunluğu siyasi iktidarın meşruiyeti ve iktidarın devrilmesi yönünde gerçekleşti. İktidar kendine karşı çıkan isyanları otoritesinin elinden alınması ve alaşağı edilmesi olarak tanımladı ve düzeni koruma adına sert müdahalelerde bulundu.Hatta isyan etmeyip sert eleştirilerde bulunan bazı âlimleri dahi cezalandırılırdı. Dönemin âlimlerinden Ebu Hanife, Muhammed b. Sirin, Hasan-ı Basri, Sad b. Cübeyr bunlardan bir kaçıdır. Hucr b. Adiyy’e verilen ölüm cezasına, Hasan Basri ve Kadı Şureyh itiraz edip onun öldürülmesinin haram olduğunu söylemiş olmalarına rağmen karar siyaseten uygulandı. İşte bu kanlı süreçte ulema sükûnet ve istikrar adına çıkış yolu üretmeye çalıştı. Mevcut şartların daha sonra ortaya çıkacak olan Mezheplerin siyasi fikirlerinin teşekkülünde büyük oranda belirleyici olduğu da görülecektir.
Emeviler döneminde ulema dini muhalefeti temsil ediyorlardı. Ama bu muhalefet dönemin bütün alimlerinin üzerinde konsensüs sağladığı bir yapı yada organizasyon değildi. Bu muhalefet, yönetimin savunduğu dini anlayışa ve onun din dışı bazı uygulamalarına bir tepki olarak ortaya çıkmış, siyasi amaçlardan uzak, referansı dini sabiteler olan gayr-i memnunların hareketiydi. İsyan hareketlerini fiilen destekleyen âlimler olduğu gibi (Said. Cübeyr-Haccac tarafından şehit edildi-, Mücahit b. Cebr -Haccac döneminde hapse atıldı.-, Amir b. Şurahil eş- Şa’bi) sözle muhalefet eden âlimler,( Hz. Aişe, Abdullah b. Abbas, Enes b. Malik, Said b. Elmüseyyeb, Ebu Hanife, Hasan Basri) ve de tarafsız kalanlarda vardı(temsilcisi ise Abdullah b. Ömer’di). Emevi yanlısı olarak tanınan âlimlerin temsilcisi ise İbn Şihab Ez-Zühri’idi. Fakat siyasi yapı âlimlerin bir kısmına resmi görevler vererek sistem içinde tutmaya çalışırken bir kısmını tehdit ve baskı yoluyla susturma yoluna bir kısmını da isyanlarla bağlantılı ya da isyancı sınıfından diyerek ortadan kaldırma yoluna gitti.
Devlet birçok konuda gayri İslami uygulamaları ve mevali siyasetiyle halkın genelinin tepkisini çekmesine rağmen yine de din ile irtibatını her zaman canlı tutmaya çalışmıştır. Devlete itaatin temeli diyeceğimiz şer’i hukukun uygulanmasında her ne kadar haksızlık ve zulümler görülse de hassasiyet gösterilmiştir. Hatta yapılan birçok yanlış dahi kılıfına uydurma adına hukukun onayından geçirilmiştir. Halifelerin, camilerde hutbe okumaları, hac emirliği yapma yada emirlik için en yakınındaki birilerini görevlendirmeleri, gaza ve cihad anlayışı üzerinden fetihler yapılması, önemli mimari eserler yaptırmaları topluma verilen önemli mesajlardandı. Dinin hizmetkârı gibi görünmek ihmal edilmiyordu. Basra valisi Ziyad’ın isteği üzerine Ebu’l-Esved ed-Düeli Kur’an-ı Kerim’i harekeliyor, Abdülmelik b. Merven’ın talebi üzerine Sad b. Cübeyr tefsir yazıyor ve aynı halifenin ricası üzerine Urve b. Zübeyr megazi yazıyordu. Halifelerin yönlendirmesiyle Zühri hadis toplayıp kayda geçiriyor ve Süleyman b. Abdülmelik Eban b. Osman’dan Hz. Peygamberin hayatını anlatan bir eser yazmasını istiyordu. Emevilerin; Arap milliyetçiliği üzerinde ümeyyeoğullarının saltanatını önceliklemesi toplumsal huzursuzluğa yol açtı. Mevalinin huzursuzluğu Şuubiye akımını doğmasına yol açtı. Bu süreci iyi değerlendiren Haşimogulları muhaliflerin desteğini de alarak Emevi devletine son verdi.
