Adalette Hapsolmak - rahle.org

Adalette Hapsolmak - rahle.org

Adalette Hapsolmak


Facebookta Paylaş
Tweetle

Tevfik UĞUR

 

Belirlenen sınırı korumak, hareket kabiliyetinin varlığına[1] rağmen haddi aşmamak ve yaradılış gereği bulunulması gereken yerde veya olunması gereken yerde kalmak demek olan adalet, adil insana çizilen sınırın dışına çıkmasını engeller ve deyim yerindeyse onun hareketlerini sınırlar, onu uysallaştırır, sessizleştirir, ehlileştirir[2]. Zulmün olmadığı ya da zalime karşı durmanın içinden çıkılamaz[3] bir hal aldığı durumlarda adalet sessizliktir.

Her şeyin olması gerektiği gibi yerli yerinde olduğu bir ortamda tek ses, tek ritim, tek hareket tevhiddir. Yani evren ve onun içindeki yaratılmışlarla beraber birlik halinde Allah'ı tesbih etmesidir. Ne olursa olsun, bu sesin ritmini bozan ikinci bir sesin ortaya çıkması zulmün varlığına delalet eder. Çünkü varlıklar Allah’tan adil olarak fıtrat -yani tevhid- üzerine yaratılırlar[4]. Nasıl ki insan fıtratı, İslam fıtratıyla başlayıp kişinin özgür iradesiyle şirkte ya da tevhidde son buluyorsa, evren ve içindeki her şey de İslam fıtratı üzerine yaratılmıştır. Şu farkla ki evrenin ve evrensel[5] yani tevhidî değerlere sahip olması zorunlu olan varlıkların özgür bir iradesi olmadığından, onlar şirki seçemeyecek ve ömürleri yine İslam fıtratı üzerinde son bulacaktır. Bu sebeple seçime sahip olmayan yaratıkların adil olması tevhidî yapılarının bir gereği ve varlıklarının zorunlu bir koşuludur. Mahiyetleri ve nitelikleri tevhid üzerine inşa edildiğinden, bunların zulme sapmaları, haddi aşmaları bir başka deyişle özgür olmaları ve şirki seçebilmeleri mümkün değildir.

 Tevhid’le başlayan, evrenin adalet üzerinde olan düzeninin içinde şirki ortaya çıkarabilecek, üstyapısı adaletten müteşekkil olmakla başlayan varlıkların hayatına zulmü sokacak tek varlık insandır. Bir şeyi bulunması gereken yerden kaldırıp başka bir yere koymak manasına gelen zulüm, iki boyutlu olup zulmedenler için oldukça kullanışlıdır. Tanımdan da anlaşılacağı gibi bulunulması gereken yeri -adaleti- terk etmek aynı zamanda bulunulmaması gereken yerleri işgal etmekle eşdeğerdir. Bu sebeple zalim insanın başkalarına zulmedebilmesi yani diğer insanların sınırlarını ihlal edebilmesi için öncelikle kendi haddini aşması yani kendine zulmetmesi gerekir. İnsan, öncelikle kendi nefsine zulmederek hareket ve davranış alanını genişletebiliyorsa, bu durum aynı zamanda onun varlıklar aleminin sonsuza yakın büyüklükteki alanlarında kayıtsız ve şartsız olarak dolaşma ve hareket etme imkanı sağlar. Daha doğrusu Batı'nın demokratik, anarşist ve sosyalist deyişiyle onu mutlak olarak özgürleştirir.

İnsan, İslam fıtratı üzerinde yaratılmasına rağmen, özgür bir iradeye sahip olduğundan kendi mahiyetini kendisi belirler. Fakat bu seçim, İslam'da varoluşçuluktan ayrı olarak, insana iyiliği ve kötülüğü, adaleti ve zulmü, tevhidi ve şirki gösterdikten sonra ortaya çıkmaktadır. Bu durum apaçık olarak Allah'ın mutlak adaletini ve onun kullarına olan sevgisini gösterir. Ki insanın da diğer varlıklar gibi tevhid üzerinde yaratılması bunun en somut göstergesidir. Heidegger'in iddiasının aksine, asıl zulüm, insana iyiliğin ve kötülüğün değerini öğretmeden onu özgür iradesiyle baş başa bırakmaktır. "İnsanın mahiyeti varlığından sonradır. İnsan kendi mahiyetini kendi özgür iradesiyle sonradan belirler, dolayısıyla mahiyet varlıktan sonra anlam kazandığından kaynağının madde olması ve her şeyin bu madde üzerinde belirlenmesi, onu maddeye yani Komunist toplumun maddi yapısına mahkum eder " düşüncesi üzerinde temellenen varoluşçuluk[6], başlangıçta Allah'ın insana verdiği cüzi iradeyle örtüşmesine rağmen, onun ikinci adımı olan "Din de kendi bilgi bilimiyle onu kadere mahkum eder, mahiyetini önceden belirleyerek varlığıyla eşleştirir, oysa insan özgür iradesiyle seçimini de kendi bilgisiyle gerçekleştirir, gerçekleştirebilmelidir. İnsanın tarih boyunca yaşadığı bütün sıkıntılar, buhranlar ve ızdıraplar, özgür iradesiyle mahiyetini seçememesinden kaynaklanmıştır." düşüncesi onu İslam'dan ayırır. Çünkü Yaradan'ın bilgisine sahip olmayan, iyilik ve kötülüğün değerini birbirinden ayıramayan bir insana özgürlük bahşedip ona kendi niteliğini seçme hakkı vermek, insanı kendi bilgisine ya da bilgisizliğine mahkum etmektir[7].

