Yazar Hakkında:
1909’da İsveç’te doğdu. Norland’ın çok geniş alanlarında büyüdü. İlk ciddi çıkışını İsveç Ticaret Sendikası hareketini konu alan teziyle felsefe doktoru derecesini kazandığı Stockholm Üniversitesinde yaptı. 1965.ten itibaren Sosyal Demokrat Part’nin merkez kütüphane ve arşivlerinin başına getirildi. Burada uzun yıllar merkezi karar alma mekanizmasında etkili olarak çalıştı. Fakat sosyalizmin çözüm olamayacağını gördükten sonra bu görevinden sessizce istifa etti. II. Dünya Savaşından sonra derin bir entelektüel ve manevi değişim yaşadı.
1962 yılında Sosyal Demokrat ve ona bağlı hareketlerin öncüllerini eleştiren The Windmills of Sancho Panza adlı eserini yayınladı. Daha sonra İsveç’te birçok eseri yayınlanan yazar, din ve modern seküler ideoloji arasındaki gerilimi açıklamaya çalıştı.
Eserleri arasında 1970.de yayınlanan Between Heaven and Earth (Sema ile Yeryüzü Arasında) ve dört yıl sonra yazdığı ve geçen yıl Türkçeye kazandırılan The Tares and The Good Grain (Başaklar ve Ayrık Otları) bulunmaktadır. Elinizdeki bu eser Başaklar ve Ayrık Otlarının devamı mahiyetindedir.
Kitap Hakkında:
“Kim hükmedecek, Tanrı mı yoksa insan mı? Bu soru, ölümlü dünyada her şeyi, özellikle ve en belirgin olarak da sosyal düzenlemelerimizi belirleyen insan varlığının büyük anayasal sorusudur.”
Diye söze başlar yazar…
Demokrasinin Tanrı buyruğundan kaçmaya çalışan seküler insanın ortaya koyduğu bir çaba olarak ele alır. Ona göre seküler insanın en büyük çelişkisi, kutsalı inkâr ederek Tanrı’dan kurtulmaya çalışırken, yine kutsalı kullanarak, kendine bir yeryüzü sistemi inşa etmeye çalışmasıdır. Bu tür tartışmalar bu yaklaşım tarzı veya denemeleri, batıda dillendirilmektedir. Bizim için ise sokağa çıkılsa ne alakası var kardeşim nerden çıkardınız bunları diye tepkiyle karşılaşırız. Neredeyse her bireyin onaylayacağı “eşitlik” kavramına ise yazar; bireyin ve grubun kendisini, “eşit düzleme” taşımaya zorlanıldığını ve eşit olabilmek içinde demokratik platformda diğerleri kadar güçlü olmaya onları mecbur bıraktığını düşünür. Toplumda birbirine eşit olmadığını düşünen vatandaşların ya da örgütlerin hali, sanki bir arenada “kendini eşit kılma” mücadelesine sahne olmaktadır demokrasi ile. Eşitlik düşüncesi her ne kadar “adalet” gibi bir fazilet şemsiyesi altında sunulsa da aslında toplumsal “özne”lerin psikolojik bir eğilimi olan “kıskançlıktan” enerji aldığını düşünür. Güçlüyü zayıfa, zayıfı güçlüye denkleştirme çabasından bu kıskançlık tanımı, ayrıca çatışmaya dayalı toplumsal dinamizmin de kaynağıdır.
Birilerine göre Demokrasi insanlığın kaderidir ve dünyanın tüm insanları bu kadere uygun olarak “demokrasinin özlemini” çekiyorlar. Geriye, faziletli bir şekilde demokrasinin yolunu takip etmiş olanların, onu mümkün olduğu kadar kısa süre içinde diğerlerine de götürmek gibi bir görevi kalıyor.
Demokrasinin insanın ulaştığı en son üst düzey yönetim şekli diye dayatıldığı bu dönemde sanki kafa ile irdelenmek için tavsiye edeceğimiz yazar zaten demokrasinin bir “fazilet” rejimi gibi dayatılmasını kendi tutarlılığı içinde çok farklı bir bakış açısıyla ele almakta. Demokrasiyi insanın bir fazilet rejimi olmaktan çok, toplumda güce dayalı “özgürlüğünü” gerçekleştirmek için geliştirdiği bir araç olarak gördüğünü ortaya koyar. Ona göre; Batı dünyasında demokrasinin ortaya çıkışı ve yükselişi, merkezi anlamı Tanrının Hükümranlığını reddetmeye teşebbüs olan bir tarihsel gelişmenin küçük bir bölümü şeklinde anlaşılmalıdır. Yine ona göre Halk hâkimiyeti ifadesi, orta çağ zamanlarında var olan önemli köklerle birlikte bir “dünyevileşme” sürecini belirttiği kadar onu geliştirmiş bir olgudur. Bu kitapta yazar, Çağdaş batı demokrasisi ve eşitlikçiliği insanların kendilerinin hükümran olacağı İNSAN KRALLIĞI inşa etme çabasından başka bir şey değildir.
