Fikri GÜLSOY
İnsanın Dünyası nasıl bir şeydir? Bu sorunun içinden çıkabilmek kolay bir şey değildir.
Mesela İnsanın İç Dünyası dendiğinde, içinden çıkılmaz başlı başına bir sorun ile karşı karşıyayız demektir. İnsanın kalbinden, aklından ve belki ruhundan müteşekkil iç dünyamızda neler oluyor bilen var mı? Ötekini bırakalım kendimiz, kendi iç dünyamızdan ne kadar eminiz? Sevgiyi, aşkı, nefreti, nefsi, şehveti, tutkuyu, hasedi, kini, riyayı, azmi, iradeyi, günahı, tevbeyi, hırsı, düşmanlığı, muhasebeyi ne kadar keşfedip de içinden çıkabiliriz?
İnsanın Dış Dünyası iç dünyasına nispeten anlaşılması daha kolay bir unsur sanki. Fizik kurallarıyla epey bir bölümünü anlayabiliyoruz dış dünyanın. Ağaçlar nasıl baharda çiçek açar, kışın neden kar yağar, pamuk neden Çukurova’da yetişir, yazın günler neden daha uzundur, bilebiliyoruz. Ancak dış dünyaya başka bir insan dâhil olduğunda problem biraz zorlaşıyor. Mesela gelin-kaynana kavgası, kardeşler arası kavga ve işçi-işveren arası kavga veya milletler arası savaşların tam olarak anlaşıldığını söylemek zor. Yine; toplumların aldığı biçimleri, toplumsal tavırları da tümüyle anlamak mümkün değil.
İmtihan Dünyası bu dünya… Başımıza gelen sıkıntıları ifade ederken genellikle "Bu dünya, İmtihan Dünyası" deriz. Eğer burası İmtihan Dünyası olmasaydı, acılar dünyamız için aykırı olacaktı. Çoğumuz dünyadaki güzel şeyler için pek de İmtihan Dünyası deme taraftarı olmayız . Hâlbuki dünyadaki her şey İmtihan Dünyasının birer sorularıdır. Belki biz gaflet içindekiler ancak dünyanın zorunu gördüğümüz zaman imtihanda olduğumuzu anlıyoruz da, sair zamanda kaygısız, avare dolaşıyoruz dünyada.
İnsanın Bu Dünyası ne kadar güzel bir dünya! İlk çocukluk yıllarıyla başlayan sevinçli günlerden itibaren eğitim, iş hayatı, evlenip çoluk çocuk sahibi olmakla devam eden mal, mülk, makam elde etmekle pekişen, nihayet torunlarla geçirilen coşkulu bir yaşlılık değil mi? Acaba bu hayat bu kadar sevinmeye uygun bir yer mi? Kaldı ki bu dünya dahi kendi içinde bütünüyle sevinçlerle dolu olmayıp kâh sevinç, kâh matem olur. İnsanın bir de Öte Dünyası var. Acaba bu dünyadaki işlerinin sonucunda kendisini nasıl bir son bekliyor? Bitmez tükenmez nimetlere mi kavuşacak, yoksa nihayetsiz acılara mı duçar olacak? İnsan bunu bilmiyor.
İnsanın Dünya Hayatı var. Dünya hayatından bir oyun ve eğlenceyi, bir oyalanmayı anlayanlar var. Dünya hayatını hangimizin daha güzel amel işleyeceğinin görülmesi amacıyla bir imtihan dünyası olduğunu bilenler var. Bunu bilip de oyun ve eğlenceden kurtulamayanlar var. Oyun ve eğlenceden yakayı kurtarmış ama henüz sonuçtan emin olmayanlar var. "Ben imtihanı verdim" eminliğinde olup başka bir oyuna düşenler var. Oyunu çözüp de buna rağmen yana yakıla "acaba sonuç ne olacak" diye bağrına vuranlar var.
