Abdullah EĞİLMEZ
Giriş
Merhum Hamdi Yazır hikmeti “ilel-ü esbabı bilerek ilmi amele, ameli de ilme tevfik ettirmektir” şeklinde tanımlar. İnsan alemin kendi için yaratılmış olmasından mütevellit kendini varlığın üzerinde olduğunun farkındadır ve ayrıcalığının pratiğine de yatkındır. Genlerindeki bu özel olma duygusu motive eder onu. Gücü yettiğince de dikkat eder buna. Bu özel olma duygusuna birileri varlık bilinci (varoluşçuluk , eksiztansiyalizm) demiş. Biz buna el-Azîz olan Allah'ın yarattığına bahşettiği izzetin timsali diyelim. Müslümandaki haline ise sorumluluk bilinci yani takvanın gereği diyelim. Ve buradan hareketle bir hikmetin peşine düşelim.
Din insana hitap eder. Onun kamil bir insana inkişafına yol hazırlar, bunun için eğitir, terbiye eder, korur, kollar, yolunu açar, motive eder.
Kur'an'ın ilk çağrısını da bu eksende okuyabiliriz. Şöyle diyordu Allah (cc) kendisini ilk defa duyan özel olarak seçtiği yaratılmış insana:
“Oku yaratan RABBin adıyla. O insanı bir alaktan yarattı ...” ( Alak: 1-2)
Burada çağrı doğrudan insanadır. Bu muha-tabiyetin altı hemen çizilmektedir. İlişki zemini “Yaratan Rabb'dir, insan O'nun bir şeyden yarattığıdır” ve bu muhataplığın vardığı nokta bu ilişkiden dolayı “insanın Rabbin terbiyesinde kendini şekillendirmesidir”. Bu çağrıya ilk muhatap olan onun seçtiği bir Resul’dür ama çağrı umumidir ve insanlığadır.
Allahın daveti insanla başlar (Sure-i Alak), insanla biter (Sure-i Nas).
İnsan her şeyin temelindedir. Yerine göre öznedir; her işte kendine özgün bir varlık olarak ele alınması gerekir. Yerine göre de nesnedir; kendi varlığı işlenirse anlam ifade eder, şekillendirilmesi gereken bir varlıktır.
İnsanın varoluş kronolojisine uygun olarak, Kur'an'da insanla ilgili ilk ifadelerde, yaratılış amacına da işaret edilmektedir ve “onun Allah'a kulluk etmesi için yaratıldığı” kayıt altına alınmaktadır. (Zariyat: 56-58)
Burada da Allah (c.c), yarattığı insan karşısında kendi konumunu da açıklamaktadır; insanı muhatap alan, onun hiçbir şeyine muhtaç olmayan, ondan her bakımdan güçlü olan, onu aciz ve korumaya muhtaç olarak gören, onu bu hallerine rağmen kollayan Allah'tır.
Allah, acizliğine (Nisa: 28) rağmen insanı kendisine temsilci kılarak âlem içindeki en önemli sorumluluk makamına da getirmiştir. İnsanın aciz-liğine rağmen azgınlaşacağı, yaratılış hikâyesini ve ereğini unutarak, bir mahluk olarak Halıkına karşı geleceği Allah'ın diğer yarattıklarınca da bilinmesine rağmen, bu böyledir. Evet, özetle insan, dünya hayatında, Allah adına yeryüzünü imar etme sorumluluğunda olan özel bir kuldur.
"Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur... Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab: 21, 36)
Bu durumda insanın kendisini Rabb'ının rızası doğrultusunda şekillendirmesi, dinin istediği model insan olma yolunda ilerlemesi gerekmektedir. Zaten bir insan Rabb (mürebbi olan) Allah'ın eğitimini bünyesinde içselleştirdikçe model insana benzemeye başlayacaktır.
Burada insanın iki farklı durumu karşımıza çıkmaktadır: Şimdiki hali ve olmak istediği hali.