Batı dünyasında işse bu kitap bir başkaldırıdır şeklinde algılanmaktadır. Sosyal ve politik aydınlanmanın nihayetini haber vermiş ve sistemin asıl temellerine meydan okumuştur. O, yegâne otoritenin kaynağı olarak tanımlanan
“insan” (hâkimiyet kayıtsız, şartsız insanındır) mefhumunu reddeder. Bununla da kalmayıp, bu inançların tarihsel köklerinin şeklini ve onları doğal düzene düşman olarak ve büyük oranda da haddini bilmez çocukça bir hayalin ürünleri olarak elinin tersiyle iter. Sekülerleşmiş İsveç’te kendisi için birçok suçlamayı da göze alarak; “Tanrının babalığı olmadan insanın kardeşliğinin olamayacağını iddia ederek adeta bir kopuşun haritasını çizer. Yazarın genel çizgisi ise modernitenin evriminin ve bu günkü haline gelişinin harcı; açgözlülük ve iktidar hırsıdır ve yine ona göre bunların uyandırılması amacıyla” özgürlü” fikrinin kötüye kullanılması hiçte zor olmamıştır. Bugün geleneksel topluma, dinsel sembollere, aileye, aile otoritesine, cinsiyetler arası farklılıklara ve eşitsizlik diye yapılan saldırılar Lindbom’a göre “yaratılış düzeninin ters yüz edilmesi” halini devamlı dile getirir. Batılı insan Tanrıdan bağımsızlığını ilan ettiği gün bireysel doyuma değil, “aşağılaşmaya” ve bir kimlik kaybına doğru yönelmiş oluyordu.
Yine bu kitapta Lindbom insanın en sonunda kendi kendini idare etme noktasına geldiği “modern insan efsanesini” üreten sürüncemeli sürecin en önemli öğelerini deşeler. Yahudi-Hıristiyan medeniyenin başlangıcından itibaren “ahiret ve dünya arasındaki, manevi olanla duyumsal düzen arasındaki, entelektüel ile rasyonel olan arasındaki”, Tanrı ile insan arasındaki diyalog şeklinde sekülerleştici bir dinamiği gözlemlemek mümkündür der. Yaratılmış düzeni ters-düz ederek KİRLETEN “hiyerarşik ve semaya ilişkin olanı” inkâr eden ve dünyevi olanı “insan iktidarına boyun eğdirmeyi” deneyen insanoğlunu bir başkaldırmasıdır.
Tanrı hâkimiyetinden bağımsız dünyevi bir bilgi oluşturma çabaları, diğer bir adıyla “eşitlik” ,insan tanrıyla da eşitlenmeli idi. Aydınlanma ile birlikte ise gelecek manevi felaketlerin kabataslağı hazırlandı. Artan bir gayret ve hızla ilerleyen yıkıcı çalışmalar güçlerini birbirinin ikizi olan “Rasyonalizm” ve “Duyumculuktan” aldılar. Bunlar Batı dünyasını sele götüren iki bilinç biçimidir der. İnsan Sitesi’nin kaydettiği bilimsel ve teknolojik ilerleme ve başarılarını arkasına alarak Tanrı Sitesine meydan okuması.
Modern Batı tarihinde sekülarizasyon, ilk adımını Orta Çağda Aristocu mantığın ve doğal felsefenin Batı dünya görüşüne zorla sokulmasıyla atmıştır. Bu yönde atılan önemli bir adım da on üçüncü yüzyılda İngiliz keşiş Roger Bacon’ın, matematiğin insan düşünüşünün dünyaya ait olan objektif hakikati kurabilmesinde temel bir metot olabileceğini iddia ederek matematiği öne çıkarmasıdır. Tıpkı Prometheus’un “Tanrılardan ateş çalması ve böylece onları gök ile yer arasına eşitlik getirmekle” korkutması gibi, matematikle de ilahi hakikate denk bir bilginin kazanılmasının mümkün olabileceği öngörülerek insanların zihinleri “iğfal” edilmiştir.
Biz insanlar dünyayı duyumsal ve zihinsel yeteneklerimizle tecrübe ederiz. Duyumsal kaba bilgiden türettiğimiz kavramlarımızın bize gerçek bilgiyi sağladığına inanırız. Ockham buna paralel olarak şöyle demiştir: “Tanrı’nın kendisini dünyada sunmamasından dolayı biz O’nun gerçek bilgisine sahip olamayız. Biz sadece inanma durumundayız bilme durumunda değil.”
