DEMOKRASİ MİTİ / TAGE UNDBOM - rahle.org

DEMOKRASİ MİTİ / TAGE UNDBOM - rahle.org

DEMOKRASİ MİTİ / TAGE UNDBOM


Facebookta Paylaş
Tweetle

 

Yazar Hakkında:

1909’da İsveç’te doğdu. Norland’ın çok  geniş alanlarında büyüdü. İlk ciddi çıkışını  İsveç Ticaret Sendikası hareketini konu alan teziyle felsefe doktoru derecesini kazandığı Stockholm Üniversitesinde yaptı. 1965.ten itibaren Sosyal Demokrat Part’nin merkez kütüphane ve arşivlerinin başına  getirildi. Burada uzun yıllar merkezi karar alma mekanizmasında etkili olarak çalıştı. Fakat sosyalizmin çözüm olamayacağını gördükten sonra bu görevinden sessizce istifa  etti. II. Dünya Savaşından sonra derin bir entelektüel ve  manevi değişim yaşadı. 

1962 yılında Sosyal Demokrat ve ona bağlı hareketlerin  öncüllerini eleştiren The Windmills of Sancho Panza adlı  eserini yayınladı. Daha sonra İsveç’te birçok eseri yayınlanan yazar, din ve modern seküler ideoloji arasındaki gerilimi açıklamaya çalıştı. 

Eserleri arasında 1970.de yayınlanan Between Heaven  and Earth (Sema ile Yeryüzü Arasında) ve dört yıl sonra  yazdığı ve geçen yıl Türkçeye kazandırılan The Tares and  The Good Grain (Başaklar ve Ayrık Otları) bulunmaktadır.  Elinizdeki bu eser Başaklar ve Ayrık Otlarının devamı mahiyetindedir.

Kitap Hakkında:

“Kim hükmedecek, Tanrı mı yoksa insan  mı? Bu soru, ölümlü dünyada her şeyi,  özellikle ve en belirgin olarak da sosyal  düzenlemelerimizi belirleyen insan varlığının büyük anayasal sorusudur.”

Diye söze başlar yazar…

Demokrasinin Tanrı buyruğundan kaçmaya çalışan seküler insanın ortaya koyduğu bir çaba olarak ele alır. Ona göre  seküler insanın en büyük çelişkisi, kutsalı inkâr ederek Tanrı’dan kurtulmaya  çalışırken, yine kutsalı kullanarak, kendine bir yeryüzü sistemi inşa etmeye çalışmasıdır. Bu tür tartışmalar bu yaklaşım  tarzı veya denemeleri, batıda dillendirilmektedir. Bizim için ise sokağa çıkılsa ne  alakası var kardeşim nerden çıkardınız  bunları diye tepkiyle karşılaşırız. Neredeyse her bireyin onaylayacağı “eşitlik”  kavramına ise yazar; bireyin ve grubun  kendisini, “eşit düzleme” taşımaya zorlanıldığını ve eşit olabilmek içinde demokratik platformda diğerleri kadar  güçlü olmaya onları mecbur bıraktığını  düşünür. Toplumda birbirine eşit olmadığını düşünen vatandaşların ya da örgütlerin hali, sanki bir arenada “kendini  eşit kılma” mücadelesine sahne olmaktadır demokrasi ile. Eşitlik düşüncesi her  ne kadar “adalet” gibi bir fazilet şemsiyesi altında sunulsa da aslında toplumsal “özne”lerin psikolojik bir eğilimi olan  “kıskançlıktan” enerji aldığını düşünür.  Güçlüyü zayıfa, zayıfı güçlüye denkleştirme çabasından bu kıskançlık tanımı, ayrıca çatışmaya dayalı toplumsal dinamizmin de kaynağıdır.

Birilerine göre Demokrasi insanlığın kaderidir ve dünyanın tüm insanları bu  kadere uygun olarak “demokrasinin özlemini” çekiyorlar. Geriye, faziletli bir  şekilde demokrasinin yolunu takip etmiş  olanların, onu mümkün olduğu kadar  kısa süre içinde diğerlerine de götürmek  gibi bir görevi kalıyor.