Son iki yüz yıldır demokrasiyle beraber ortaya çıkan Batı Dünyası'nın özgürlük üzerindeki temel düşüncesi; insana iyilik ve kötülüğün, adalet ve zulmün, ahlak ve fuhşiyatın kısaca dinin değerlerini veya değer yargısını öğretmeden ona özgürlük bahşetmektir. Fakat bilindiği üzere asıl zulüm, insanın sadece kendi bilgisine başvurarak yaptığı seçimden sonra ortaya çıkmaktadır[8]. Batı, insanı kendi aklıyla baş başa bırakana kadar özgürlüğünü savunur. Oysa İslam, insana mahiyetini belirleme hürriyeti ve akıl vermekle yetinmenin zulüm olacağını savunduğundan, onun bu aklı ya da iradeyi nasıl kullanacağını, hangi durumlarda şükredici, hangi durumlarda nankör olacağını gösterdikten sonra, seçiminde serbest bırakır[9]. Bu da demektir ki, seçime kadar bütün varlıklar birlik içinde hep beraber Allah'a yönelirler. Seçim anı gelene veya akıl olgunlaşana kadar insan da evrendeki diğer varlıklar gibi -farkında ya da değil- Allah'ı anar. Ağacın, taşın, denizin, gökyüzünün, yıldızların, gezegenlerin... kısacası evrenin yek vücut olarak Allah karşısındaki durumları ve davranışları ne ise baliğ olmayan insanın da hissiyatı odur[10]. Fakat seçim anından sonra şirki tercih eden insan bu birliği ve birlikteki konumunu terk eder, duygusuzlaşır ve bu birliğe zarar verme yoluna koyulur; kalbi taştan daha fazla katılaşır... Bazı taşlar Allah korkusundan yuvarlanırken, zalim insan bu olayı yerçekimi kuvvetine bağlamaya başlar[11].

İlk seçimle beraber açılan şirk yolu, insanı Allah'tan uzaklaştırdığı gibi onu aynı zamanda Allah'ın kanunlarından ve birliğin adaletinden soyutlar, diğer varlıklar karşısındaki sorumluluklarını ve bağlayıcını ortadan kaldırır. Yapılan seçim aslında bir anlamda ya bu birlikle devam edip onun yaptırımlarına uymak, verilen konumun ve pozisyonun dışına çıkmamayı taahhüt etmek ya da her şeyden bağımsızlaşıp özgür bir şekilde hareket etmeyi seçmektir. Birliğe karşı özgürlüğü seçen insan, öncelikle kendi nefsine zulmettiğinden dolayı, onun iyilik, doğruluk ve güzellik adına sergileyeceği davranışların bir anlamı kalmayacaktır. Elbette hümanizm zulme yeğdir, mazlumlar da kendilerine yapılan zulmü ortadan kaldırmaya çalışan insanların bu davranışlarındaki amaçlarına bakmak yerine zulümden kurtulmaya çalışacaktır. Fakat burada bahsettiğimiz konu, Allah’ın ve onun basiretinden nasiplenmeye çalışan Müslümanların, Allah’ı inkar eden ya da onunla beraber başka tanrılar edinen iyiliksever gayrı Müslimlere nasıl baktığıdır. Zayıf bırakılmış insanlar, kendilerine yapılan iyilikten yola çıkarak iyilik sahibinin mahiyetini belirlemeye çalışır, onun iyiliksever tutumunu, niteliği olarak görmeye başlar. Oysa tanrı yoksa hiçbir davranışın anlamı olmayacaktır. Adalet insanı kısıtlıyorsa onun türevleri olan iyilik, yardımseverlik, doğruluk, acıma gibi duygular da insanı zulüm ortamında kısıtlayacak ve hayatını zulmün yaygınlaştığı bir ortamda zindana dönüştürecektir.

