Lâle Devri’nden (1718) itibaren başlayan batı yönlü değişim ve dönüşüm III. Selim’in (1761-1808) bilimsel-akademik eğitim veren mühendishaneler gibi seküler eğitim kurumları oluşturup, bura da yetişen kişileri devlet kadrolarına alması ile devam etmiştir. Bu sürece II. Mahmut’un (1785-1839) ordudan eğitime, kılık kıyafetten yerel ve merkezi idareye kadar uzanan reformları da eklenince yaklaşık bir nesil sonra –Abdülaziz (1830-1876) döneminin sonları- Yeni Osmanlıcılık, Jön Türkler, İslamcılar ve nihayet Türk milliyetçiliği gibi çeşitli akımlar ortaya çıkmıştır.
Bunlardan Osmanlıcılık, yamalı bohçaya benzeyen imparatorluğu bir arada tutmak için bir zaruret sonucu ortaya çıkmıştır. Zira bu süreçte Müslümanlarla gayrimüslimler arasında eşitliği (vatandaş olmayı) sağlamak amacıyla siyasi, sosyal, ekonomik… alanlarda birçok ıslahat ve yenilikler yapılmıştır. Fakat bu durum ne imtiyazlı hale gelen gayrimüslimleri, ne de kendini ikinci sınıf görmeye başlayan Müslüman topluluğu memnun edebildi. Bu arada Tanzimat döneminden (1839) itibaren batılılaşma çabalarının istenen neticeleri ver(e)memesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun artan bir hızla Avrupa ülkelerinin baskısı ve işgali altına girmesi, Balkanlarda artan bağımsızlık taleplerinin Avrupa ülkeleri ile Rusya tarafından desteklenmesi; Yeni Osmanlıların çözüm yollarının tıkanmasına da yol açtı. İşte Bu süreç sonunda İttihad-ı Osmani (Osmanlıcılık) düşüncesinin yerini İttihad-ı İslami (İslamcılık) eksenli fikir ve oluşumlar almaya başladı.1
Aslında İttihad-ı İslami (İslamcılık) düşüncesi, Türkiye ve Mısır’dan daha önce Rusya’nın egemen olduğu Kazan bölgesinde dillendirilmeye başlanmıştı. Abdunnasır el-Kursavi (ö.1812), Şihabeddin Mercani (ö.1889), Musa Carullah Bigiyef (ö.1949) gibi XIX. yüzyıllarda yaşayan yenilikçi Tatar kökenli âlimler; içtihat kapısının açılmasını, taklitçi ve tutuculuğun tasfiyesini, eğitime önem verilmesini, Kur’an ve İslam tarihi yanında modern bilimlerin de öğrenilmesini ve İslam’ın temel saflığına dönülmesini savunmuşlardı.2
Elbette Şer’i hukukun hâkim olduğu; toplumun, müslim ve gayrimüslim diye sınıflandırılarak, siyasi erkin (saltanat her ne kadar tartışma götürse de) Müslüman topluma münhasır olduğu bir devlette İttihad-ı İslam fikrinin doğmasının, sosyo-politik nedenlerden başlayıp düşünsel alana kadar uzanan birçok sebeplerinin olduğu/ olabileceği gözden kaçmamalıdır. Bu nedenlerden birkaçı üzerinde duracak olursak:
Rusya’nın 1850’den itibaren Orta Asya’ya yönelip Buhara başta olmak üzere bu bölgedeki Müslüman topluluklar üzerinde tahakküm kurması, 1871’den itibaren Açe’nin Hollanda’nın yayılma bölgesi durumuna düşmesi ve 1910 yılında işgal edilmesi, Çin sınırındaki Müslümanların saldırılara maruz kalması gibi durumlar karşısında Osmanlı toplumunun göstermiş olduğu refleks… Zira Hilafetin temsilcisi İstanbul olduğu için işgal ve isyanlarda kapısı çalınan ilk ve tek yer de doğal olarak İstanbul olmaktaydı. Nitekim Orta Asya’dan, Kaşgar’dan ve Sumatra’dan gelen Müslüman temsilcilerin hepsi Osmanlı Devleti’nden yardım istemekteydiler.
