Bir aç gözlülük saplantısı içindesiniz,
Mezarlarınıza girinceye dek (süren).
Ama zamanı geldiğinde anlayacaksınız!
Evet, evet! Zamanı geldiğinde anlayacaksınız!
Hayır, [onu] tartışılmaz bir kesinlikle anlasaydınız,
[cehennemin] yakıcı ateşini mutlaka görürdünüz!
Sonunda onu keskin bir gözle mutlaka göreceksiniz:
Ve o Gün hayatın nimetleri (ne karşı yaptıklarınız) için mutlaka sorguya çekileceksiniz
(TEKÂSÜR SÛRESİ)
1900-1992 yılları arasında yaşayan ve asıl adı Leopolde Weiss olan Muhammed Esed, hidayet öyküsünü Mekke’ye Giden Yol kitabında anlatır bize:
1926 yılının sonbaharında bir gün Berlin metrosunda seyahat ederken gördüğü yüzlere dikkatlice bakar ve istisnasız hepsinin derin ve gizli bir acıyla kasılı olduğunu müşahede eder. Bu hal onu derinden sarsar. Duyduğu sarsıntıyla bunu yanındaki eşi Elsa'ya açar. Elsa şaşkınlıkla "bir cehennem azabı çekiyorlar sanki... Acaba kendileri bunun farkındalar mı?" cevabıyla onu tasdik eder. Esed bu acıları ve ıstırapları, insanların gerçeksiz, inançsız ve fasılasızca refah peşinde olmalarına bağlar.
Eve döndüklerinde masada açık kalmış Mushaf'ı görür. Kapatıp kaldırmak için uzandığında gözü Tekâsür suresine ilişir. Birden surenin o gün metroda yaşadıklarının tam bir yankısı olduğunu hisseder ve şunları düşünür:
“Bütün çağlarda insanlar tamahı, açgözlülüğü tanımışlardır; ama tamah ve açgözlülük başka hiçbir çağda bu gün olduğu kadar... ciğer sökücü bir hırs halinde kendini açığa vurmamıştı... İnsanların boyunlarına binmişti ifrit; kamçısını tam yüreklerinin başına indiriyor ve uzaklarda alayla göz kırpan yalancı hedeflere doğru dehliyordu onları...”
Modern çağın doyum bilmez açgözlülüğü ve gösteriş çılgınlığı, Muhammed Esed’in hidayetine giden yolun kapısını aralamıştır aralamasına fakat bunun dışında olumlu bir yönü olmuş mudur, emin değilim. Her şeyiyle tüketime odaklanmış bir dünya yaşadığımız. Kapitalizmin tüketim motorunu keşfedip bunu insanın hırs merkezine yerleştirdiği günden beri insanoğlu bu motor ile yol alır hale gelmiştir. Esed’in yirmili yıllardaki ifriti, tam mekanize bir halde o gün bugündür dehlemeye devam ediyor Ademoğlunu.
Küresel bir köyde yaşadığımız hatırlatılıyor her daim bizlere. Lokal her değerin her kültürün üstünden silindir gibi geçen bir globalizmdir yaşadığınız, bilin bunu diyorlar. Adeta siz buna mahkumsunuz, bu sizin kaçınılmaz gerçekliğiniz diyorlar. Bu propaganda için çok para harcıyorlar hem de. Çünkü standart tüketim, standart kültürlerin ve hayat tarzlarının dünyanın her yerinde hâkim kılınması ile mümkün olabilecektir. Düşünsenize, yirminci yüzyıl dünyasında Avrupalı bir giyim ya da kozmetik firmasının Avrupa ve kısmen Amerika dışında satış yapması mümkün müdür? Ama şu an Asya’dan Afrika’dan Latin Amerika’ya kadar her yer pazarları olmuş durumda. Yerel değerler imha edilerek ortak pazarlar oluşturulmuş elbirliğiyle. İnsanın tüketen bir varlık olarak tanımlanarak “tüketici” diye isimlendirilmesinin böylesi bir arka planı var. Eşref-i mahlukat’ tan tüketici konumuna indirgenen bizler bu halimizi benimsemiş görünüyoruz. Tabi ki bu tüketim güdüsünü kırbaçlayan birçok etken var. Bunlardan en önemlisi ise “gösteriş tutkusu”.