Demokrasinin insanın ulaştığı en son üst  düzey yönetim şekli diye dayatıldığı bu  dönemde sanki kafa ile irdelenmek için  tavsiye edeceğimiz yazar zaten demokrasinin bir “fazilet” rejimi gibi dayatılmasını kendi tutarlılığı içinde çok farklı  bir bakış açısıyla ele almakta. Demokrasiyi insanın bir fazilet rejimi olmaktan  çok, toplumda güce dayalı  “özgürlüğünü” gerçekleştirmek için geliştirdiği bir araç olarak gördüğünü ortaya koyar. Ona göre; Batı dünyasında  demokrasinin ortaya çıkışı ve yükselişi,  merkezi anlamı Tanrının Hükümranlığını  reddetmeye teşebbüs olan bir tarihsel  gelişmenin küçük bir bölümü şeklinde  anlaşılmalıdır. Yine ona göre Halk hâkimiyeti ifadesi, orta çağ zamanlarında  var olan önemli köklerle birlikte bir  “dünyevileşme” sürecini belirttiği kadar  onu geliştirmiş bir olgudur. Bu kitapta  yazar, Çağdaş batı demokrasisi ve eşitlikçiliği insanların kendilerinin hükümran  olacağı İNSAN KRALLIĞI inşa etme çabasından başka bir şey değildir.

Batı dünyasında işse bu kitap bir başkaldırıdır şeklinde algılanmaktadır. Sosyal  ve politik aydınlanmanın nihayetini haber vermiş ve sistemin asıl temellerine  meydan okumuştur. O, yegâne otoritenin kaynağı olarak tanımlanan 

“insan” (hâkimiyet kayıtsız, şartsız insanındır)  mefhumunu reddeder. Bununla  da kalmayıp, bu inançların tarihsel köklerinin şeklini ve onları doğal düzene  düşman olarak ve büyük oranda da haddini bilmez çocukça bir hayalin ürünleri  olarak elinin tersiyle iter. Sekülerleşmiş  İsveç’te kendisi için birçok suçlamayı da  göze alarak; “Tanrının babalığı olmadan  insanın kardeşliğinin olamayacağını iddia ederek adeta bir kopuşun haritasını  çizer. Yazarın genel çizgisi ise  modernitenin evriminin ve bu günkü  haline gelişinin harcı; açgözlülük ve iktidar hırsıdır ve yine ona göre bunların  uyandırılması amacıyla” özgürlü” fikrinin kötüye kullanılması hiçte zor olmamıştır. Bugün geleneksel topluma, dinsel sembollere, aileye, aile otoritesine,  cinsiyetler arası farklılıklara ve eşitsizlik  diye yapılan saldırılar Lindbom’a göre  “yaratılış düzeninin ters yüz edilmesi”  halini devamlı dile getirir. Batılı insan  Tanrıdan bağımsızlığını ilan ettiği gün  bireysel doyuma değil, “aşağılaşmaya”  ve bir kimlik kaybına doğru yönelmiş  oluyordu.

Yine bu kitapta Lindbom insanın en sonunda kendi kendini idare etme noktasına geldiği “modern insan efsanesini”  üreten sürüncemeli sürecin en önemli  öğelerini deşeler. Yahudi-Hıristiyan  medeniyenin başlangıcından itibaren  “ahiret ve dünya arasındaki, manevi  olanla duyumsal düzen arasındaki, entelektüel ile rasyonel olan arasındaki”,  Tanrı ile insan arasındaki diyalog şeklinde sekülerleştici bir dinamiği gözlemlemek mümkündür der. Yaratılmış düzeni  ters-düz ederek KİRLETEN “hiyerarşik ve  semaya ilişkin olanı” inkâr eden ve dünyevi olanı “insan iktidarına boyun eğdirmeyi”  deneyen insanoğlunu bir başkaldırmasıdır.