XIX. yüzyılda Müslümanlar ilim ve teknoloji alanındaki geri kalmışlıktan kurtulmak için bir taraftan Batı’nın ilim ve teknolojisini almanın gerekliliği üzerinde dururken diğer taraftan da Batı’nın pozitivist ve materyalist kültürüne karşı kendi inanç ve geleneklerini koruyup geliştirmek amacıyla mistik bir alanın dışına kayma, ihya hareketlerini başlatma gibi söylemleri ön plana çıkarmaya başladılar. Bu gelişmelerle birlikte İslamcılığın entelektüel zemini de oluşmaya başladı.
Kendilerini devletin sahipleri olarak gören Müslümanların “millet-i hâkime” durumundan “millet-i mahkûme” durumuna düşme(algı)si, toplum tarafından devletin şer’i hukuktan uzaklaştığı şeklinde yorumlanmıştır. Bu durum şeriattan sapma olarak değerlendirilmiş, buna karşı dine sıkı sıkıya sarılmak gerektiği dillendirilmiştir. Bunun yanı sıra Tanzimat dönemi boyunca hem eşitlik politikalarının hem de yenileşme çabalarının gereği olarak -özellikle hukuk alanında- yapılan değişiklikler ve Avrupa’dan iktibas edilen kanunlar, halkta dinî hassasiyetin gelişmesine ve İslami tepkilerin oluşmasına kaynaklık etmiştir.
Buna göre İttihad-ı İslam, Osmanlı toprağında yaşayan yaşamayan bütün Müslümanların, (Afrika, Türkistan, Hindistan, Endonezya gibi) Batı’nın işgallerine ve azınlıkların isyanlarına karşı birlikte hareket ederek durağan ve çöküş sürecinden bir silkelenme -öze dönüş- ve bir tepki hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Batılı devletler özellikle sömürge bölgelerindeki tepki ve söylemlerden hareketle İttihad-ı İslam’ı, “Panislamizm” diye tanımlayarak, İttihad-ı İslam’ın “İslam şemsiyesi altında birleşip toparlanma” hedefini de dünya kamuoyuna Müslümanların birleşerek Hıristiyanları ortadan kaldırma teşebbüsleri olarak yansıtmışlardır.
Her ne kadar İttihad-ı İslam düşüncesi, sosyo-politik bir ortamın konjonktürel ürünü olarak siyasi bir söylem şeklini almış olsa da süreç içerisinde İslamcılık, İslam’ın ana kaynaklarından hareketle “yeni” bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvuru oluşturma, buna bağlı olarak yeni bir sosyal örgütlenme modeli gerçekleştirme ve evrensel anlamda İslam birliğini hedefleyen entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletlerarası bir harekete dönüşmüştür. Bu haliyle İslamcılık; İslam’ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması, dünyanın her tarihsel ve toplumsal durumunda İslam’a göre yeniden inşası ideali ve çabasıdır.3 Özetle İslamcılık artık öteden beri kimilerinin dile getirdiği gibi bir geriye dönüş özlemi değil, ileriye yönelik çağın şekillendirilmesi idealidir.4
XIX. yüzyılın sonlarından itibaren İslam dünyasında etkin olan İslamcılık ve İttihad-ı İslam düşüncesinin önde gelen temsilcileri: Cemaleddin Afgani (ö.1898), Seyyid Ahmet Han (ö.1898), Mehmet(Küçük)Said Paşa(ö.1898), Muhammed Abduh (ö.1905), Filibeli Ahmet Hilmi (ö.1914), Mizancı Murad (ö.1917), Mahmud Esad Efendi (ö.1918),Şeyhülislam Musa Kazım (ö.1920), Said Halim Paşa (ö.1921), İskilipli Mehmet Atıf (ö.1926), Seyyid Emir Ali (ö.1928), Babanzade Ahmet Naim (ö.1934), Reşid Rıza (ö.1935), Mehmet Akif Ersoy(ö.1936), Celal Nuri (ö.1938), Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (ö.1942), İsmail Fenni Ertuğrul (ö.1946), İzmirli İsmail Hakkı (ö.1946),Ahmet Hamdi Akseki(ö.1951) Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi(ö.1954), Bediüzzaman Said Nursi (ö.1960), M. Şemsettin Günaltay (ö.1961)’dir. Bilinmelidir ki İttihad-ı İslam düşüncesinin içinde yer alan bu şahsiyetlerin her birisi bir diğeriyle her konuda aynı yaklaşım ve çözümü üretebilmiş değillerdir.