Müslüman; Allah'ın dinine tabi olan insana verilen bir addır. [1] Ancak kimliği en kısa zamanda imanla taçlandırılmalıdır. Zira Resulullah genel anlamda insanlığı 3 gruba ayırmıştır: Mü'min, münafık, kâfir. Bunlar arasında bir dördüncüsü yoktur.
Dolayısıyla İslam'ın kabullendiği, kendi insanı olarak etiketlediği bu insanlar; “Müslüman” olarak yerinde kalan değil imanını tamam-layanlardır. İslam olmuş, iman yolculuğuna çıkan insana alemlerin Rabbi gerçek imanın yolunu şöyle göstermektedir.
“Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse sapıklığın en koyusuna düşmüş olur.” (Nisa: 136)
İslamî eğitimin sonunda bireyin sahip olacağı temel kişilik şu şekilde olacaktır: “Müslüman kimliği, Kitap ve Sünnet bağlısı, vahiy öncelikli düşünce sahibi, nass bulunmayan konularda içtihat yanlısı, Müslümanları kucak-layan, insanlığa derin şefkat duyan ve tüm insanlığın İslam ile tanışmasını arzulayan ve bunun için çalışan, düşünce yöntemini, değer yargılarını, hayat modelini Sünnetten alan, konjonktürü değil, evrensel gerçekleri kollayan, hakka taraf, mutedil, muvahhid, müstakim, müstekarr, muhsin, muhlis... kısaca Hz. Pey-gamber ve Ashabının gidişatına uygun yaşamayı amaç edinmiş bir kimliktir. Bunun dışındaki anlayışları, kabulleri ve uygulamaları dışlamak, kimlikte karşıtlık ilkesi uyarınca, Müslüman kimliğinin gereğidir. ” [2]
Bu noktada Müslüman kimliğinin zorunlu bir sonucu olan amelin, her hangi bir şey olmaktan öte bir değer taşıdığı da unutulmamalıdır. Zira "Amel, ihlaslı ve isabetli olmadıkça kabul edilmez. Sadece ihlasla yapılmış olması kabul edilmesi için yeterli değildir. İhlaslı olması "Allahın rızasına", isabetli olması da "Sünnete" uygun olduğunu ifade eder." (Fadl İbn İyaz) [3]
Öteki İnsan: Müslüman
Yukarıdaki özetle insanın kendi kimliğini mümin, Müslüman, muttaki tanımları ile verebileceği gibi müşrik, kafir, münafık olarak ta bir kimlik karşılığı olduğu görülmektedir. Bu ifadeler bir yönüyle insanın kendini İslam’a göre tanımlama sürecidir.
Diğer yandan hemen yanındaki insanlarla da ilişkisini tanımlama ihtiyacı hasıl olmaktadır. Müs-lümanlarla ilişkisini kardeş, cemaat ve ümmet tanımlamaktadır.
"Gerçek müminler kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler."(Maide: 9)
"İçinizden hiç biriniz; kendi nefsi için sevdiğini, mü’min kardeşi için de sevmedikçe hakiki mümin olamaz." (Buhari, İman, 6)
Kardeşlik sevginin, barışın, yardımlaşmanın ve birliğin sağ-lanmasıdır. Din kardeşinin, kan kardeşinden daha önemli ve daha yakın olduğunu kabul etmektir.
Başlangıcında hoşgörü, ortasında fedakârlık sonunda isar ile kaim olduğunun bilincine varmaktır. Davranışlarında “Hatasında ve sevabında kardeşine yardım etmek” anlayışıyla, hata yaptığında tevbesine, sevap işlediğinde ecrine ortak olmaktır.
Her bir Müslüman ferdin salih insanlardan oluşmuş bir topluluk (cemaat) içerisinde olması gerekmektedir. [4]
Hz. Peygamberin (sav) söz ve davranışları; cemaatten ayrı kalanlar için uyguladığı şiddetli cezalar, Müslüman'ın cemaatle olan hukukunun sadece gönül bağından ibaret olmadığını göstermektedir. Nur suresinin son ayetleri, bu konunun uhrevi vebalinin bulunduğunu açıkça ilan eder.