Tanrı hâkimiyetinden bağımsız dünyevi  bir bilgi oluşturma çabaları, diğer bir  adıyla “eşitlik” ,insan tanrıyla da eşitlenmeli idi. Aydınlanma ile birlikte ise gelecek manevi felaketlerin kabataslağı hazırlandı. Artan bir gayret ve hızla ilerleyen yıkıcı çalışmalar güçlerini birbirinin  ikizi olan “Rasyonalizm” ve  “Duyumculuktan” aldılar. Bunlar Batı dünyasını sele götüren iki bilinç biçimidir der. İnsan Sitesi’nin kaydettiği bilimsel ve teknolojik ilerleme ve başarılarını arkasına alarak Tanrı Sitesine meydan okuması.

Modern Batı tarihinde sekülarizasyon,  ilk adımını Orta Çağda Aristocu mantığın  ve doğal felsefenin Batı dünya görüşüne  zorla sokulmasıyla atmıştır. Bu yönde  atılan önemli bir adım da on üçüncü  yüzyılda İngiliz keşiş Roger Bacon’ın,  matematiğin insan düşünüşünün dünyaya ait olan objektif hakikati kurabilmesinde temel bir metot olabileceğini iddia  ederek matematiği öne çıkarmasıdır.  Tıpkı Prometheus’un “Tanrılardan ateş  çalması ve böylece onları gök ile yer  arasına eşitlik getirmekle” korkutması  gibi, matematikle de ilahi hakikate denk  bir bilginin kazanılmasının mümkün olabileceği öngörülerek insanların zihinleri  “iğfal” edilmiştir.

Biz insanlar dünyayı duyumsal ve zihinsel yeteneklerimizle tecrübe ederiz. Duyumsal kaba bilgiden türettiğimiz kavramlarımızın bize gerçek bilgiyi sağladığına inanırız. Ockham buna paralel olarak şöyle demiştir: “Tanrı’nın kendisini  dünyada sunmamasından dolayı biz O’nun gerçek bilgisine sahip olamayız. Biz  sadece inanma durumundayız bilme  durumunda değil.”

Yunanlılar, bizim mit olarak bildiğimiz  antik kavrama isim babalığı yapan millettir. Yunan mitosu, kaynağı tanrıların  kendileri olduğu Hakikatle ilgili bir mesajın otoriter geleneği anlamına gelir.  Mitos bu anlamda ilahi bir kaynaktan  yayılan öğütsel bir şeydir ve insanlığa  dünyadaki faaliyet, düşünme yolları,  kanunların yapımı açısından geçerli ve  doğal olan ne ise onlara ait bilgileri sağlarlar. Yunanlılar için mit, Varlığın toplamını ifade ediyordu. Mit ve ideolojiyi  birbirinden ayırmak çok önemlidir. Mit,  kolay anlaşılır bir yapı ve bireyin çabasından ve iradesinden bağımsız bir düzenlemedir. Mit, başlangıçsal ve cennetsel bir hal üzerine temellenir. Sanki yersel nefsi hayatın her türlü biçiminin ve  tüm eksikliklerin ve karşıtlıkların üzerinde yükseliyormuş gibi insanın üstünde  duran aşkın bir şeydir. Mit mutlaktır ve karşıtlıklara tahammülü yoktur. Ayrıca  zaman ve mekânın üzerinde bütünsel,  evrensel ve sınırsızdır. Orijini itibariyle  tarihsel değildir. Felsefi olarak ise mit,  saf varlıkta dinlenir. Öte yandan insanın  önünde tercih sahibi olamadığı, sadece  itaat etmek zorunda olduğu ontolojik  bir güçtür; yani buyurucudur.

Buna karşılık ideoloji, açık bir şekilde  dünyevi bir sistemdir ve onun inşa edildiği malzeme, yaratılmış eşya düzenine  aittir. İdeolojiler, varlığın değişimlerine permütasyonlarına katılır; dünya çatışmaları ve çatışkıları içinde rol alarak zaman ve mekân ile -onların parçası olması noktasında ilgilidir. Hakikaten ideoloji, tüm zıtlıklara harmonik bir beraberlik  getirmeyi amaçlasa da, bu karşıtlıkların  bizzat, bir parçasıdır. Mit, “ne ise odur”.