Avrupa’daki öğrencilik yıllarımda yarı-zamanlı çalıştığım bir yapı markette satış uzmanı yetiştiren uzmanımız can alıcı bir soru sormuştu yeni tezgâhtarlara: “Arkadaşlar, insanlar neden evlerini dekore etmek isterler sizce?” Fazla uzatmadan kendi vermişti sorunun cevabını: “çünkü diğer insanlara şov yapmak isterler. Sahip oldukları evlerinin ne kadar güzel olduğunu göstermek isterler. İşte bunu kaşımalıdır iyi bir satış elemanı.” Vay be! demiştim, adamlara bak, nasıl da çarkı çevirmek için insanın zaaflarını kullanıyorlar ve bunu ifade etmekten de çekinmiyorlar. İnsanın gösteriş hırsını azdırmak, tüketimci bir ekonominin en önemli argümanlarından biriydi. Maalesef ki, bu gösteriş hastalığı tüm toplumları sarmış durumda. Adeta bir şov dünyasında yaşıyoruz.
Bu kadar tarihsel ve sosyolojik arka plandan sonra dönelim kendimize. Kısaca özetlediklerimin sağlamasını rahatlıkla kendimizde yapabiliriz çünkü. Her birimiz ne kadar da teşneyiz sahip olmaya en güzeline, en yenisine ve bununla gizli ya da açıktan gurur duymaya. Evlerimize bakalım mesela. Malzeme çok, akıl almaz şeyler var evlerimizde. Mesela salonlarda “vitrin” tabir edilen bir eşya var, bilmem anlamı üzerinde hiç kafa yordunuz mu? Ne işe yarar ben anlamış değilim. Yani, vitrin dükkânlarda malın satılması için teşhirini sağlayan alanlara denir, benim bildiğim. Gerçekten de hanım kardeşlerimiz kap kaçak bir şeyler diziyorlar oraya. Evlerde satış mı yapıyoruz, nedir? Ne kadar açık değil mi gösteriş hırsımız. Kapını kaçağını bile gösterme ahmaklığına sevk ediyor bizleri.
Şık delikanlılarımız ve genç kızlarımız boy gösteriyor her yerde. Üniversiteyi bir pantolon iki gömlekle bitirmiş yeni bir mezun olarak ilk iş hayatına girdiğimde fark etmiştim her gün farklı şeyler giyinmem gerektiğini iş hayatında. İki gün üst üste aynı kıyafeti giyinen alenen mobbing kurbanı oluyordu. Kimsenin kimseyi dinlemeye tahammülü kalmamıştı ilk imajı olumlu değilse. Rahmetli Nasrettin Hocamıza selam olsun, ne güzel de özetlemiş “ye kürküm ye!” diye bu durumu.
İçi boş bir madde dünyasıyla övünür olduk. Gösterişin bile bir klası varmış eskiden. Allah Teale Kur’an’ da gösteriş için namaz kılanı yeriyor mesela ya da gösteriş için infak edeni (107/5, 4/38). Yine meşhur İhlas hadisinde Efendimiz gösteriş niyetiyle yaptıkları amelleri yüzlerine vurulacaklara örnek olarak, malını hayır için harcayan, ilim tahsil eden ya da kahramanca savaşıp öleni verir. Varın durumun vahametini siz hesap edin buradan. İyi adam olmanın şirazesi bozulunca anlayacağınız, keçiler çoğalmış Abdurrahman Çelebi pozunda. Artık insanlar iyi adam olduklarını ispat için cömert, bilgili ya da kahraman olmayı önemsemez olmuşlar. Değil mi ki hava atacak araçlara sahibiz, yeter de artar bile.
Buradan güzel şeylere sahip olmayı kınadığımız anlamı çıkmamalı. Helal yoldan elde edilen ve israfa kaçmayan her mal meşrudur ve Allah’ın bizlere lütfudur. Buradan kastımız, sahip olduklarımız ile övünüp onları gösteriş vesilesi haline getirmemiz. Bu halin zamanla kronikleşmesi ve bir tutku halini alması; bu durumun normalleşip toplumda kabul görmesi. Maddeperestlik ve kibri kamçılayan bir döngüye yol açması.
Gösterişin amelleri yakıp yok ettiğini anlatır bize Efendimiz (sav). Gösteriş hastalığı, amelleri bozup yok etmekle kalmıyor insanın ruhunu boşaltıp kişiliksiz ve kof bir tipe dönüştürüyor. Bu hastalıklı ruh halini ancak ihlas ile aşmak mümkün. İhlas ile şekillenen bir karakter, gösteriş hastalığına karşı dirençli bir ruha sahip demektir. Asıl olanın Allah’ın rızası olduğu bilinci, tevazu ile birleşince yüksek bir karakter oluşur. Toplumun ıslahı ancak ihlas ile yürüyen bu şahsiyetlerin çoğalması ile mümkün olabilecektir.