Cemaatin varlık sebebi, ötekilerin yanlışları değil, ortak anlayışlar ve sahiplenilen doğrulardır.
Ümmet anlayışı bir düşünme şeklidir. İnananlar bir ümmettir, inkâr edenler de bir ümmettir. Farklı ülkelerde, coğrafyalarda, mekanlarda yaşamak bunu engellemez. Ümmet bir organizma gibi düşünür, hareket eder, refleksler geliştirir. Bütün Müslümanların derdi bizim derdimiz, sevinçleri bizim sevincimiz, birikimi bizim birikimimizdir.
Ümmet anlayışı, i'lây-ı keli-metullah’ın hedeflerinin bir coğrafya veya bir milletle sınırlı olmadığının kabulüdür. Hem hedef, hem de sorumluluk anlayışını tüm insanlık olarak genişletir. Ümmet içindeki her fert, Allah'ın bir kuludur. Her kul, İslam ölçüleri dahilinde kulluğunu yerine getirmeli ve eşit haklara sahip olmalıdır.
Öteki İnsan: Gayr-i Müslim
Gayr-i Müslimlerle ilişkisini Hak ve Batıl, Adalet, Davet, komşuluk, ehl-i kitap kavramları tanımlamaktadır. Ve burada gayr-i İslamî olanın, cahili değerlerin dışlanması/kabul edil-memesi/pratiğinden uzak durulması ile İslâmi değerlerden vaz geçil-memesi red mantığını oluşturur.
Red, İslam dışındaki bütün sistemleri bütünüyle kabul etmemek anlamına geldiği zaman bir değer ifade eder. Bu beşeri sistemleri bir kurumlar ve kurallar bütünü olarak red etmenin yanında, her bir kuralının ve kurumunun ayrı ayrı red edilmesi gereği de vardır. Bütün olarak red etmek, icmali imanın; tek tek kurumlarını ve kurallarını red etmek ise tafsili imanın bir gereği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kafada bir anlayış ve kalpte bir duygu olarak red, asla taviz ve parçalanma kabul etmez. Düşünce ve duygu olarak red konusunda eksiği ve / veya şüphesi olanlar, iman etmiş sayılmazlar. Birisi, İslam dışındaki sistemlerin her şeyini red etmekle beraber, onları hakimiyetini veya doğruluğunu kabul ediyor olsa, onun imanı iman sayılmaz. Tabii bu, red ve kabulün, düşünce / anlayış ve / veya duygu şeklinde olması durumunda böyledir. İman, bir iç gerçeklik/vakıa olarak asla bölünmeyi kabul etmez.
Burada mesalih-i mürsel’e ve sedd-i zerayi gibi bazı anlayışlar, fiili durumla alakalı belirtilen kısımla ilgili usullerdir, anlayış olarak değerlerin terkine mesnet olamazlar. Örneğin; erkeklerin sakallarını kesmesine karşılık kadınların tesettürüne mutlak izin verileceği söylenmesi durumunda, tesettürün sağlanması için sakal fiili olarak kesilebilir ama sakal ile ilgili duygu ve düşünceler terk edilemez, “gereksizdir” denilemez.
Davet: İnsanların, Allah’ın yoluna elçilerinin gösterdiği ve kitabında belirttiği yöntemler ile (hikmet ve güzel öğüt ile) çağrılmasıdır. Davet tevhid ve adalet için yapılan çağrının adıdır.
Davetçi, kendisiyle birlikte bütün insanlığı cennete götürmeye âşık; bütün insanlığı kurtarmayı kafasına koymuş ideal insanıdır.