Sözgelimi bunlardan Said Halim Paşa, “İslamcılık” yerine “İslamlaşmak” tabirini kullanarak Müslüman milletlerin kurtuluş ve saadetini onların tam olarak İslamlaşmalarına bağlar. Halim Paşa, Müslüman olduğunu iddia eden birinin, kendisini intisap ettiğini söylediği dinin esaslarına göre hissetmesi ve hareket etmesi gerektiğini, böyle davranmadıkça, yani kendisini İslamiyet’in, ahlak ve hayat siyasetine tamamıyla uydurmadıkça, yalnızca Müslüman olduğunu söylemesinin kendisine bir şey kazandırmayacağını ifade eder. Paşa’ya göre yaşanan durum; 1. İslam dünyasının gerilemesi ve maddi şartlarının bozulmasından ileri gelmiştir. 2. Bu gerileme ahlaki ve içtimai değildir, sadece iktisadi yani maddidir ve telafisi de mümkündür. 3. İslam âleminin derdinin çaresi, kendisinde bulunmayan ve geriliğine sebep olan ilim ve fenleri hiç vakit geçirmeden elde etmesidir. O, Bu tespitlerde bulunduktan sonra, İslam esaslarına daha samimi bir şekilde bağlanılırsa, bugünkü gerilik çukurundan yükselerek şimdiki zamanın medeniyetinin de üstünde yeni bir medeniyet kurulabilir, diyecektir.
İslamcılık, modern Batı’nın sosyal ve siyasal yaşamının merkezine yerleştirdiği birçok yeni kavram ve kurumu inceleyerek bunları; red, kabul veya kendi kavram ve kurumlarıyla telif etme çabası içerisine girmiştir. İslamcılara göre İslami düşünce ve yaşam biçimi bu yeni sistemler karşısında ancak böylece savunulup, sunulabilecek ve ancak bu yeni formdan evrensel birtakım tezler üretilebilecekti. İslamcılar, Yeni Osmanlıların “demokrasi” talebine karşılık “meşveret”i gündeme taşıyıp bunu İslami delillerle canlandırmaya çalıştılar. Bunu parlamento yerine “şûra”, “seçmenler” yerine “ehl-i hall ve’l-akd” ve “biat” gibi İslam düşüncesinde siyasete yön veren temel kavramlar takip etti.
Bu dönemde (XX. yüzyıl)Osmanlı aydınları tarafından dile getirilen temel yaklaşım ve tezler kısaca şöyle sıralanabilir:
İslamiyet, modern ihtiyaçları karşılayacak, yeni gelişmeler karşısında insanın dünyaya bakışını tayin edecek, değişimleri açıklayacak ve hayatın her alanına hâkim kılınacak evrensel bir siyasal-sosyal muhtevaya sahiptir. İslamiyet insana doğru ile yanlışı bildirmekte, ona rehberlik etmekte, toplum hayatının temel normlarını belirlemekte, yönetenlerin ve yönetilenlerin haklarını ortaya koymaktadır. Modern dünyaya sunulan çözümün kapsayıcılığı ve özgünlüğü mesajın, kaynağını kutsaldan alıp çağın algı düzeyine hitap etmesindedir.
İslam bütün modern gelişmelere açık bir dindir, çağın yeniliklerine kolaylıkla intibak edebilir; gelişmeye engel olmak bir yana bizzat emreder. İslamiyet’in terakkiye engel olduğu düşünülen yanları, aslında ona sonradan ilave edilen geleneklerde aranmalıdır. Bu sebeple İslam’ı onu sınırlayan geleneklerin bağından kurtararak asli şekline döndürmek gerekir. Asli kaynaklar yeni bir yorumla gelişmeci bir İslami sisteme dönüştürülebilir. Bunun için Ortaçağ’da kapatılan içtihat kapısı yeniden açılmalı ve bu meyanda yeni hükümler üretilmelidir.
Batı tartışılmaz bazı üstün niteliklere sahiptir. Müslümanlar; Batı’yı üstün kılan ilim, teknik ve medeni usulleri alarak kendi toplumlarını kalkındırmak zorundadır. Eskiden Müslümanların elinde bulunan bu imkânlar Müslümanların ihmali sonucu Batılıların eline geçmiştir. Müslümanlar, Batı’dan işe yarar gördükleri düşünce ve kurumları da alıp kendi toplumlarına uygulayabilirler. Fakat öz bünyeyi bozmayacak şekilde yapılmasına dikkat edilmelidir.
