Müslüman Gençliğin Laik Din Anlayışıyla İmtihanı - rahle.org

Müslüman Gençliğin Laik Din Anlayışıyla İmtihanı - rahle.org

Müslüman Gençliğin Laik Din Anlayışıyla İmtihanı


Facebookta Paylaş
Tweetle

Bekir YOLCU

Hayatın en dinamik, heyecanlı ve arzulu yaşandığı dönem gençlik dönemidir. Hayatın baharı olarak tanımlanan bu dönem bir o kadar da kendi içinde çetrefilli, sorunlu bir dönemdir. Fizyolojik ve psikolojik gelişimin ve değişimin süreklilik göstermesi de bu döneme ayrı bir hassasiyet katmaktadır. Genç, gelişim ve değişim sürecini çözerek kendisine yönelen kişi ve ortamlara “gönül kapısını açar. Gence yönelen kişiler onun arzu, heyecan, hırs… gibi yapılarını yönlendirerek ya süfli (haz içinde yaşama) bir alana çekerek nefsinin kulu yaparlar ya da ideolojik hayatın içinde onun enerjisini kullanırlar. Fıtrata hitap edebilen bilgiyle –vahiy-hareket edenler ise aynı süreçleri çözümleyerek, inşa etmeye çalıştıkları İslam toplumunun içinde Müslüman gençliği bir zindelik olarak görürler.

Bütün dinlerin, ideolojilerin, akımların, legal ve illegal örgütlerin, devletlerin en çok ilgilendiği ve şekillendirmek istediği sınıf gençlerdir. Çünkü gençliğin dinamizminin yanında gençlik döneminde zihne yerleştirilen bilgi ve öğretilen yaşam biçimi, ileriki yıllarda toplumsal yaşamı da belirler. İdeallerinin oluşumu, nasıl bir aile kurmak istediği, kazanırken ya da harcarken nelere dikkat edeceği, dostlarının ya da düşmanlarının kimler olduğu, aşkta ya da kavgada nasıl bir adam olması gerektiği… Bütün bunlar hep bu dönemde oluşur. Karakteri ve kişiliği bu dönemdeki bilgisi ve pratiği üzerinden şekillenir. 

Varlık gayesi, Allah olan Müslüman, hayatı parçalara ayırmadan bütün zamanını ve mekânını Allah’a dönük yaşar. Onun gençliği ya da bekârlığı nasıl Allah’a adanmışsa, yaşlılığı, evliliği de öylece Allah’a adanmıştır. Her dönemin kendi içinde birtakım farklılıkları, imtihan şekilleri vardır. Müslümanlar bu durumu görerek gençliğe yönelmeli ve Allah’ın yolunda gençliğin enerjisini İslam’ın gücü kılmalıdırlar. Bunu da sağlayabilmek için muhatap aldığı gençliği çok iyi tanımalıdırlar. İlk muhatap olduğumuz gençlik Türkiye’de yetişen ve yaşayanlar olduğu için öncelikle bu toprakların gençliğini tanıma yoluna gitmeliyiz. Ve bu gençliğe yaklaşımımız nasıl olmalıdır, bunun üzerine kafa yormalıyız.

Yaklaşım metot ve yöntemlerimizi belirledikten sonra onun bilgi sistematiğini, mantık yürütme biçimini, kutsal anlayışını, kutsallarını anlamaya çalışmak gerekiyor. Bu bağlamda, İslam adına sunulan din anlayışını inceleyerek işe başlamak icap ediyor. Çünkü inanç; bilgi, düşünce ve yaşam biçimini şekillendirerek kutsal bir alana taşır. Gençliğimize öğretilen dini düşüncenin tanımlanış şeklinden başlanarak siyasi alandan, toplumsal alana kadar bütün çerçevesiyle irdelenmesi gerekiyor ki gerçek dini düşünce verilebilsin.   

Lale devriyle başlayan batılılaşma süreci, II. Mahmut’un her alanda seküler mahiyetli yenilikler yapmasıyla hız kazanmış ve İttihat Terakki cemiyetinin hükümeti ele geçirmesiyle de devlet projesine dönüşmüştü. Batılılaşma, kurumlar üzerinden ülkeye taşınırken eğitim sistemiyle de kurumlara uygun insan modeli yetiştirilmeye başlandı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte de devlet felsefesinden, toplumsal düzene, ekonomik anlayıştan, sanat fikrine kadar her alanda seküler, laik bir yaklaşım belirlendi. Din de bundan nasibini aldı.