Erkeklerin Dünyası var, Kadınların Dünyası var, bir de Çocukların Dünyası var ki üçü de birbirinden farklı. Erkeklerin dünyasıyla kadınların dünyası arasındaki ilişki; bir taraftan birbirinin destekçisi olarak birbirini önemli hale getirirken diğer yandan da dünyadaki en şiddetli fırtınaların koptuğu bir alan olarak karşımızda duruyor. Bu iki dünya ile çocukların dünyası ise karşılıklı olarak bir ömür boyu hem hastalık sebebi hem de ilaç birbirine.
"Dünyada Mekân Ahirette İman" demiş ya atalarımız, bu nedenle de hepimiz bir mekân arayışı içindeyiz dünyada. Bir yerlerin bizim olmasını istiyoruz. İnsanın dünyada evi yok, dert; evi var ama geniş değil, dert; evi var fakat soğuk, dert; evi var lakin sıcak, dert; evi var alçak ki dert; evi var yüksek, bu da dert. Dünyadaki mekânın insana tam bir mutmainlik sağladığını söylemek mümkün değil.
Kendi Dünyası var insanın. Anladığı, algıladığı ve bunlarla anlamlandırdığı bir dünya... İnsanın kendi ailesi, kendi akrabaları, kendi işyeri, kendi komşuları, kendi arkadaşları, kendi evi, kendi köyü, kendi şehri, kendi ülkesi; kendi duyguları, kendi düşünceleri, kendi doğruları, kendi bilgileri, kendi tecrübeleri var ki hepsine birden insanın Kendi Dünyası diyebiliriz.
Bir de Bugünün Dünyası var ki bu dünya mevcut dünya, insanın algıladığı dünya değil, gerçek dünya. Acaba insanın Kendi Dünyası ile Bugünün Dünyası arasındaki mesafe ne kadardır? Kendi Dünyasında yaşayarak Bugünün Dünyasından kopuk olarak devam eden bir hayat anlamlı mıdır? Bu günün Dünyasını anlamadan Kendi Dünyamızda kurduğumuz hayatlar sürekli olamıyor.
Bir yandan da Yarının Dünyası var. Geleceği kimse bilmiyor ancak, insanda, olacak muhtemel gelişmeler hakkında öngörüde bulunma yetisi de var. Bu kabiliyet insana Kendi Dünyasını Bugünün Dünyasıyla etkileşimli ve Yarının Dünyasına da bakabilecek evsafta biçimlendirmeyi gerektiriyor. Bugün dünyada ise durum hiç de böyle değildir. Nüfusun çoğu Kendi Dünyasında yaşıyor. Bugünün Dünyası Kendi Dünyasında yaşayanlardan yana muzdarip değil, devran devam etsin istiyorlar. Kendi Dünyasında yaşayanların bu dünyadan çıkıp da Yarının Dünyasına baka-bilmeleri de pek mümkün görünmüyor. Yarının Dünyasında etkin olmak isteyenler sadece Kendi Dünyalarıyla sınırlı yaşamayıp Bugünün Dünyasını da dünyadan bihaber olmamak adına anlayarak, dünyadan elini eteğini çekmeden, dünyayı tozpembe görmeden derinlikli bir çabayı sürdürmek zorundalar.
İslam Dünyası var, bir de karşısında konumlanan Batı Dünyası. İslam Dünyası Kendi Dünyamız; Batı Dünyası ise Bugünün Dünyasını şekil-lendirmede çok daha etkin. Batı Dünyasının kurguladığı ve meydana getirdiği dünya kimseyi memnun etmiyor. Bugünün Dünyasında öylesine bir abluka var ki Kendi Dünyamızda bile rahat rahat yaşayıp gitmekten söz edemiyoruz. Batı Dünyası rüzgârıyla öyle bir esinti oluşturmuş ki ne var ne yok önüne katıp götürüyor veya sallıyor.