ABBASİLER DÖNEMİ
Raşid Halifeler devrinden sonra yaşanan tüm sıkıntıların nedeninin Emevi ailesinin İslam’a uygun hüküm sürmemesi olduğunu ileri sürerek Emevilere karşı sürdürdükleri iktidar mücadelesine meşruiyet kazandırmaya çalışan Haşimoğulları, iktidarı ele geçirdiklerinde Allah’ın hükmüyle hükmedeceklerine dair söz vermişlerdi. Emevilere karşı yapılan muhalefette, Ebu Talip’in oğullarıyla beraber hareket eden Abbasoğulları, iktidarı ele geçirince ilk işleri amca çocuklarını saf dışı bırakmak oldu. Abbasi hilafeti, Emeviler'e karşı yürütülen ihtilalin önderi İmam Muhammed b. Ali'nin oğlu Ebü'I Abbas Abdullah'a biat edilmesiyle başladı. Ebü'I-Abbas ölünce de yerine kardeşi Ebu Ca'feri-Mansur halife oldu. Ebu Cafer el-Mansur yaptığı ilk konuşmasın da; soyunun Hz. Muhammed’le olan akrabalığına dikkat çekerek siyasi önderliğin yanı sıra dini önderliğinde kendilerine Hz. Muhammed’den miras kaldığını iddia ederek, Emeviler zamanında başlayan kutsal idareci anlayışının devam edeceğinin işaretlerini de vermiş oldu. Kendi yönetimlerinin meşruiyetini, Emeviler gibi, dini bir temele oturtan Abbasiler, Allah’ın iradesi ve dilemesi ile yönetimi ele aldıklarını söyleyerek Emevilerle meşruiyet noktasında herhangi bir farklarının olmadığını da ortaya koymuşlardır. Ebu Cafer el-Mansur’un bir hutbesinde; “Ey insanlar! Ben Allah’ın yeryüzündeki otoritesiyim, onun tevfiki ve desteğiyle sizi yönetiyorum, O’nun malının bekçisiyim, O’nun arzusu ve iradesiyle o malda tasarrufta bulunuyorum ve O’nun izniyle o malı veriyorum...” demesi bu duruma verilebilecek örneklerden birisidir. Birçok bakımdan Abbasi hanedanının gerçek kurucusu sayılan Mansur Bağdat şehrini (Medinetüsselam) tesis ederek hilafet merkezini buraya nakletti.
Abbasiler de Emeviler gibi saltanat sistemini devam ettirmişlerdir. Ümmet içinde kötü bir intiba bırakmış olan Emevi hilafetinin alternatifi olma adına Hz. Peygamber'e nesep itibariyle yakınlığı meşruiyetleri için kullanmışlardır. Hatta bazı dönemlerde siyasi alanda onlara yetki dahi vermeye çalışmışlardır. Mesela Me'mun kendisine veliaht olarak hanedan dışından birini, Ehl-i beyt soyundan Ali er Rıza'yı tayin etmişse de bu değişiklik hanedan içinde tepkiyle karşılanmış, onun yerine Me'mun'un amcası İbrahim b. Mehdi'ye biat edilmiş, Ali er-Rıza'nın ölümü, Me'mun'un da tekrar duruma el koymasıyla bu teşebbüs sonuca ulaşamamıştır. Halife Me'mun'un ölümünden sonra kardeşi Mu'tasım Türkler'in desteğiyle hilafet makamına geçti. Mu'tasım, ordunun büyük bir kısmını Türkler’den meydana getirdiği gibi 836 yılında Samerra şehrini kurarak hilafet merkezini oraya nakletti. Bu dönemde Türk kumandanları ile halifeler arasında nüfuz mücadelesinin başladığı, hatta Halife Mütevekkil'den itibaren Türkler'in halifelerin işbaşına gelmesinde veya azledilmesinde etkin rol oynadıkları görülür. 