“Atatürk’ün Türk toplumu için öngördüğü laiklik, sadece dinin politika dışı tutulmasından, din işleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrılmasından ibaret değildir. Atatürkçü düşünceye göre, düşünce, bilim, sanat ve davranışlar laik bir anlayışla özgürleşmelidir. Atatürk’ün öngördüğü laiklik bu özgür yapıyı, kısaca aklın özgürlüğünü amaçlar.” (1)

 Böylece insanlara laik eğitim kurumlarıyla çocukluk döneminden başlanıp yirmili hatta daha ileri yaşlara kadar laik zihin yapısına uygun ve laik yaşamın izin verdiği kadar muhafazakâr bir yaşam sürmek dayatıldı. Laik eğitim kurumlarında yetiştirilmeye çalışılan gençliğe, adeta yeni bir amentü ezberletildi; muhafazakâr, laik, milliyetçi, Kemalist, devletçi, çağdaş (batıcı) bir genç olmak için. Her bir gence bilgi sisteminin, akıl, mantık yürütme biçiminin, itaat kültürünün, dini anlayış ve yaşayış biçiminin, gençliğin ideal ve vasıflarının nasıl ve neler olması gerektiği laik eğitim sistemi üzerinden kutsanarak öğretildi. Bu anlayış dini kılıflarla muhafazakârlaştırılırken hukukla da koruma altına alındı. Böylece, hem vicdanlar rahatlatılmış hem de saltanatları (devlet/ kendi düzenleri) toplumsal alanda meşruiyet ve kutsiyet sağlamış oldu.

Devlet kuruluş ve varlık felsefesi ekseninde her şeyi yeniden tanımladığı gibi İslam dinini de yeniden tanımlama yorumlama işine gitti. Bu anlayış üzerinden okullarda, yeni bir dini düşünce ve yaşam biçimi sunuldu. Devlet, hiçbir zaman kendini din karşıtı olarak tanımlamadı. Keza, dinsiz bir gençlik yâda toplum görünümünde de olmadı. Ne var ki:

 “Laik devlet dine bağlı bir devlet değildir, amma din düşmanı bir devlette değildir. Asla vatandaşlarına dinsizlik propagandası yapmaz. Yalnız dinin inanç ve ibadete hasredilerek, dünya işlerinin dünyevi iktidarlar tarafından aklın ve bilimin ışığında düzenlenmesini gerektirmeyi amaçlar”  (2)

Kemalizm aslında büyük ve esaslı bir din reformudur. Tanrı, bir peygambere verdiği şeriatı, ikinci bir peygamberde değiştirmekle, hatta Kuran’ın bir ayetindeki emri bir başka ayette kaldırmakla hükümlerinin toplum evrimini izlemesi gerektiğini göstermiştir. Fıkıhta buna nesih diyoruz. Muhammed, son peygamber olduğuna göre, O’ndan sonra nesih hakkı insan aklına kalmıştır. Onun için İslam bilginleri “zamanla hükümlerin değişebileceği” içtihadında bulunmuşlardır. Mustafa Kemal’in yaptığı işte bu nesih hakkını kullanmaktı… İslam’da bütün şer’i meseleler iki büyük bölüme ayrılmıştır: birinci bölüm ahireti ilgilendirir ibadetlerdir: oruç, namaz, hac, zekât. İkinci bölüm, dünyayı ilgilendirir ki, bunlarda nikâh ve aileye ait hükümlerle muamelat denen mal, borç, dava ilişkileri ve ukubat denen ceza hükümleridir… Kemalizm, ibadetler dışındaki bütün ayet hükümlerini kaldırmıştır. (3)

Laik devlet “Dini devlet ve toplum katından vicdan ve mabetlere itmeyi, kişi ile tanrı arasında kutsal bir ilişkiye dönüştürmeyi amaçlayarak ‘dinin kişiselleştirilmesi’ işlevini yüklenmiş oldu.”(4)

Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel “Cumhuriyet-Laiklik ve İslam’ın”  bir araya getirilerek Türk Müslümanlığı’ oluşturulabileceğini söylüyordu. Kendisiyle yapılan röportajda (1 Kasım 1999 Hürriyet Gazetesi). Demirel : “İslam dünya ahvalini tanzim etmiştir. Bunu tanzim ederken bir kısım hususların devlet tarafından, bir kısım hususların da kişiler tarafından yapılmasını öngörmüş ve neticede yanlış hareketlere cezalar getirmiştir. Cumhuriyetle birlikte ise bunların bir kısmını yeni kanunlarla tanzim etmek zarureti doğmuştur. Ancak böyle olması, İslam’ı bir kişinin Müslüman olmasını değiştiren şeyler değildir. Zaten devir değişince ahkâmda değişiyor.

Cumhuriyetle getirilen ve doğrudan Kur’an da düzenlenmiş konuların ilgi alanına giren ayetlerin sayısı 230 dolayındadır. Bunlar doğrudan Kuran’ın ukubet (ceza) ve muamelat dediğimiz bölümlerine ilişkindir. Bunlar da belli yanlışlara belli cezalar getirilir ve mirastan evlenmeye kadar pek çok şey düzenlenir. Cumhuriyetle gelen yasalar iman ve güzel ahlaka dokunmamış, sadece ukubette ve muamelatta değişiklikler getirmiştir. Yani bugünkü hukuk, Kuran’ın getirdiği 230-232 ayetin yerine başka kurallar koyuyor.  Ama Kuran’da onları cezasız bırakmamıştır. Arada sadece yöntem farklılığı vardır… Bu ayetleri aynen uygulamak yok. Bunun yerine pozitif hukuk uygulanıyor. Devrim bunu derken  ‘ben dine aykırı bir şey yapmıyorum, ayrıca dinin müsaade ettiği bazı şeylere de müsaade etmiyorum ’diyor. Yani bugün poligamiyi (çokeşlilik) savunamazsınız. Cumhuriyet, ‘Dine dayanan çok hanımlılığa müsaade etmiyorum diyor. Hiç kimsede çıkıp “niye böyle diyorsun din buna müsaade ediyor demiyor.”  Zaman değişince hükümde değişmiştir. Bu mecelle kaidesidir. Sonra din, Müslüman olma şartlarını, bağlamış değildir. Yani din Kuran’ın bütün kurallarına uyulmasını ister, fakat bu kurallardan bir kısmına uyulmuyorsa- ki bunların bir kısmına modern hayatta uyulamıyorsa-din onu dinsizlik, yani İslam dışı saymıyor. Oradan günah doğuyorsa o günahı affetmek Allah’ın işi. Veya günah halinde telakki etmek yine Allah’ın işidir. (5)

Bilinmelidir ki bugün, özelde gençlik genelde de toplum işte bu eğitim sisteminden geçti. Bugünün insanını hayatı okuması, anlamlandırması, maddeyi ve manayı tanımlayarak kullanması, vahyi anlamaya çalışması tamamen laik bilgi temeli üzerine inşa edilen bu zihin yapısıyla olmaktadır.

Bugün kendini laik zihin yapısının içinde bulan bir genç, şu hallerden birini yaşamaktadır:

§  Yaşamına müdahaleye isyan ekseninde din karşıtı,

§  Geleneksel anlamda, dini hassasiyetleri olan muhafazakâr,

§  Devletin kutsiyetine inanmış, her şeyiyle devlete itaati ibadet kabul eden biri.

 

 

Bu düşünce ve yaşam biçimleri kendi aralarında farklılıklar göstermesine rağmen devlet tarafından çok da problem olarak görülmez. Çünkü hepsinin beslendiği zemin ve felsefe aynıdır. Hatta devlet söylem olarak karşı çıkmasına rağmen bidat ve hurafelerle süslendirilmiş yaklaşımlara destek verip finanse bile eder. Yeter ki devlet tarafından tanımlanan dini anlayış ve yaşam biçimine aykırı olmasın.