Ekonomi Dünyası var, İş Dünyası var, Sanat Dünyası var, Edebiyat Dünyası var, Eğitim Dünyası var. Bu unsurlar Bugünün Dünyasında Batı Dünyasının tekelindeki dünyalar. Bu dünyaları ne yapalım? İçlerinde koşulsuz dolaşalım mı ya da hep dışında mı yaşayalım? İçine girsek bizi yutabilir, dışında kalıp ana unsurlarına nüfuz etmesek, kayıtsız kalsak bu dünyalara, Yarının Dünyasında etkin olamayız.
Dünya Düzeni (Sistemi) var bir de. Ekonomi Dünyası, İş Dünyası, Sanat Dünyası, Edebiyat Dünyası ve Eğitim Dünyasında etkin olan insan hakları, demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi sloganıyla mamur sistem. Bu sistem çok hoyrat, çok pervasız. İşleyişini sağlamlaştırmak için oynamadığı oyun yok.
Dünya Değişti denir zaman zaman. Nasıl bir değişim bu? Bu gün için Dünya Değişti derken genelde olumsuz değişikliklerden söz ediyoruz. Dünya değişti artık gençler büyüklerine karşı saygılı davran-mıyorlar, dünya değişti artık dinin samimi müntesiplerinden mahrumuz, dünya değişti artık ahlak yok mesabesinde, dünya değişti artık ekonomiler çok kırılgan, dünya değişti artık zulüm sınır tanımıyor, dünya değişti artık kimse durdurabilmekten ümitli değil bu gidişi.
Dünya Durdu da deriz zaman zaman. Kötü bir şey olunca söylediğimiz bir söz bu. Öyle ki sanki dünya durdu. Dünya durmadı fakat ben o hale geldim ki dünyayı duruyor algıladım. Bu günün Dünyasında nasıl da günahlar işleniyor da kimsenin Dünyası Durmuyor, nasıl da haksızlıklar oluyor da kimsenin Dünyası Durmuyor, nasıl da zulümle canlara kıyılıyor da kimsenin Dünyası Durmuyor, nasıl da insanlar hakikatten bihaber yaşıyor da kimsenin Dünyası Durmuyor. Dünya Durmuyor çünkü çoğumuz için durum Dünya Yıkılsa Umurunda Değil hali.
Kimsenin Dünyası Durmuyor Çünkü Dünya Dönüyor. Çünkü Dünya Hayatı bizi öldürüyor, algılamalarımızı yok ediyor, hassasiyetlerimizi törpülüyor. Dünya Dönüyor ya biz yıpranıyoruz, sanki dünyayı sırtımızda taşıyoruz. İç Dünyamızdaki değerlerimiz Dış Dünyanın saldırıları karşısında yıpranıyor. Dünya Döndüğü için hiçbir zaman Dünyamız Durmuyor.
Dünya Rayından Çıktı da diyoruz. Dünya duruyor, dönüyor bir de rayından çıkıyor. İnsanın dünyasında bir gariplik yok mu? Dünya rayından çıktıysa nasıl hala dönüyor? Bugünün Dünyasında Dünyanın Dönüşünden memnun olmayanlar bir hayıflanma olarak Dünya Rayından Çıktı diyoruz. Bunu söylerken sanki gizili bir yapacak bir şey kalmadı iması da oluşuyor. Büyük beklentilerle, samimi yakarışlarla rayından çıkan dünyaya karşı iyi işleri mütemadiyen devam ettirenler de var. La havle ve la kuvvete illa billah.
Dünya Ayağa Kalktı deriz bazen de. Dönen Dünyamızın ayağa kalkma-sından bahsetmek zor. Dünya Ayağa Kalksaydı Dünya Düzeni (Sistemi) diye bir sistemden bahsedilemezdi zaten.