945 yılında Büveyhiler'in Bağdat' ı işgal etmeleri Abbasi hilafeti için yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Abbasi Halifesi Müstekfi, Büveyhiler'den Ahmed'e Muizzüddevle unvanıyla emirü'l-ümeralık payesi vermek zorunda kaldı. Kısa bir süre sonra Muizzüddevle Ahmed, Halife Müstekfi'nin gözlerine mil çektirerek yerine Mutl'- Lillah'ı halife ilan etti ve böylece Abbasi hilafeti bu Şii hanedanın baskısı altına girdi. Büveyhiler'in Bağdat'a hâkim oldukları bir asırdan fazla zaman içinde halifeler onların kontrolü altına girmiş, bütün siyasi ve askeri otoritelerini kaybetmişlerdi. Bununla birlikte Büveyhiler, dini liderlik açısından merkezi hükümetin meşruiyet kaynağı olan Sünni Abbasi halifeliğinin devamına karşı çıkmadılar ve Şii bir halifelik kurma yoluna gitmediler. Sadece Adudüddevle, kızını Abbasi Halifesi Tai'-Lillah ile evlendirerek Büveyhi emirliğiyle Abbasi halifeliğini aynı hanedanda birleştirmeyi düşünmüşse de bunu gerçekleştirememiştir. Büveyhiler halifeliği kendi kontrolleri altında bulundurmakla hem devlet içindeki Sünniler, hem de diğer müslüman devletler nezdinde itibar görmeyi amaçlıyorlardı. 1055 yılında Bağdat'a gelen 'Tuğrul Bey'in Büveyhi hâkimiyetine son vermesi ve Abbasi hilafetinin Selçuklu himayesine girmesi yeni bir dönemin başlangıcı sayılır. Tuğrul Bey 1058 Kuzey Irak'taki Şiiler'i tesirsiz hale getirip Musul'da Fatımi halifesi adına hutbe okutan Arslan Besasir karşısında zafer elde ettikten sonra Bağdat'a döndü ve muhteşem bir merasimle karşılanarak hilafet sarayına götürüldü. Üzerinde Hz. Peygamber'in bürdesi ve elinde asa ile tahtına oturmuş olan halife Kaim-Biemrillah,Tuğrul Bey' i yanında hazırlattığı ikinci bir tahta oturttu. Onu İslamiyet'e yaptığı hizmetler sebebiyle övdü. Zulmü ortadan kaldırıp adaleti yeniden tesis ettiği için şükranlarını dile getirdikten sonra başına çok değerli bir taç koydu, hil'atler giydirdi, kılıç kuşattı ve "melikü' l –meşrik ve'l - mağrib" diye hitap ederek kendisine çeşitli sancaktarla ve ahidnamesiyle birlikte "rüknü'd-din" ve "kasimül emiri'lmü'min" (halifenin ortağı) unvanlarını verdi. Ayrıca topraklarının idaresini ve buralarda yaşayan halkın korunmasını da ona bıraktığını belirtti. Bu husus, bazı araştırmacılar tarafından halifenin dini- manevi sultanın ise dünyevi iktidarı temsil ettikleri şeklinde yorumlanırsa da İslam dininde böyle bir ikili sistem öngörülmemiştir. Tuğrul Bey'in Kaim -Biemrillah tarafından "melikü'l-meşrik ve 'l -mağrib " ilan edilmesiyle hem halifenin hem de sultanın görev ve yetkilerinin sınırları değişti. Buna göre halifenin görevi, meşru sultanın isminin hutbelerde kendi adından sonra zikredilmesini sağlamaktan ve saltanat makamınca hazırlanan temlikname ve menşurları mecburi tasdikten ibaret kaldı. Devlet idaresi, saltanat ve hükümranlıkla siyasi nizam ve asayişin temini gibi işler sultana devredildi. Ancak sultanlar halifelik makamına azami saygıyı göstererek İslam dünyasında yeniden itibar kazanmasını sağladılar. Abbasi hilafetinin rakibi olan Şii- Fatımiler'e karşı mücadele ettiler. Sultan Melikşah'ın son günlerinde halifeyi Bağdat'tan çıkarmak istemesi hariç tutulursa Selçuklu sultanları, halifeliği ortadan kaldırmak veya mevcut halifeyi değiştirmek gibi bir girişimde bulunmamışlardır. Sultan Sencer'den itibaren devlet merkezinin doğuya kayması ile Irak'ta meydana gelen otorite boşluğundan faydalanan halifelerin kaybetmiş oldukları iktidarı yeniden ele geçirmeye çalıştıkları görülür.