İslamiyet, Müslümanlar için Batılı milletler gibi bir “milliyet prensibi” getirmektedir. Müslümanlar bu prensip etrafından birleşerek siyasi bir topluluk oluşturmalıdırlar.
İslamcılık, Padişah Abdülaziz’in saltanatının (1861-1876) son dönemlerinde gelişmeye başlamış ve ondan sonra tahta geçen II. Abdülhamid’in(1876-1908) I. Meşrutiyet’i ilanından sonra 1876’da hazırlanan Kanun-i Esasi yoluyla resmi bir politika haline getirilmiştir. Bu politika devletin her alanında tam otuz üç yıl tatbik edilmiştir. II. Abdülhamid dâhili ve harici politikada İslamcılığı devletin ana siyaseti haline getirmiştir. Sultanın İslamcılık akımıyla, iç politika kadar dış politikada da ulaşmak istediği kısa ve uzun vadeli hedefleri bulunmaktaydı: Kısa vadede hedef, Osmanlı İmparatorluğu’nun varlığını korumak; uzun vadedeyse hilafet etrafında İttihad-ı İslam’ı sağlamaktı. Bu amaçla padişah İttihad-ı İslam’ın üç temel öğesi olan hilafet, hac ve ilmin geliştirilmesine büyük önem vermiştir.
Bu arada padişah ve sultan yerine aktif olarak “Halife” unvanı kullanıldı. Eğitim-öğretim müfredatında dini eğitimin oranı arttırıldı. Bölgede sevilen ve sayılan din âlimleri davet edilip ağırlanırken, Hicaz’ın muhafazasına özel önem verildi. Bunun için İstanbul’u Müslümanların siyasi merkezi haline getirmeye çalışan Halife, buradan Hicaz ve Bağdat’a demiryolları döşedi. Bu çerçevede Japonya’ya gönderdiği Ertuğrul Firkateyni’(1889), Kızıldeniz, Yemen, Cava ve Hindistan gibi yol boyunca uğradığı bütün limanlarda İttihad-ı İslam’ın projesinin yayılmasına yönelik çalışmalarda bulundu. Keza Tüm tarikatlarla yakın irtibata geçmiş, halkı irşat için dünyanın en uzak köşelerinde yaşayan Müslümanlara resmi ve gayr-i resmi temsilciler göndermiştir.
Ne var ki II. Abdülhamid dönemindeki bu uygulama ve çabalar İslamcı düşünürlerdeki gibi “İslam’ın temel kaynaklarından beslenerek Batı’yı ve mevcut şartları yeniden okuma, modern çağa bir cevap ve yeniden bir var olma” şeklinde anlaşıl(a)mamış , aksine “saray ideolojisi”ne dönüştürülerek bir araç olarak kullanılmıştır. Bu zaviyeden gözüken o ki II. Abdülhamid bunu daha çok imparatorluğu ayakta tutacak hilafetçi tezin bir meşruiyet gerekçesi olarak kullanmıştır.
Beri tarafta İslamcılık akımı II. Abdülhamid döneminden itibaren üç ana eksende toplanmıştır:
Derviş Vahdeti’nin başında bulunduğu Volkan gazetesiyle halka ulaşan ve yazarları arasında Said Nursi’nin de bulunduğu İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti,
Cemiyet-i İlmiyye-i İslamiye adlı bir dernek etrafında toplanan ve Beyan’ül-Hakk adlı bir mecmua çıkaran ve başını Mustafa Sabri, Musa Kazım gibi şeyhülislamların çektiği bir grup,
Sırat-ı Müstakim çevresinde toplanan yenilikçi Müslüman aydınlar ve ulema… Yayın organları “İslam”, “Sebil’ür-Reşad” gibi mecmualardır. Said Halim Paşa, Mehmet Akif, Aksekili Hamdi, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, Ferit Kam, M. Ali Ayni, Fenni Ertuğrul, Şemsettin Günaltay, Ahmet Naim, Abdurreşid İbrahim, Kazan kökenli olan Musa Carullah bu grubun önemli simalarındandır.