Dünyalar Benim Oldu dediğimizde bildiğimiz bilmediğimiz güzellikler bize bahşedilmiş hissiyle dolduğumuzu ifade etmiş oluruz. Hâlbuki bu sürur da nakıstır. Sözün kendisinde mündemiç olduğu gibi sadece dünyalar benim olmuştur, ahiretteki durumumla ilgili bir bilgi yok bu sözde. Bu sebeple de Dünyalar Benim Oldu dediğimizde Öte Dünyadaki bir huzuru garantileyemiyoruz. Peki, bu durumda Dünyaların Benim Olması bir şeye değdi mi? Kim bilir…
Dünya Kadar İnsan Var da neden hala ayakta değiliz? Demek ki Dünya Kadar İnsan Yok. Dünya Kadar İnsan olsaydı dünya kadar zulüm olmazdı. Dünya Kadar İnsan olsaydı dünya böylesine bozulmuş olmazdı. Dünya Kadar İnsan Var belki, ama kendileri bir dünya olan insanlar yok. Dünya Kadar İnsan Var ama Kâhtı Rical var. Bu bir tenakuz.
'Dünyada Yok Böyle Bir Şey'? Yok böyle bir şey dünyada, çünkü imtihandayız; iltimas yok, kavga adil. Bir anda her şeyin aniden düzelmesi diye bir şey yok dünyada. Dünyada Böyle Bir Şey Yok derken bazen de bir insan azıcık Kendi Dünyasına kapansa, biraz Bugünün Dünyasını ihmal etse ve aynı zamanda da huzurlu olsa, bu insana diğerleri, böylesine hayattan kopuk bir yaşamla devamın olmadığını kastederek, Dünyada Yok Böyle Bir Şey diyorlar. Dünyada Böyle Bir Şey Yoksa bu adamın dünyada ne işi var? Bu adam varsa demek ki Dünyada Böyle Bir Şey Var. Bu itiraz ilahi bağışlardan yoksunluğun bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Semavi rızıklardan beslenmeyi öğrenmiş bir kalp ve bu kalbin taşıyıcısı insanın hayatı, birçok insan için Yok Dünyada Böyle Bir Şey şaşkınlığıyla karşılanıyor. Çünkü bu güzelliklerden bihaberler.
Dünya Telaşesi dediğimiz şey yerine getiremediğimiz görevlere mazeret olarak dile getirdiğimiz bir ifade. Bir şeyleri aksattığımız kesin; ya kulluğumuzda tökezledik, ya insanlarla ilişkilerimizde aksaklıklar oluştu ve biz, Dünya Telaşesi dedik geçiştirdik. Dünya Telaşesi bir ömür boyu peşimizi bırakmayan bir dert. Hep telaşlıyız. Hatta telaşlandıkça telaşımız daha da artıyor. Dünya Hali işte!
Yalan Dünya deriz de yaşarken pek farkında değilizdir. Dünyanın yalan olduğu genellikle bir hikâyenin tamamlandığı zaman anlaşılır bizim nezdimizde. Hikâyenin başında ve ortasında pek de anlayamayız dünyanın Yalan Dünya olduğunu. Hikâyenin sonunda hikâyenin daha önceki kısımlarındaki karelerde gördüğümüz her şeyin yalan olduğuna hükmederiz bir an. Peki, yalan mıdır dünya? Aslında yalan değildir hiçbir şey, hepsi vuku bulmuştur. Ne ki her şey boş gelir o an, hikâye bittiğinde ve yüreğimizde bir feryat: Yalan Dünya!
Yalan Dünya Yarsız Olmaz demiş Âşık Veysel. Bu söz de İnsanın Dünyasında başka bir gerçeğe işaret ediyor. İnsanın dünyada bir yâre mecbur olduğunu ifade ediyor. Hatta Neşat Ertaş bunu daha da ileri götürerek “Dünyada Sevmeyenler de Ahirette Neye Yarar?” demiş. Bir bakıma Yalan Dünyayı bir kenara bırakalım Öte Dünyada dahi hesaba katılmak isteyenin Bu Dünyada da sevmesi gerekiyor bu türküye göre. Kaçınılmaz bir dünya gerçeği olan dünyada yar edinme meselesi bir taraftan insanı tamamlayan bir unsur olarak onu yukarılara götürecek bir katkı olabilirken, diğer yandan insanın dünyanın Yalan Dünya oluşuna dair kanaat belirleme sürecinde en büyük çeldirici olarak karşımıza çıkıyor.