Abbasiler, siyaset anlayışlarını ve devlet kurumlarını Bizans ve Sasani geleneğinden etkilenerek şekillendirmişlerdir. Devletin başkentini merkez, diğer tarafların çevre olarak kabul eden bu anlayış, Abbasilerin toprak olarak genişlemesi ile sorunları beraberinde getirmiş, devletin başkanı olan halifenin tek başına devleti yönetmesi imkânsız hale gelmiştir. Buna çözüm olarak Abbasiler; “vezaret-i tefviz” müessesesi oluşturmuşlar ve halifeye yardımcı olmak için kurulan bu makama getirilen kişiye, neredeyse halifenin tüm yetkilerini devretmişlerdir. Bu kurumun başına gelen vezirler ve onların sülaleleri; Abbasi halifelerinin liyakatsizliklerine paralel olarak, devlet üzerindeki hâkimiyetlerini artırmışlar ve zamanla merkezî otoritenin zayıflaması neticesinde; çevrede mahalli hanedanlıklar türemeye başlamıştır. Bu da; merkezi devletin zayıflayıp, çevredeki emirliklerin güçlenmesini beraberinde getirmiştir.
Abbasi Devletinin merkezi otoritesinin zayıflaması; halifeler tarafından atanan valilerin, önce iç işlerinde özerkliklerini daha sonra da bağımsızlıklarını ilan etmelerine neden olmuştur. Siyasi bağımsızlıklarını kazanan valiler; halifenin Müslümanlar üzerindeki manevi etkisinin farkında olduklarından, iktidarlarına meşruiyet kazandırmak için, baskı altına aldıkları halifeden onay almayı da ihmal etmemişlerdir. Siyasi iktidarlarını kaybetmeye başlayan Abbasi halifeleri de; merkezin çevre üzerindeki gücünün zayıf olduğunu görüp, siyasi bağımsızlık ilan eden valilere, dini lider olarak halifeye bağlılıklarının devamını sağlamak için, bağımsız devlet olduklarını kabul anlamına gelen beratlar vermişlerdir. Bu durum; hilafetin yaptırım gücü olmayan, sembolik bir hale doğru dönüşmesine neden olmuştur.
Abbasilerin zayıflamaya ve otoritelerini paylaşmak zorunda kalmaya başladıkları X. yüzyıldan itibaren, Muaviye’den beri fiilen uygulanmakta olan, hilafet anlayışı sarsılmaya başlamış, bu durum uygulamadaki durumun teorisini üretme ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Siyasal düşünce kendi literatürünü de üretmiştir. Doğu’da sultan ve hükümdarlara sunulmak üzere hazırlanan ve yönetimin ilke ve sanatlarının yanısıra ahlaki dini tavsiyelerde içeren Nasihatname, Nasihat’ül-Müluk, Adab’ül-Müluk ve Ahkâmu’s-Sultâniyye gibi kitaplar yazılmıştır. Bu dönemde ki önemli şahsiyetlerde biri de Maverdi (ö. 1058) dir. Maverdi, İslam dünyasın da o zamana kadar var olan tek halife anlayışının yıkılıp; Endülüs’te Emevilerce, Mısır’da ise Fatimilerce hilafet iddiasının ortaya atıldığı bir dönemde yaşamıştı. Bu dönemde; Abbasi halifesi siyasi iktidarını Şii Büveyhoğuları’na kaptırmış, sadece manevi otorite olarak görülmeye başlamıştı. Maverdi’nin amacı; döneminde Müslümanların birlik sembolü sayılan hilafetin geçirdiği buhrandan kurtulması, eski birliğin tekrar sağlanması ve emirlerle yaşanan otorite alanı mücadelesinde; halifenin de emirin de hükmedeceği alanı belirleyecek bir ideolojiyi oluşturmaktı. O, siyasi iktidarı ele geçiren emirlerin otoritesini tanımış, ancak bu iktidarı kullanabilmeleri için halifeden onay almaları gerektiğini söyleyerek; halifelerin sarsılmış olan otoritesini sağlamlaştırmaya çalışmıştı. Maverdi, içinde yaşadığı dönemin problemlerine çözüm bulmak için yola çıkmış pratikte olanlara meşruti alanlar açmaya çalışmıştı. Böylece kendisinden sonraki İslam siyaset düşüncesini de derinden etkilemiştir.