Bu grupların genel itibariyle itirazları (Kur’an’a ve Sünnet’e dönüş, hurafe ve mistisizmin reddi vb.) büyük oranda aynı olmasına rağmen pratikte ortak tavırlar geliştirememişlerdir.5 Fakat bunların tesirleri sonraki dönemlerde dahi çok açık bir şekilde görülmüştür. Müslümanların 22 Eylül 1919 tarihinde, Hindistan’ın Lucknow şehrinde yaptıkları toplantıda alınan kararlar buna örnek olarak gösterilebilir.6 İslamcılık ve İttihad-ı İslam düşüncesi, II. Abdülhamid’in Batı destekli İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından devrilmesi (1909) ve Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla (1918), siyasi alanda temsil konumundan mahrum kalmıştır. Ama çağı okuma, siyasi ve sosyal alana yön verme sadedinde aksiyonerliğini hep koruya gelmiştir.
İslam(cı)lık üzerine tartışma konuları/genel değerlendirmeler...
a. Tanım üzerine:
İslamcılık, İslam’ın ana kaynaklarından hareketle “yeni” bir insan, toplum, siyaset/devlet, ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda bir İslam birliğini hedefleyen entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletlerarası bir harekettir. Başka bir deyişle İslam’ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması ve dünyanın bütün tarihsel ve toplumsal durumlarında İslam’a göre yeniden kurulması ideal ve çabasıdır. “ed-Din” (yaşam biçimi) olan İslam nokta-i nazarında bu tanımsal çerçeve her Müslüman’ın farz-ı ayn hükmündeki hedefi, davası ve duasıdır. Bu manada her Müslüman potansiyel mahiyette bittabii ve bizzarure bir İslamcıdır. Değilse bahis konusu Müslüman’ın din algısında sorun var demektir.7
“Her Müslüman aynı zamanda ‘İslam davasının da mensubu olarak’ İslamcıdır. ‘İslamcı plan, program, yöntem ve davranış’, amaçtan sapmaksızın içinde bulunan şartlara göre farklılık gösterebilir ama farklı İslamcı gruplar kardeştirler; içtihat farkları kardeşliğe zarar veremez, vermemelidir.”8 “Kendi halinde ‘Müslümanca’ yaşamaya çalışan, İslam’ı kendi aile hayatında bile yaşamayı dert edinmeyen Müslümanlara ‘İslamcı’ demiyorum. İslam’ı en yakınından başlayarak en uzaklara kadar yaymayı, sahih İslam’ı bozulmaktan ve hayatta eksilmekten korumayı dert ve dava edinen, bu dert ve dava uğrunda maddi ve manevi fedakârlıklarda bulunan kimselere İslamcı diyorum.”9
Yapmış olduğu İslamcılık tanımından üç gaye çıkaran Ali Bulaç, bunları:
Dünyanın Kur’an ve Sünnet perspektifinden okunması,
Bireysel, ailevi, toplumsal, bölgesel ve küresel ölçeklerde Müslümanca bir hayatın mümkün hale getirilmesi (siyaset bunun yegâne değil ama etkili enstrümanlarından biridir),
İslam birliğinin kurulmasıdır (İttihad-ı anasır-ı İslam), diye özetler.10
İslamcılık kavramının tahlili sadedinde İslamcılık ile İslam dininin aynileştirilmesi zemin kaymasına yol açar. Bu itibarla tanımlamalarda bu aynılığın kastedilmediğine dikkat edilmesi gerekir. Elbette İslam’ın, müntesiplerine yüklediği ve onlardan beklediği düşünce ve davranışların müntesipleri tarafından bilinç düzeyinde algılanması ve bu gaye ile maddi ve manevi alanı şekillendirmesi gerekmektedir. Bu idealler çerçevesinde kavramlar ile isimler değişebilir ama gayeler ve onları şekillendiren kaynak ve ruh değişmeden zamanı şekillendirir. Dün İslamcılık ya da İttihad-ı İslam iken bugün İslami Hareket, İslami Direniş ya da farklı cemaatler, olarak karşımıza çıkarak aynı idealler ve ruh yaşatılabilir.