Bir ilahide “Ehli dünya dünyada, Ehli ukba ukbada, Her biri bir sevdada, Bana Allah’ım gerek” deniyor. Burada ahrette elde edilen nimetleri elde etmeyi de aşan bir yaklaşımla karşı karşıyayız. İnsan bu durumda dünyadaki ve ahiretteki bütün her şeyi aşıp sadece Rabbine doğru yönelmektedir.
Dünya Zindan Oldu sözünü hepimiz biliriz. Bu bir acı sonrasındaki ruh halinin tasviridir. Dünyanın tümüyle zindan ya da tümüyle aydınlık olmadığını hepimiz biliyoruz. Belki sürekli devinim halindeki bir durumdan söz edebiliriz, gece-gündüz gibi sürekli bir o bir o, bir gece bir gündüz sanki dünya. Peygamberimiz (sav) de “Dünya Mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir” buyurmuştur. Aslında nispi bir zindanlık / cennetlik değerlendirmesi uygun görülmektedir. Öyle ki mü’minin ahirette elde edeceklerine kıyasla dünya zindan, kâfirin ahirette elde edeceklerine nispetle dünyası cennet mesabesindedir.
Bir de peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) "Bana dünyanızdan kadın ve güzel koku sevdirilmiş, namaz da gözümün nuru kılınmıştır." (Nesai, İşreti'n-Nisa, 1; Ahmed b. Hanbel, III, 128,285) buyurmuşlardır. Peygam-berimiz dünyadan bahsederken “dünyanızdan” ifadesini kullanmıştır.
Hâlbuki Peygamberimiz (sav) de bu dünyada yaşıyordu. Yemesi içmesi, gezmesi, alışverişi, evlenmesi vardı O’nun da herkes gibi. Ama O bizim dünyamıza, bizim gibi dâhil değildi. Dünyanın içinde fakat kalbi, niyeti, hedefi, ruhu, amaçları, işleri, uğraşları, sevinmeleri, üzülmeleri, kızması, kırılması, yorgunluğu, dinlenmesi hep ötelere ayarlıydı. Bu sebeple de dünyamızdan çok da bir şeyi sevmezdi. Bu da bambaşka bir dünya değil mi? Belki de dünyanın kelime anlamındaki aşağı, değersiz anlamına mutabık olarak diğer bir hadiste ifadesini bulan “Şayet dünyanın, Allah katında sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı, oradan tek kâfire içmek için su bile vermezdi" anlamı dünyanın gerçek durumunu ifade ediyor.
Yine dünyada mü’minin halinin şaşılacak bir durum arz ettiğini diğer bir hadisten öğreniyoruz: “Mü’minin işine şaşılır. Onun her davranışı ve her hâli kendisi için hayırdır. Bu, sadece mü’mine hastır. Eğer ona sevindirecek bir hâl ulaşırsa Rabbine şükreder Onun bu şükrü hayra sebeptir. (Yani bunda ecir vardır.) Eğer ona bir sıkıntı ulaşırsa ona sabreder. Sabretmesi onun için hayra sebeptir (Yani onda da ecir vardır)." (Müslim) Çünkü mü’min dünyada başına bir musibet gelse sabrediyor sevap alıyor, bir nimet verilse kendisine şükrediyor ve sevap alıyor. Bu durumda dünyanın gelgitleri mü’mini zora sokmuyor, aksine karlı çıkarıyor.
İnsanın Dünyasında mutlak sükuneti elde etmek mümkün değil. Sürekli endişe içindeyiz. Hayat uzun emel serüveni içinde hep bir arayışlar, yakınmalar, istekler heyulası içinde bazen muntazam bazen karmaşayla akıp gidiyor.
İnsanın Dünyası üç aşağı beş yukarı böyle bir şey. Peki, bu dünya hayatı bir düzeni mi andırıyor daha çok, yoksa kaosu mu andırıyor? Düzen dediğimizde intizamı kaos dediğimizde karmaşayı anlıyoruz. Dünyaya bir bakıyorsunuz müthiş bir düzen var, bir bakıyorsunuz müthiş bir kaos. Milyarlarca insan doğuyor, besleniyor, büyüyor, yaşlanıyor ve ölüyor.