Ebu Ya’la el-Ferrâ (ö. 1065) da Mâverdî gibi “el-Ahkâmu’s-Sultâniyye” adlı bir eser yazmış ve bu eserinde hemen hemen Mâverdî’nin ele aldığı konuların tümünü işlemiştir. Onun tek farkı, Mâverdî’nin görüşlerini açıklarken fazla yer vermediği Hanbelî Mezhebine ağırlık vermesidir. el-Ferrâ’nın da Maverdi gibi mevcut hilâfeti meşru olarak görmesinin arka planında ümmetin geçirdiği tarihî tecrübeler bulunmaktadır. Özellikle Hz. Osman’ın katli olayı, Hz. Ali-Muaviye çatışması, Cemel olayı, Kerbelâ olayı, Harre olayı, Mihne olayı gibi İslâm tarihinde yaşanan acı tecrübeler diğer müelliflerde olduğu gibi el-Ferrâ üzerinde de büyük etkilerde bulunmuş ve bir yerde işbaşında bulunan bir devlet başkanı varken, ona karşı direnmenin, ayaklanmanın ve savaşmanın sebep olacağı acı sonuçların önceden kestirilmesi gerektiğine dair bir inanç geliştirmiştir. Aksi takdirde ümmetin başına geçip de kuvvet ve iktidarı eline alanların sebep olacağı katliamların daha acı neticeler vereceği düşünülerek daha temkinli ve daha tedbirli bir tavır takınılmıştır. Gazali(ö. 1111) ise; dünyevi otorite ile dini otoritenin ayrılmış olmasını kabul edip; dini alanı halifenin, dünyevi-siyasi alanı sultanın otoritesine teslim etmiştir. Sultanlara itaati dini bir vecibe olarak gören Maverdiyi izleyen Gazali de, Maverdi gibi anarşi ve kaosun önlenmesi için yönetime fiili el koymaların meşruiyetini dahi benimsemekteydi. Moğol istilası döneminde yaşayan İbn-i Teymiyye (ö.1328), tamamen dine dayalı bir siyaset anlayışını savunmuştur. İbn-i Teymiyye, siyasi fikirlerini Memluk Sultanı Muhammed bin Kalkavun’a hitaben yazdığı; “es-Siyasetü’ş Şer’iyye fi İslahi’r Ra’i ve’r Raiyye” adlı eserinde ortaya koymuş, burada; dine tamamen bağlı bir siyaset önermiştir. İbni Teymiyye yaşadığı bunalımlı ve Müslümanların Moğol istilasının etkisiyle parçalandığı dönem nedeniyle otoriteye çok önem vermiş, bunu da Müslümanların birliğinin tekrar bozulmaması için istemiştir. Taftazani (ö. 1390) Ferrâ’nın Ehl-i Sünnet adına formüle ettiği anlayışı daha da netleştirmiştir. “İmam öldüğünde imâmet şartlarını taşıyan birisi bey’at ve istihlâf olmadan gücüyle insanlara galip gelse onun hakkında imâmet akdi gerçekleşmiş olur. En zahir görüşe göre zalim ve fasık da olsa durum aynıdır. Ancak o, bu yaptığıyla günah kazanmıştır. İmâm şeriate muhâlif davranmadıkça ister zalim olsun, isterse de adil olsun itaat edilmesi vaciptir. İmâm kahr ve galebe yoluyla başa geçip imameti sabit olduktan sonra bir diğeri kahredip ona galip gelirse, bu durumda o imâm azledilmiş olur gelen şahıs imâm olur” demiştir. Dönemin düşünürleri bir taraftan tarihsel acı hatıraların oluşturduğu süreci bir taraftan da mevcut ortam ve gelişmeleri düşünerek bir çıkış yolu üretmeye çalıştılar. Ümmetin maslahatı ve siyasi yapının süreç içindeki dönüşüm umudunu düşünerek mevcut şartların meşruluğunu oluşturma yolunu seçtiler.
Devlet, iktidarları için tehlike arz etmediği müddetçe, şeriatın uygulanmasına karışmamıştır. Ebu Hanife, Şafii, Malik ve Ahmet b. Hanbel gibi mezhep imamlarının direnişi de tıpkı önceki direnişler gibi kırılarak din sistem içerisinde kurumsallaştırıldı. Ebu Hanife`nin öğrencisi olan Ebu Yusuf’un, Harun Reşid tarafından başkadı olarak atanmasıyla Hanefilik, Abbasi yönetiminin resmi mezhebi oldu. Aynı dönemde Endülüs’te ise resmi mezhep Malikiliktir. Bu aynı zamanda dinin siyasi sistemin egemenliği altına gireceği bir sürecinde başlangıcıdır.