b. Yön üzerine:
İslamcılığı modern şartlarda Batı emperyalizmine karşı bir tepkiye indirgeyip marjinalleştirmeye çalışanların İslamcılık tanımı çok dar ve yüzeyseldir. Zira İslamcı tepki asıl Müslümanların yozlaşmasına, İslam’ın değerlerinden uzaklaşmalarına, “Müslümanım” diyenlerin İslam’ın en temel değerleriyle çelişen tutumlar içine girmesine karşı verilen bir tepkidir. İslamcılık, Müslüman’a alternatif bir kimlik olarak sunulmamaktadır. Tam tersine kimliğinin fevkine varması için çaba göstermektir. İslamcılık ekolünün önemli temsilcilerinden Mehmet Akif Ersoy bu dönemde İslam’a yeniden dönüş çağrısıyla temayüz etmiş bir şahsiyettir ve mücadelesi Batı’ya karşı olmaktan ziyade içe, yani Müslümanlara yöneliktir. O, Müslümanların Kur’an’ı sadece “mezarlarda okunmak ve fal bakmak için indirilmiş bir kitap zannetmelerine” karşı haykırmıştır. Ona göre Müslümanlar, bidat ve hurafelerle İslam’ın gerçek manasını bulandırmış, İslami değerlerden uzaklaşmış ve bundan dolayı da bugün başlarına gelen felaketlere zemin hazırlamışlardır. Müslümanların tevekkülcülükle meşrulaştırdıkları tembelliğe, kaderciliğe isyan etmiştir. Keza körü körüne taklide karşı aklı kullanmanın, cehalete karşı ilmin ikamesine çalışmıştır.
Zaman üzerine:
İslamcılık kavramının XIX. yüzyılda kullanılmaya başlanması, İslamcılık ekolünün temsil ettiği ideal ve ruhun daha önce olmadığı manasına gelmez. Elbette bir ekol/hareket olarak XIX. yüzyılın ikinci yarısından önce İslamcılık yoktu. Olmaması da doğaldı çünkü zaten Osmanlı Devleti, kurucu ideolojisi ve iyi-kötü meşruiyet çerçevesi İslam olan bir devletti. Zaaflarıyla beraber Osmanlı bir Dar’ül-İslam’dı ve var olan şey de istenmezdi.
Ne var ki Osmanlı’nın Batı karşısında askeri, ekonomik ve politik yenilgilere uğraması, iktidar seçkinlerini yeni arayışlara sevk edince işte o zaman Batıcılığa paralel olarak İslam’ın ana kaynaklarına dönerek yeni düzenleme yapma ihtiyacı ortaya çıkmış oldu. Ve zaten İslamcılığın içinde aktığı mecra da söz konusu bu tarihsel ve toplumsal durumda ortaya çıktı.11
Kavram üzerine:
Türköne, İslamcılığı salt bir ideoloji olarak tanımlar ve “İslamcılık; liberalizm, sosyalizm, Marksizm gibi bir ideolojidir.” der. Ona göre “İslamcılık, sistemini; diğer ideolojiler gibi bu dünyada kuruyor. Sadece bu sistemi kurarken İslamiyet’i referans alıyor… “Müslüman” sıfatı neden İslamcılara yetmiyor? Çünkü din, modern dünyanın sorunları ve kurguları arasında bambaşka bir kalıba dökülüyor. Ortaya “hakikat” için diğer dinlerle değil, dünyevi ideolojilerle savaşan bir “izm” çıkıyor. İslamcılar hesabı ahirete bırakmak yerine cenneti bu dünyada kurmaya girişiyorlar. Eski İslamcıları kırpıp kırpıp politikacı yapıyorlar. Bu arada İslamcılık politikada yukarılara tırmanmak için kullanılmış ve işi bitmiş bir uçan halı olarak, özenle çerçevelenip duvara asılıyor. İslamcılık bir ideoloji olarak çöktü. Omuzlarındaki ağır iktidar yükü onu çökertti. Kendini yeniden bulması için önce iktidarla bağlarını koparması, sonra uzun süre muhalefette yeni projeler üretmesi lazım.”12
Aslında bu değerlendirmesiyle Türköne, İslamcılığı salt ideolojik bir algı ya da tepkiye dönüştürüp kaynakları ile olan bağını ve tarihsel misyonunu hiçe sayarak seküler bir alana taşımış olmaktadır. Ve dolayısıyla Hiçbir zaman yüklenmediği İslam davasını -özellikle muhafazakârlaşan taifeyi de örnek göstererek- tarihin eskimeye yüz tutmuş yapraklarına kaydetme yanlışına düşmektedir. Ali Bulaç ise cevap kabilinden: “Eski İslamcıların kolayca ‘muhafazakâr-demokrasi ’ye evrilmeleri onların tercihi ve sorunudur. Onlara şükran borcumuz “Bizim çabamız iktidar olmaktır, bunun İslamcılıkla olmayacağına karar verdik, İslamiyet’i referans almıyoruz.” demeleridir. İslamcılığı reddeden muhafazakâr Ak Parti iktidarından niçin İslamcılığı sorumlu tutuyorsunuz? Bütün iyiler liberalliğe ve muhafazakârlığa, bütün kötülükler İslamcılığa… Bu adil değil. Hayatımız tercihimizdir, hepimiz seçimlerimizin ürünüyüz. Onlar “bir zamanlar İslamcı”ydı, vazgeçtiler ve iktidar oldular. Onların yapıp ettiklerini İslam’a ve İslamcılığa niçin fatura edelim ki? Onların makas değiştirmesi İslamcılığın bittiğinin mi göstergesi oluyor? Böyle bir çıkarsama olabilir mi?”13 diyerek İslamcılığın şahıs ve gruplar üzerinden belirli mekân ya da zamanla sınırlandırılamayacağını dillendirmektedir.