Gençliğimizin zihin düzeyinde yaşadığı buhran, hayatının bütün evrelerine de yansımış durumdadır. Hedonist (hazcı) bir ahlak biçiminden bencil bir yaşama; körü körüne bağlanma inanma halinden boş vermişliğe kadar uzanan bir buhran. İşte biz ona onun hassasiyetlerini, takıntılarını, arzu ve isteklerini, ideallerini, uğraşılarını, sevinç ve kederlerini anlayarak yaklaşmayı sağlamak zorundayız. Evet bizim;

 

§  Din algısının, İslam’ı salt bilgi olarak bilmek ve inandım deyip bazı ibadetleri şekli olarak yerine getirmekten ibaret sanana,

§  Dinin bazı mekân ve zamanlarda yaşanmasına inanan, onun da kişinin tercihine bağlı olduğunu söyleyene,

§  Dini güzel ahlaktan ibaret kabul edip kalbinin temiz olduğunu söyleyene,

§  Dinin ahirete dönük olduğunu, hayata ait kanun ve kuralların devlet tarafından düzenlenmesi gerektiğini, laik demokratik devletlerin bütün dinlere mesafeli durarak adaleti sağladığını ve bunun böyle olması gerektiğine inanan ve kendine ben Müslümanım diyen gence

 

Ne anlatmamız lazım!?

 

Artık şunu fark edelim: Gençliğimiz, laik din anlayışıyla yetiştirildi ve hayatı böyle yaşarsa Allah katında mükâfat alacağına inandırıldı. Dindarlık tavsiye edilmedi ama dindar olana da ses çıkarılmadı. En dindar gencin en çok ibadet eden olduğu; ibadet edilecek mekân ve zamanların da laik devlet tarafından düzenlendiği, bu düzen de nizam ve intizama aykırı olmamak kaydıyla, herkesin inancını özgür bir şekilde yaşayabileceği söylendi.

Bu yeni dini anlayışta Kur’an-ı Kerim, hayat kitabı olmaktan çıkarıldı. İbadetlerin birçoğunun içi boşaltılarak, şekilden ibaret hale getirildi. Önemli gün ve geceler, birtakım dini semboller asıl anlamlarından uzaklaştırılarak, laik dini anlayışta, birer ritüel haline dönüştürüldü.

Yapılan şey, hayatı parçalara ayırarak, bazı zaman ve mekânları Allah’a (seccadenin başı, ramazan ayı, bayram günü, mezarlıklar, caminin içi…) bazı zaman ve mekânları da Allah’ın dışındaki şahıs ya da kurumlara, devletlere vermek ( kamu kurumları, bankalar, kanunlar, çalışma saatlerinin düzenlenmesi, giyim tarzının belirlenmesi…). 

İşte bu,  Allah’a ortak koşmaktan başka bir şey olmamasına rağmen, mevcut sistemde yetiştirilen muhafazakâr gençliğe sunulan din anlayışı da tam da böyle kurgulandı.

Bilinmelidir ki, gençliğimizi kuşatan, bu laik din anlayışı, ancak Kur’an ve sünnette anlam bulan, İslam anlayışıyla ortadan kaldırılabilir.

 İslam’ın bir hayat nizamı olduğu, dinin sınırlarının ve içeriğinin Allah tarafından belirlendiği, bütün zamanlar ve mekânlara hükmeden yegâne otoritenin Allah olduğu ve yarattığı her şey üzerinde sonsuz tasarruf sahibi olduğu anlatılmalıdır. 

“Bütün göklerin ve yerin mülkiyet ve tasarrufu Allah’ındır. Hep dönüş de, yalnız Allah’adır.” (6)

Her yaşam biçiminin bir din, her dinin de bir yaşam biçimi olduğu net bir şekilde anlatılmalıdır. İslam, bütün kanun ve nizamlarıyla hayatın bütün alanına, mabedinden ticaretine, sanatından ahlakına, bilgisinden kıyafetine, yiyip içtiğinden devletinin kanunlarına kadar… karışır ve yön verir. Kendisine de ikinci bir ortak kabul etmez. Bu özelliğiyle de tevhid dinidir.