Rousseau’ya göre insanoğlunun tümü eşit doğar. İşte bu sebepten dolayı, egemenliği içeren sosyal bir sözleşme üzerinden hükmetmek gerekir. Bunun mantıksal sonucu, herkesin herkesle bir sözleşme yapmasıdır. Bu sözleşme yoluyla  herkes, herkesle bağlanır, herkes kendisinden diğeri adına feragat eder, ama  sonuçta hiç kimse kendisini her hangi  bir şeye ya da herhangi birisine tutsak  etmez. Böylece iktidar, baskı ve kölelik  dışlanmış oluyordu.

Bu ortaklık, bir özgürlük ve eşitlik ortamına neden olur. İnsan, kendi kendisini  yönetmesi, yani kendi kanunlarını yapması anlamında özgürdür ve aynı zamanda eşitlik (hükme uzanma bağlamında eşitlik, yani vatandaşlık) içinde  yaşadığı “ortaklığında” özgürdür.

Bu sosyal kontratın gelişimi,  Rousseau’nun sahte-mit yolunu daha da  ilerletmesini gerektirir. Herkes şimdi  basit birçokluk içinde değil, ahlaki kurum içinde ortak statülere sahip olacaktır. Bireyin özgürlüğü değişmez, ama  sözleşme bağlamındaki hareket, sosyal  atomizmin ve kaosun her türlüsünü dışlar. Çünkü ahlaki bir kurum olarak sosyal  kontrat, bir birliktir. Dolayısıyla sözleşme yapan kalabalık içinde bulunan bireylerin üzerinde daha yüksek bir  “ben”e yükseltilir. Bu “yükseliş” sayesinde Rousseau, mitsel yapısının diğer  önemli bir öğesini ekler. Buna göre İnsanın bu dünya üzerindeki yeni gücü, kendi bireyselliğinin ve “benliğinin” sınırsız  yeryüzü iktidarını meşrulaştıran çokluk  içinde eritilmesini talep eder. Birey ve grup, ortak bir kimlik oluşturmak zorundadır artık. İnsan ve İnsan türü tek olacaktır.

Kontrat, insana -ve dolayısıyla insan türüne sosyal kölelik getirir. İnsan bütün  normların üzerine, zaman ve mekânın  üzerine, tüm tarihsel değişim ve süreçlerin üzerine yükseltilir. Böylece sosyal  kontrat, mitin temelli mührüne sahip  olur, çünkü başlangıç kökü itibariyle  mutlaktır. İnsan bu kontratla birlikte  “ k u t s a l l a ş t ı r ı l m ı ş t ı r ” v e b u  “kutsallaştırılan” insanın yaptığı şey ise,  aslına bakılırsa Tanrı nın yerini gasp etmekten başka bir şey değildir.

Ara ara kitabın içinden pasajlarla genel  iskeleti özetlemeye çalıştığımız kitapta  Tage Lindbom, neredeyse, tüm batı tarihiyle tek tek hesaplaşmakta, Aristocu  mantığın ele geçirdiği diye başladığı serüvenine tüm çağdaş kavramları kelime  kelime irdelemekte ve tarihi süreci içinde ele almakla kalmayıp günümüze  uyarlamaktadır. Bu tarihi hesaplaşmayı  Jacques Rousseau, Tıpkı John Stuart  Mill, Hegel ve Descartes gibi çağdaş filozoflarla da devam etmektedir.

Yalnız kitabı okumadan önce kısa bir  “siyasal batı tarihi” okumanızı ve yanınızda ara ara bakmakta kesinlikle faydası olacağına inandığımız bir sosyal bilimler sözlüğü elinizin altında bulunsun.  Son olarak hakikati aramak ve irdelemek adına emek verilmiş bu eseri yazarın hayatı ve tanıtımımda bulunan arka  kapakla bitirmek istiyoruz.◊

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