Şüphesiz ki İslamcılık ekolünün, her ne kadar uzun süreçte yükseliş ve düşüşler yaşamışsa da bittiğini ya da tükendiğini söylemek onu hiç anlamamaktır. Keza belirli dönemde topluma hitap eden düşünürlerinin, kurumlarının olmaması onun olmadığı anlamına da gelmemektedir. İslamcılığın -özellikle Osmanlı ekseninde- çağı okuma ve çağa yön verme adına bir akım olarak tanımlanması onun ne ideolojik bir akım nede belirli bir mekân yâda zamanla sınırlandırılmış, belirli şahıslara özgü bir düşünce şekli olmadığını bilmek gerekir. Tarihsel süreç içinde İslamcılık ekolünün temsilcileri arasındaki süregelen tartışmalardan bu günkü reel/politik alandaki durumları ve duruşlarına kadar birçok konu üzerinde durulması gerekmektedir. Ama yazımızın ana teması İslamcılık ekolünün tarihsel süreç içinde doğuşunu esas aldığı için bu tartışmalara girmemeye özen gösterdim. Sadece kavramsal alanın birkaç konusu üzerinde okuyucuyu farklı perspektiflerden meseleye yaklaşma adına bilgilendirmeye çalıştım. İnşallah makalenin devamı niteliğinde tartışmalı alan üzerinde bir yazı çalışmamız olacaktır.
En doğrusunu Allah bilir.◊
Dipnotlar:
1. M. Türköne, İslamcılığın Doğuşu, Etkileşim Yayınları, s. 216.
2. Kemal Tahir, Notlar,Bağlam Yayınları, s.11-13
3. Ali Bulaç, Zaman, 21 Temmuz 2012.
4. Ümit Aktaş, Osmanlı Çağı ve Sonrası, Anka Yayınları, s. 380.
5. Ümit Aktaş, age, s. 382-383.
6. Mim Kemal Öke, Hilafet Hareketleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s. 40.
7. Ali Bulaç, Zaman, 21 Temmuz 2012.
8. H. Karaman, Yeni Şafak, 12 Haziran 2012.
9. H. Karaman, Yeni Şafak, 16 Temmuz 2012.
10. Ali Bulaç, Zaman, 18 Ağustos 2012.
11. Ali Bulaç, Zaman, 21 Temmuz 2012.
12. M. Türköne, Zaman, 24 Temmuz 2012.
13. Ali Bulaç, Zaman, 2 Ağustos 2012.
Kaynakça:
Ebuzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar, Pegasus Yayınları.
Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Ensar Neşriyat.
Hamza Türkmen, Türkiye’de İslamcılığın Kökleri, Ekin Yayınları.
İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, Kitabevi Yayınları
Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Timaş Yayınları
Kemal H. Karpat, Osmanlı’da Değişim Modernleşme ve Uluslaşma, İmge Yayınları.
Komisyon, Modernleşme İslam Dünyası ve Türkiye, Ensar Neşriyat .
Mümtaz’er Türköne, İslamcılığın Doğuşu, Etkiletişim Yayınları.
Ümit Aktaş, Osmanlı Çağı ve Sonrası, Anka Yayınları.
Mim Kemal Öke, Hilafet Hareketleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.