“De ki: 'Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (7)

Başka bir düşünceden, ideolojiden beslenmez ve onunla, ortak bir fikir ya da sistem kurmaz. Kendi içinde bir bütündür. Eksik ya da kusurlu bir tarafı yoktur.

“İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.”(8)

İslam, Hristiyanlıkta olduğu gibi ruhban bir sınıf özleminde değildir. Takva toplumunu hedef alırken bunu sadece, şekli ibadetler üzerinden yapmaz. İbadeti, Allah’ın emri doğrultusunda yapılan her türlü niyet ve amel olarak tanımlar. Laik din anlayışının, dindarlığı ve dini şekli ibadetlere indirmesi, aslında İslam’ın hayatı kuşatıcı yönünü kaldırarak, onu bazı zamanlara ve mekanlara hapsetme girişiminden başka bir şey değildir. Allah Rasulü (sav) Hicrete ( h.622 ) kadar Mekke’de İslam’ı tebliğ etti. Burada, ‘Allah’tan başka ilah yoktur’, denilerek müşrikler tevhide, imana davet edildi. İman edenlerin uğradıkları baskı ve zulüm, kaynaklarımızda çokça anlatılmaktadır. Onlara bu baskı zulüm neden yapılıyordu? İman erleri, toplumu neye çağırıyorlardı? Namaza, hacca, zekâta, oruca, cihada mı? Hâlbuki sadece namaz -miraçta beş vakit olarak- farz kılınana kadar, sabah ve akşam iki rekât olarak kılınıyordu? Diğer ibadetlerin hepsi, Medine de farz kılındı. Yani Mekke müşrikleri bu ibadetlerin hiç birine davet edilmedi. Ya neye davet edilmişlerdi? Tevhide.

Hayatlarına, Allahtan başka hiçbir şeyi karıştırmamaya, bütün zaman ve mekânlarını Allah’ın istediği gibi yaşamaya, inançlarından ibadetlerine, kadınından çocuğuna, mabedinden çarşısına, zengininden fakirine, kabilesinden devletine kadar, Allah’ın hükümlerine uyulmasını ve itaat edilecek, bütün kanun ve nizamların koyucusunun Allah olduğu bildiriliyor ve onlar buna imana davet ediliyorlardı.  Bu ortamda pazarlıksız bir şekilde Allah’ın birliğine ve hükümranlığına iman eden bir kişi, Allah’a itaati ibadet bilip namazla tesettürü, oruçla zekâtı, cihadla infakı, kanunla ayeti, devletle dini, dünya ile ahireti bir birinden ayırmayarak, tam anlamıyla Allah’ın kulu olduğunu benimsiyordu. İman ettiği din de ondan bunu istiyordu.

İşte bu kulluk anlayışı, kesinlikle tekrardan diriltilmelidir. Gençliğimiz laik din anlayışından kurtarılarak, Rasul’ün (sav) hayatından hayatımıza akıp gelen dini anlayış ve yaşam biçimine kavuşturulmalıdır. İman ve amel bütünlüğü sağlanarak, sahih kaynaklar üzerinden gençliğe, İslam’ın mesajı dosdoğru iletilmelidir. Bu mana da, laik dini anlayışın Kur’an ve sünnetle çelişen yönleri, pratikteki aksaklıkları, cahiliyye ile hem düşünce hem pratik bakımından benzerlikleri, net bir şekilde ortaya konmalıdır. Gençliğin, aktif bir şekilde kullandığı iletişim araçları, sosyal medya, dernek ve vakıf çalışmaları, okullar vb. kullanılarak, sahih İslam anlayışı gençliğe ulaştırılmalıdır.

Kaynakça

1. Suat İlhan, Türk Çağdaşlaşması, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi C VII s, 15Kasım 1990)

2. Ord. Prof. Dr. Reşat Kaynar, Laiklik (panel) s. 234.

3. F. Rıfkı Atay, Çankaya 1881-1938, Doğan Kardeş Matbaacılıks,393

4. Bülent Tanör, Kuruluş Üzerine 10 Konferans, Der yayınları s,  153,154)

5. Ahmet Taner Kışlalı, Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi, İmge Kitabevi s,134,135)

6. 24 Nur 42

7. 6 En’am, 162

8. 5 Maide, 3

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