Birliğe karşı kendi özgürlüğünü seçen bir insan, daha sonra kendisini belirli bir alana mahkum eden duygularıyla hareket etmeye çalışıyorsa bu durum büyük bir çelişki, anlamsız ve gayesiz bir bocalamadır[12]. Çünkü Allah’a şükretmek yerine nankörlük sergileyen bir insan bulunması gereken yerden kalkmıştır, kendi sınırını aştığından kendine zulmetmiştir. Diğer varlıkların yaşam alanlarında adalet dağıtmaya çalışıyorsa, bu durum Sarte’ın deyimiyle tam bir saçmalıktır (absürdlük). Bu anlamda şirkin kol gezdiği bir ortamda nihilizm, yoksayıcılık, zulüm, despotizm ve anarşizm; hümanizmden, varoluşçuluktan, sosyalizmden, demokrasiden, insan hakları gibi saçmalıklardan daha anlamlıdır. Kul hakkının inkar edildiği bir ortamda insan haklarından bahsederek ciddiye alınmayı başarmak, Batı’nın modernleşen Müslümanlar karşısındaki büyük zaferlerinden bir tanesidir. Allah’ın ya da tevhidin reddedildiği şirk ortamında adaleti tesis etmeye çalışanlara, Camus’un, Nietzsche’nin[13], Bakunin’in diliyle karşı çıkmak gerekir. Çünkü insanın alemlerle anlamlı bir şekilde uyum içinde olabilmesinin yegane şartı, onun, Allah ile arasındaki uyumsuzluğu ortadan kaldırmasıyla gerçekleşir.

Birlikle hareket etmeyi reddeden bir insan kendi özgürlüğünü seçiyorsa, tevhidi seçen insan birlikle beraber hareket etmede karar kılmış demektir. Birliğin adaleti ve bağlayıcılığı, muvahhidin özgürlüğünü ortadan kaldıracağından, onun birlikten ayrılması yani kendi sınırını aşması, onu adaletten uzaklaştıracak ve zulmün sınırsız alanlarında özgür bir şekilde harekete etmesine yol açacaktır. Kendi konumundan ne kadar uzaklaşırsa zulme ve şirke o oranda yaklaşacak ve yine o oranda kendine özgürleşecektir. Bu bağlamda müşrik ya da ateist insanın aksine, Müslüman'ın zulme meyletmesi ya da kendi iradesiyle hareket etmeye çalışması anormal bir sapmadır. Çünkü asıl ve doğal olan birlik halinde hareket edip verilen sözde durmaktır. Yani birliğin ortak duygularını seçimden sonra da paylaşmaya devam etmektir. Birlikten büyük sapmalar olmadığı sürece Allah onun yaptığı küçük kusurları görmezden gelecek ya da cezasını yarına ertelemeyip bu dünyada verecektir.

İnsan, irade sahibi olmanın ve yeryüzünü idare etmenin zorluğunu kavrayamadığından dolayı göklerin, yerin ve dağların kabullenmekten kaçındıkları teklifi reddetmemiştir[14]. Oysa azametlerine rağmen gökler ve dağlar, bu iradenin altından kalkamayacağını anlamış, bu ağır sorumluluğu sırtlanmak yerine cansız varlıklar olarak kalmayı tercih etmişlerdir. Ki İsrailoğulları'nın ortaya çıkışıyla birlikte ne derece doğru bir seçim yaptıkları açığa çıkmıştır. Yaşam öncesi Allah'ı tek ilah olarak kabul eden, yaşamlarında Hz. Yakub'a söz veren bu kavim çok geçmeden verdikleri sözleri unutacak, kendilerine zulmedip Uzeyr (as) Allah'ın oğlu diyeceklerdi. İftiranın ve Allah'ın kendilerine bahşettiği özgürlüğün büyük tehlikesini idrak edemeyecek olan Hıristiyanlar da Hz. İsa'ya Allah'ın oğlu olarak inanacaklardı[15]. Elbette Allah'ın mutlak adaleti olmasaydı, bu iftira tek başına evrenin paramparça olup yok olmasına yetecekti[16].