Herhangi birine hak ve hakikat adına bir şey anlatmadığı ya da dinlemediği bir günü eksik ve zararda kapatmanın ızdırabıyla akşamlayan bir yaşam anlayışına sahiptir.
Davet sürecinde çıkan engellerle en güzel şekilde mücadele edilmesi bu sürecin vasıflarındandır.
İ'lây-ı kelimetullah, emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker’in en temel vasfı ve ilk yansıması davettir. Davet tüm hayat tarzını etkileyen bir anlayış ve yaklaşımdır. Bu anlamda davet cemaatin varlık zeminin, temel faaliyet ve ilişkilerini belirleyen ana unsurlardandır. Davet emr-i bi’l ma’ruf’u inşa ederken aynı zamanda nehy-i ani’l münker için hazırlanmak, ölçü ve sınırları belirlemektir. Tanımlı ve kapsamlı bir davet süreci aynı zamanda cemaatin görünen yüzü ve ruhudur.
İki toplum ile oluşan ayrılığın siyasi bir ayrım olduğunun bilincinde; sosyal ilişki ve sorumluklarını sürdüren ve bu noktada toplumun büyük kesimini oluşturan ve ne tarafta olduğunun bilincinde olmayan halk kesimlerinde müspet intibalar uyandıran bir cemaat olmak önemlidir.
İçinde yaşadığımız toplumun öz değerlerinden dolayı böyle bir meşruiyet doğal olarak gelişecektir. Bu bağlamda bu meşruiyetin zedelenmesini engellemek amacı ile mümkün olduğunca faaliyet alanlarında şeffaf davranmak bir çok açıdan yeterlidir. Yapılan gayretlerin gösterilmesi ve adreslenebilmesi bu açıdan önem arz etmektedir.
Toplumsal meşruiyetin kazanılmış olması, İslamî olunduğu anlamına gelmez. Toplumsal meşruiyet cemaatin olmazsa olmaz bir özelliği değildir.
Sonsöz
Muhatabımız insandır, insanı muhatab alan Müslüman da bir insandır. Aslolan insanı kazanıp cehennemden kurtuluşuna, hidayete erişine ve yeryüzünde Tevhid ve Adaletin ikamesinde rol sahibi olabilmektir. Bunlar için gayret ederken hak ile batılın birbirine karıştırılmaması, iyi bir niyetle fena bir akibete yol açılmaması gereklidir.
Bir cemaat içinde kardeşlik konusunda eşitlik ve adalet kavramlarına dikkat edilmelidir. Sorumlulukların yerine getirilmesinde eşit, sorumlulukların belirlenmesinde adaletli bir iş bölümü uygula-nabilmelidir. İslam kardeşliği ve ümmet anlayışı esastır.
Müslümanlar arasında doğruluk ve açıklık esas olmalı, gıybet, dedikodu, tecessüs ve kulis gibi davranışlardan şiddetle kaçınılmalıdır.
Cemaat, ümmetin bir minyatürü; ümmet ise cemaatlerin bir bileşkesi olduğundan; ümmetin öteki minyatürlerine hoşgörüyle bakmak; kendi doğrusunu doğru yaşamaya ve anlatmaya özen gösterirken, ötekilerle cedelleşme yerine, dışarıda olan ve cehenneme yolcu olanlarla uğraşıp onları çağırmaya çalışmak gerekmektedir.
Tüm Müslümanlarla birlikte, bütünleşmiş bir yapıyla hareket etmeyi önceleyen bir zihniyet taşınmalıdır. Ayrı oluş durumu günümüz coğrafi, ulusal ve uluslararası sosyo-kültürel şartlar neticesinde oluşan, arizi bir durum olup kalbi bir ayrılık veya husumet içermemelidir. Asıl gaye ayakta tutulması olmazsa olmaz olan anlayışların taşınması ve yaşatılmasıdır.
Diğer yandan yapılan davet ve bu çerçevede oluşan karşılıklı uhuvvet ve muhabbet ya da adavet ve nefret sonucunda iki toplumun oluşması doğal süreçtir. Toplumu ikiye bölmek gibi direkt bir vazife veya böyle bir red mantığı yoktur.