İSLAM ÖNCESİ TÜRK DEVLET TEŞKİLATLANMASI
Türk-İslam tarihinin özellikle Selçuklulardan itibaren İslam tarihi içinde belirleyici ve yönlendirici bir konumda olduğunu söyleyebiliriz. Türklerin islam dinini kabul etmesiyle siyasi, kültürel yapılarda bir takım değişikliklere uğrayarak varlığını sürdürdü. Türk tarihinin ilk yazılı kaynağı olan Orhun abidelerinde hanların yönetme yetkilerini Gök-Tengri den aldıkları belirtilmektedir(Kut inancı). Dolayısıyla han ve ailesi kutsal ve tanrısal sayılmaktaydı. Bağlı oldukları yasaya ise töre adı vermektedir. Han (Kaan)’lar tarafından toplanılan kurultaylara ise boy beyleri yanında şaman adı verilen din adamları da katılırdı. Yeni hakanları seçiminde ve devleti ilgilendiren önemli kararların alınmasında kurultayında yetkisi bulunmaktaydı. Tüm topraklar (devlet)han ailesinin mülkiyetinde olduğu için çoğu kez hanın ölmesiyle topraklar han ailesi arasında bölüştürülür(ülüş), bu ise çoğu kez toprakların parçalanması ve devletin yıkılmasıyla sonuçlanırdı.
Türkler 751 Talas savaşından sonra kitleler halinde İslam’ı kabul ettiler ve bu tarihten sonra da İslami devletler kurmaya başladılar. Türklerin İslam’ı kabul ettikleri süreçte halifelik Abbasilerin elinde kutsallık atfedilen bir veraset sistemine dönüşmüştü. Yani Türkler İslam’ı kabul ettiklerinde aslında kendi siyasi yapılarından çokta farklı bir anlayış ve kurumlarla karşılaşmadılar. Buda onların yeni bir güç olarak hem sosyal hem de siyasal alanda etkin olmasını sağladı. Türklerin İslamiyet’i kabulüyle Veraset saltanata, Kut anlayışı zıllullah’a, Kurultay Divan-i Sultani ve Divan-ı Hümayun adı verilen bir tür daimi Şuraya; ülüş sistemi ise hanedan üyelerine verilen İkta’lara ve beyliklere dönüşmüş oldu.
SELÇUKLULAR DÖNEMİ
Tuğrul Bey, Oğuz geleneklerine göre, kurultay tarafından hükümdar seçildi. Dandanakan savaşı sonrası Abbasi halifesi Kaimbiemrillah’a elçiler göndererek bağlılığını bilirdi. Tuğrul Bey 1055 te Şii Büveyhoğulları’nın elinden Bağdat’ı alarak Abbasi halifesine devretti ve böylece Sünni dünyanın temsilcisi oldu. Hâkimiyet yetkisi İslam’dan önceki dönemde olduğu gibi hanedana aitti. Bu yetki hükümdarın şahsında temsil edilir, Cuma hutbeleri hükümdar adına okunur, para hükümdar adına basılırdı. Aynı zamanda paralarda ve Cuma hutbelerinde halifenin adına da yer verilirdi. Selçuklu hükümdarlarının halifeye bağlılığını kuvvetlendirmek için tahta çıkan hükümdara “emaret” ve hükümdara bağlılığını sembolize eden bir unvan verilirdi. Tuğrul beye Rukniddin, Berkyaruk’a Rukniddünya ved’din; Melikşah ve Sultan Sencer’e Muizzüddünya ved’din ünvanları verilmiştir. Bu ünvanlar resmi törenlerde kullanılmıştır.
Hükümdar yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak üzere her türlü kararı alma ve uygulama yetkisine sahipti. Hükümdara yardımcı “Divan-ı Sultan” adı verilen büyük bir divan vardı. Hükümdarın olmadığı zamanlarda divana vezir başkanlık ederdi. Devlet meseleleri burada konuşulur ve karara bağlanırdı. Divan bir şura özelliği gösterirdi.