Muntazaman sistem böyle işliyor: Düzen. Ancak diğer yandan insanlar arasında ve diğer canlılar kendi aralarında korkunç bir kavga içindeler: Kaos. İnsanların tamamına yakının iki eli, iki ayağı, iki kulağı, iki gözü ve bir burnu ve bir kalbi var mükemmel biçimde işliyor: Düzen, mutluluk. Ancak insanların bir bölümünün de eli var ama çolak, bacağı var ama topal, gözü var ama görmüyor, kulağı var ama duymuyor, kalbi var ama kriz geçiriyor: Kaos, hüzün. Yukarıda bahsi geçen nimetlerle mücehhez kimi insanlar korkunç sıkıntılar yaşarken bazı nimetlerden mahrum olan diğerleri büyük bir huzurla hayatlarını devam ettirebiliyorlar. Acaba bu bir “düzenli kaos” mu? Ya da bunların hepsi mesela Kâbe’de tavaf gibi midir? Bir taraftan bakıldığında büyük bir karmaşa, bir hercümerç diğer taraftan bakıldığında büyük bir düzen. Tavafta hem karmaşa var hem de mükemmel bir düzen işliyor.
Meselenin en zor tarafı bütün bu karmaşık sistemin bir oyun ve eğlence olsun diye yaratılmamış olmasıdır. Sonunda ya hüsran vardır ya da kurtuluş vardır. Hüsran bir kimsenin bir iş sonrasında umduğuna ulaşamamaktan kaynaklanan durumdur.
(Ey Muhammed!) De ki: "Amelce en çok ziyana uğrayan; iyi iş yaptıklarını sandıkları halde dünya hayatındaki çabaları kaybolup giden kimseleri size haber verelim mi?" (Kehf:103-104)
Bu ayette dünya hayatında yaşarken yaptıkları işleri iyi sandıkları halde aslında büyük bir hüsran içinde olanlardan bahsediliyor. Sonraki ayetlerden de anlaşıldığı gibi burada öncelikli olarak bu durumla karşılaşacakların kâfirler olacağını anlıyoruz. Ancak dünya hayatında eğer gereği gibi kulluk yapılmazsa, istenen denge kurulamazsa, istenen ahenk sağlanamazsa, istenen kıvam tutturulamazsa sonuç hüsran olabileceğinden bu hüsran hepimizin endişeyle yaklaşıp, titizlikle bu hüsrandan kurtulmak için çabalar içine girmemiz gereken bir durumdur. Yukarıda dünyanın farklı veçhelerini ifade ettiğimiz gibi neredeyse her halin bir diğer hali mevcut dünyada.
Böyle bir sistem içinde Müslümanın hali alevler içinde ama yanmayan Hz. İbrahim’in (as) hali gibidir, öyle olması gerekir. Dünyamız öylesine alevlerle yanıyor ki insanı yakmaması mümkün değil. İş dünyası, eğitim dünyası, sanat dünyası, kadınların dünyası, erkeklerin dünyası, gençlerin dünyası, ahlak dünyamız, eğlence dünyamız, sosyal hayatımız alevlerle kuşatılmış durumda.
Ayrıca nefsimiz ve şeytanın İç Dünyamızdan tutuşturdukları alevler daha yakıcı belki. Bu iki yönden kuşatan alevlere içinde Müslümanın yanmaması gerekiyor. Bunu da ancak Hz. İbrahim (as) gibi Rabbimize doğru büyük bir sevgi, bağlılık, yöneliş, dua, ibadet, haşyet, bilme, korkma, saygı, irtibat, hatırlama, tevekkül, ümit ve yakarışla elde edebiliriz. Aksi halde böylesine içerden ve dışarıdan bizi alevlerin sardığı bir dünyada insanın hüsranda olmaması mümkün değildir.