Bu amaçla özel tavırlar sergilen-memeli ve özel faaliyetlerden kesinlikle sakınılmalıdır. Toplumun tamamının iman etmesi ve ümmetin bir parçası haline getirilmesi esastır. Başkalarının ilahına küfretmek red mantığının bir gereği değildir. Hakkın hakkıyla ifade edil(e)mediği her durumda esas olan susmak-tır. Aslolan basiret ve hikmetli bir şekilde davet etmektir.
Ehl-i Kıble tekfir edilmez. Toplumun ya da bireyin imana taalluk eden küfür, şirk ve nifak kapsamındaki düşünce ya da davranışları değerlendirilirken, tanımlama ve tasnifleme, söz ya da davranışlara yapılır; birey Allah’a havale edilir.
Küfrü ve nifakı aşikar, toplum üzerinde etki sahibi insanların bu vasıflarla ilanı gereklidir. Bir ömür korunması gereken imanın, bir şekilde küfür, şirk ya da nifakla kaybedile-bileceği unutulmamalıdır.
Bu sebeple, imanın lekelenmesine neden olabilecek her şeyden hassa-siyetle kaçınılmalı; sık sık imanda bir küfür, şirk, nifak lekesi olup olmadığı kontrol edilmelidir.
Burada unutulmaması gereken nokta: Müslüman’ın kendi imanını kontrol ve takip etmesi; başkalarının imanının çetelesini tutarak kendini unutma gafletine düşmemesidir.
“Mü’min'in her hali, iman ve kafirin her hali, küfür olmayabilir” anlayışı ile olaylar değerlendirilmeli, herkesi tekfire kadar giden anlayış ve kişilere de net tavırlar sergilenerek ümmete sirayet etmelerinin önüne geçilmelidir. Aşırı unsurların genel yapıya ve anlayışlara tolere edilemeyecek zararlara yol açabildiği de bilin-mektedir. Bu aşırılıklar kesinlikle takvalı olmak değil, haddi aşmaktır.
Kaynaklar:
· M. Murat, “Red Mantığı”, Rahle Eğitim ve Kültür Dergisi, 2005 Güz sayısı.
· Abdullah Eğilmez, “İnsanın İnşası”, Rahle Eğitim ve Kültür Dergisi, 2008 Kış sayısı.
· Abdullah Eğilmez, “Cemaat Anlayışı”, Rahle Eğitim ve Kültür Dergisi, 2008 Yaz sayısı.
· Açık Oturum: Cemaat Algısı, Rahle Eğitim ve Kültür Dergisi, 2010 Kış sayısı.
Dipnotlar:
1. "İslâm" lügatte itaat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim olmak, kendini Allah'a vermek, ihlaslı davranmak, samimiyetle ve içten gelerek yönelmek, Müslüman olmak, İslâm'a girmek; Yüce Allah'a itaat etmek, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in getirdiği din adına bildirmiş olduğu şeylerin hepsini benimsemek, şer'î hükümlere bağlılık göstermek, İslamiyeti bir din olarak kabul etmektir. İslâm, şer'î hükümleri kabul etmek manasında boyun eğmektir. (Ahmet Güç, Şamil İslam Ansiklopedisi, “Müslüman” md., alıntı: http://www.rahle.org >>Kaynakça>>id=9501. Erişim tarihi: 01/05/2007)
2. İsmail Lütfü Çakan, Müslüman Kimliği, s. 69, Nesil Yay., 2003, İstanbul.
3. İbn-i Teymiyye’den aktaran: Cevdet Said, Güç İrade ve Eylem, s. 16 Pınar Yay., 2000.
4. “İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak konusunda birbirinizle yardımlaşın; günah işlemek ve haddi aşmak üzere yardımlaşmayın!” (Maide: 2)