Emevi ve Abbasi Hilafet/Saltanat anlayışıyla uyumlu bir yönetim anlayışı bu dönemde de varlığını sürdürmüştür. Hanedanla yönetim meşruluğu ve sultana itaatin bir vecibe olarak tanımlanması bu dönemde de hem teorik olarak dillendirilmiş hem de pratikte farklı bir uygulamaya izin verilmemiştir. Bu dönemin en önemli devlet adamı ve siyasetçisi olan Nizam’ül-Mülk (1092), Siyasetnamesinde; Allah’ın, padişahı bütün insanlardan üstün olarak yarattığını, dolayısıyla ona itaati farz kıldığını, insanların makam ve rızıklarını hükümdarlar sayesinde elde ettiklerini söylemektedir.”
Emevi ve Abbasilerde halifenin Allah’ın gölgesi olarak tanımlanması bu dönemde de Türk örfüne uygun olarak aynen davam etmiş ve Osmanlını devletinin sonuna kadar da geleneksel bir hal almıştır. Ülke şer’i ve örfi hukuka göre yönetilirdi. Bu sistem bazı kurumların eklenmesi ya da çıkarılmasıyla aynen mental olarak Osmanlı devletinde de devam etmiştir.
OSMANLILAR DÖNEMİ
Osmanlı siyasi kurumlarının oluşumunda ve sistemin işleyişinde, hâkim kitlenin dini olan İslamiyet’in belirleyici bir fonksiyonu olmuştur. Osmanlıda egemenliğin kaynağının ilahi olduğu kabul edilmiş ve her düzeydeki yöneticiler, kendilerini dini makamlara onaylatarak ve uygulamalarında dini motiflere yer vererek, iktidarlarını meşrulaştırma yoluna gitmişlerdir. Bu geleneği Osmanlılar kendilerinden önceki Türk ve Müslüman devletlerden devralmışlar ve dönemlerinin ihtiyacı olan yeni kurumlarla geliştirmişlerdir.
Osmanlı hilafetinin meşruluğu şu dört esasa dayanmaktadır: İlahi iradenin tecellisi; ecdattan tevarüs etmek; siyasi ve askeri güç sahibi olarak i'la-yi kelimetullah için fütuhatta bulunmak; ulema, devlet adamları, askerler ve halkın tasvip ve biatı. Bu husus Osmanlı Devleti'nin resmi salnamelerinde de yer almıştır. Burada klasik teorideki Kureyş' ten gelme şartından bahsedilmemektedir. Zira Osmanlı anlayışına göre bu şart Hulefa-yi Raşidin dönemine münhasırdır. Nitekim İngilizler başta olmak üzere bazı Avrupalılar'ın, Kureyş soyundan gelmediği gerekçesiyle II. Abdülhamid'in gerçek halife sayılamayacağı yönündeki propagandaları karşısın da çok sayıda risale ve broşür yazdırıldı. Ayrıca İngiltere, Hindistan ve Mısır'daki bazı gazetelere bu hususu desteklemeleri için mali destek sağlandı. Hac mevsimlerinde özel çalışmalar yapıldı; II. Abdülhamid zamanında gerek layihaları gerekse diğer yazıları ile tıpkı Kanuni döneminde Lutfi Paşa'nın yaptığı gibi Osmanlı hilafetini savunan Cevdet Paşa'ya göre ashabın çoğunluğunun halifenin Kureyş 'ten olmasını istemesi bu kabilenin Araplar arasındaki itibarı dolayısıyladır. Ulemanın çoğuna göre ise hilafet gibi imamet de din ve dünya işlerinde "riyaset-i umümiyye" demektir ve bu şekilde ümmetin işlerini üzerine alan kimseye imamü'l-müslimin denir. Hilafet Müslümanlar arasında birliği sağlayan bir müessesedir ve ancak güç ve kuvvetle ayakta kalabilir. Güç ve kudret sahibi olan hükümdara itaat etmek ise farzdır. Bu sebeple Osmanlı sultanlarının hilafetleri meşru olup onlara karşı gelenler asi kabul edilir Cevdet Paşa hilafet ve saltanatın kesinlikle birbirinden ayrılmaması gerektiğini söyler. Ona göre Abbasiler zamanında devlet zaafa düşünce hilafet bir "kuvve-i ruhaniyye" hükmüne girmiş ve halifelerin hükümeti bir "emr-i i'tibarı" şeklinde kalmışsa da Yavuz Sultan Selim saltanat ve hilafeti birleştirerek Osmanlı Devleti'ni yüceltmiş ve müslümanlar yeniden eski güçlerine kavuşmuştur. Halife bir ulü'l-emrdir ve ona itaat Allah ve Rasulü'ne itaattir (en-Nisa 4/59).