Yunanlılar, bizim mit olarak bildiğimiz antik kavrama isim babalığı yapan millettir. Yunan mitosu, kaynağı tanrıların kendileri olduğu Hakikatle ilgili bir mesajın otoriter geleneği anlamına gelir. Mitos bu anlamda ilahi bir kaynaktan yayılan öğütsel bir şeydir ve insanlığa dünyadaki faaliyet, düşünme yolları, kanunların yapımı açısından geçerli ve doğal olan ne ise onlara ait bilgileri sağlarlar. Yunanlılar için mit, Varlığın toplamını ifade ediyordu. Mit ve ideolojiyi birbirinden ayırmak çok önemlidir. Mit, kolay anlaşılır bir yapı ve bireyin çabasından ve iradesinden bağımsız bir düzenlemedir. Mit, başlangıçsal ve cennetsel bir hal üzerine temellenir. Sanki yersel nefsi hayatın her türlü biçiminin ve tüm eksikliklerin ve karşıtlıkların üzerinde yükseliyormuş gibi insanın üstünde duran aşkın bir şeydir. Mit mutlaktır ve karşıtlıklara tahammülü yoktur. Ayrıca zaman ve mekânın üzerinde bütünsel, evrensel ve sınırsızdır. Orijini itibariyle tarihsel değildir. Felsefi olarak ise mit, saf varlıkta dinlenir. Öte yandan insanın önünde tercih sahibi olamadığı, sadece itaat etmek zorunda olduğu ontolojik bir güçtür; yani buyurucudur.
Buna karşılık ideoloji, açık bir şekilde dünyevi bir sistemdir ve onun inşa edildiği malzeme, yaratılmış eşya düzenine aittir. İdeolojiler, varlığın değişimlerine permütasyonlarına katılır; dünya çatışmaları ve çatışkıları içinde rol alarak zaman ve mekân ile -onların parçası olması noktasında ilgilidir. Hakikaten ideoloji, tüm zıtlıklara harmonik bir beraberlik getirmeyi amaçlasa da, bu karşıtlıkların bizzat, bir parçasıdır. Mit, “ne ise odur”.
Rousseau’ya göre insanoğlunun tümü eşit doğar. İşte bu sebepten dolayı, egemenliği içeren sosyal bir sözleşme üzerinden hükmetmek gerekir. Bunun mantıksal sonucu, herkesin herkesle bir sözleşme yapmasıdır. Bu sözleşme yoluyla herkes, herkesle bağlanır, herkes kendisinden diğeri adına feragat eder, ama sonuçta hiç kimse kendisini her hangi bir şeye ya da herhangi birisine tutsak etmez. Böylece iktidar, baskı ve kölelik dışlanmış oluyordu.
Bu ortaklık, bir özgürlük ve eşitlik ortamına neden olur. İnsan, kendi kendisini yönetmesi, yani kendi kanunlarını yapması anlamında özgürdür ve aynı zamanda eşitlik (hükme uzanma bağlamında eşitlik, yani vatandaşlık) içinde yaşadığı “ortaklığında” özgürdür.
Bu sosyal kontratın gelişimi, Rousseau’nun sahte-mit yolunu daha da ilerletmesini gerektirir. Herkes şimdi basit birçokluk içinde değil, ahlaki kurum içinde ortak statülere sahip olacaktır. Bireyin özgürlüğü değişmez, ama sözleşme bağlamındaki hareket, sosyal atomizmin ve kaosun her türlüsünü dışlar. Çünkü ahlaki bir kurum olarak sosyal kontrat, bir birliktir. Dolayısıyla sözleşme yapan kalabalık içinde bulunan bireylerin üzerinde daha yüksek bir “ben”e yükseltilir. Bu “yükseliş” sayesinde Rousseau, mitsel yapısının diğer önemli bir öğesini ekler. Buna göre İnsanın bu dünya üzerindeki yeni gücü, kendi bireyselliğinin ve “benliğinin” sınırsız yeryüzü iktidarını meşrulaştıran çokluk içinde eritilmesini talep eder. Birey ve grup, ortak bir kimlik oluşturmak zorundadır artık. İnsan ve İnsan türü tek olacaktır.
Kontrat, insana -ve dolayısıyla insan türüne sosyal kölelik getirir. İnsan bütün normların üzerine, zaman ve mekânın üzerine, tüm tarihsel değişim ve süreçlerin üzerine yükseltilir. Böylece sosyal kontrat, mitin temelli mührüne sahip olur, çünkü başlangıç kökü itibariyle mutlaktır. İnsan bu kontratla birlikte “ k u t s a l l a ş t ı r ı l m ı ş t ı r ” v e b u “kutsallaştırılan” insanın yaptığı şey ise, aslına bakılırsa Tanrı nın yerini gasp etmekten başka bir şey değildir.
Ara ara kitabın içinden pasajlarla genel iskeleti özetlemeye çalıştığımız kitapta Tage Lindbom, neredeyse, tüm batı tarihiyle tek tek hesaplaşmakta, Aristocu mantığın ele geçirdiği diye başladığı serüvenine tüm çağdaş kavramları kelime kelime irdelemekte ve tarihi süreci içinde ele almakla kalmayıp günümüze uyarlamaktadır. Bu tarihi hesaplaşmayı Jacques Rousseau, Tıpkı John Stuart Mill, Hegel ve Descartes gibi çağdaş filozoflarla da devam etmektedir.
Yalnız kitabı okumadan önce kısa bir “siyasal batı tarihi” okumanızı ve yanınızda ara ara bakmakta kesinlikle faydası olacağına inandığımız bir sosyal bilimler sözlüğü elinizin altında bulunsun. Son olarak hakikati aramak ve irdelemek adına emek verilmiş bu eseri yazarın hayatı ve tanıtımımda bulunan arka kapakla bitirmek istiyoruz.◊