Osmanlı sultanları da bazı kaynaklarda belirtildiği üzere I. Murad'dan itibaren halife unvanını kullanmışlardır. Yavuz Sultan Selim döneminde Mısır ve Arap yarımadası da Osmanlı hâkimiyetine girince padişah "hadimü'I-Haremeyni'ş- şerifeyn" unvanına sahip oldu. Kaynaklar, Mısır'ın fethi üzerine son Abbasi halifesi III. Mütevekkil-Alellah'ın hilafeti Yavuz Sultan Selim'e bir merasimle devrettiğini yazar. Hilafetin nüfuzunun ülke sınırları dışında ne zaman artmaya başladığı hala tartışıla gelen bir husus olmakla birlikte padişahların hilafet kurumuna ağırlık vermeye yönelmelerinde, genellikle Osmanlı- Rus Savaşı sonrasında imzalanan 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması bir dönüm noktası sayılmaktadır. Bu antlaşma Batılı bir devletin Osmanlı padişahlarını bütün Müslümanların halifesi sıfatıyla tanıdığını gösteren ilk resmi belge olması bakımından önemlidir.
Meşrutiyet döneminde ise hilafetin kazanmış olduğu milletlerarası mahiyet korunmaya çalışılmış, fakat iç siyasetteki konumu daraltılmak istenmiştir. II. Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte: Hilafet bir vekâlettir, vekâleti veren de Müslüman ümmet veya millettir; dolayısıyla halifenin millet üstünde değil halifeyi tayin eden milletin onun üzerinde hâkimiyeti vardır. Bu konumda ki halife meşruti bir idarede hükümet reisi makamında olup hak ve yetkileri sadece icra ile sınırlıdır; teşri ve kaza ise başkalarına aittir. Bu tür yaklaşımların hilafetin ülke içindeki ağırlığını azaltmayı, buna karşılık meclis ve anayasa gibi yeni kurumları güçlendirmeyi hedef aldığı açıktır. Zira meşrutiyetin ilanından sonra tek kişinin yönetimine rıza gösterilmediği gibi meşrutiyetin tabiatı da kuvvetler ayırımını gerektiriyordu.
Hilafet kurumu, Otuz bir Mart Vak'ası'ndan sonra çıkarılan 8 Şaban 1327 (22 Ağustos 1909) tarihli kanunla halifenin hak ve yetkileri daha da sınırlandırılarak güç ve itibar kaybına uğratıldı. Daha sonra saltanatın kaldırılmasıyla halifenin yetkileri sadece dini vazifelerden ibaret ve temsili hale getirildi. Laikleşme sürecinde hilafet bir iç ve dış tehdit unsuru olarak gösterilerek kaldırıldı (3 Mart 1924).
KAYNAKÇA
-
Tarih-i Taberi/Taberi/Sağlam yay
-
Siyasetname/Nizamülmülk/ Dergâh yay
-
Osmanlı Çağı ve Sonrası/ Ümit Aktaş/ Anka yay
-
Osmanlı Dünyayı Nasıl Yönetti/ Komisyon/İz yay
-
İslam’da Hükümet/ Mevdudi/ Hilal yay
-
Sünni Paradigmayı Anlamak/ Mehmet Evkuran/ Ankara Okulu yay
-
Ana Hatlarıyla İslam Tarihi Emeviler Dönemi/Adem Apak/Ensar yay
-
Ana Hatlarıyla İslam Tarihi Abbasiler Dönemi/Adem Apak/Ensar yay
-
Cumhuriyetin Tarihi/ Ahmet Cemil Ertunç/ Pınar yay
-
Bütün Yönleriyle Osmanlı Hanedanı/ Anthony Dolphin Alderson/ İz yay
-
Emeviler Döneminde İktidar-Ulema İlişkisi/ Mustafa Özkan/ Ankara Okulu yay
-
Hilafetten Saltanata Emeviler Dönemi/ İ. Süreyya Sırma/ Beyan yay
-
Abbasiler Dönemi/ İ. Süreyya Sırma/ Beyan yay
-
İslam Ansiklopedisi/Komisyon/ Türkiye Diyanet Vakfı yay
-
Din-Devlet İlişkileri Sempozyumu/Beyan yay