"Rahman çocuk edindi dediler. Andolsun ki siz çirkin bir cesarette bulunup geldiniz. Neredeyse bundan dolayı, gökler paramparça olacak, yer çatlayacak ve dağlar yıkılıp-göçüverecekti" ayeti irade sahibi olmanın, özgür bir şekilde konuşma ve hareket etmenin büyük tehlikesini gözler önüne sermektedir. Allah'a çocuk isnad etmek, maddi anlamda hiç kimseye zarar vermeyeceğinden demokratik ortamlarda sözün hiçbir cezası yoktur. Oysa neredeyse yer çatlayacaktır, gökler paramparça olacaktır, dağlar bu sözün şiddetinden yıkılıp göçecektir. Hem sözün bu cansız ama hisseden varlıklarda uyandırdığı rahatsızlıktan dolayı, hem de onların Allah'ın bu sözü söyleyenlere karşılık yarının dünyasında çarptıracağı azabın şiddetinden[17] ötürü... İdeal Müslüman insan bu söz karşısında ne düşünür ve nasıl davranır? Allah onlar için süre tanıdığına göre, Müslüman'ın bu iftira karşısında maddi olarak yapabileceği bir şey yok ama o birlikle beraber hareket ettiğinden onlarda uyanan rahatsızlığı kendisi de hissedecektir, hissetmesi gerekir. Adil olma zorunluluğu onun taşkınlık yapmasını engelleyecek fakat dağların hissiyatıyla ızdırap içinde kavrulacaktır. Emaneti kabule etmekten kaçınan varlıkların, yeryüzünün idaresini kabul eden insanın çirkin sözleri karşısında nasıl tavır takındıklarını yine bu ayette görmekteyiz. Müslüman insan, birliğin -İslam'ın- fıtratını sürdürmekte karar kıldığına göre, onun bu söz karşısında rahatsız olmaması ya da demokrat bir tavır içinde bulunması başlı başına bir zulüm ve sapmadır.

Demokrasiyle beraber ortaya çıkan yeni özgürlük anlayışı, günümüzde bütün insanlık için haddi aşmanın en kolay ve en meşru (!) yoludur. Müslümanların en büyük sapması ve haddi aşması da demokrasi aracılığıyla gerçekleşmiştir. Kendi sınırını aşan demokrat Müslüman, konumuna dönmediği sürece, sürekli olarak başkalarının hareket sahasında dolaşacağından kendisini koca bir zulüm alanında bulacaktır. Çünkü varlıklar arasındaki sınırlar ayrık değildir. Evrendeki canlı-cansız bütün yaratıkların sınırları âdil bir ortamda bitişik ve birbirlerine ilişiktir. Bir alana hapsolup adaleti gözetmenin zorluğu ne ise sınırsız zulüm alanlarında özgür bir şekilde dolaşan Müslüman'ın da zulme, şirke ve küfre dalması o kadar kolaydır. Sınırsız zulüm alanlarında Müslüman'ı kuşatan özgürlüğün ateşi bir anlamda onu cehenneme davet eden ateştir. Günümüzde bu ateşten etkilenmemek, zalimler ve fasıkların çirkin amelleri karşısında adaletin nuru içinde yaşamı devam ettirmek bir Müslüman için zor ve güç bir durumdur. Ki dağların kaldıramadığı emanetin ağrı yükü, böyle ortamlarda anlamını kazanmaktadır. Hal bu olunca, zalim insan dışındaki her şeyi -insan, hayvan, bitki, doğa, evren- zulmü ortadan kaldırmadan, zulümden kurtarmak bir çözüm değildir. Tevhid, şirkin varlığına müsaade ederken ya da ona mühlet verirken zulme asla rıza göstermez ve ona süre tanımaz. Bu anlamda tevhid, adaleti yeryüzünde tesis ettikten sonra zalime haddini gösterir, sınır gözetmemekte direnen zulmü kaynağıyla beraber izale eder. Müslümanlar, zulme karşı sürdürdüğü mücadelelerde başarıya ulaşamıyorlarsa, sorun maddi gücün yoksunluğundan ziyade Allah ile aralarında var olan bağın zayıf olmasından kaynaklanır. Bu mücadelenin özünde "insan hakkı" diye materyalist bir kavram varsa Allah bu savaşın hangi aşamasında yardımını gönderecektir? Allah kul hakkı için mücadele eden Müslümanlara yardımını sunmuştur, sunacaktır.

Dipnotlar

[1] Sadece zulmetme yetisine sahip olan varlıklar adil olarak adlandırılabilir. Adil melek, adil deli, adil bir ağaç, adil bir aslan diye bir şey olamaz. Özgür olabilen yani seçim yapabilen varlıklar adil olabilir. Kısacası adil insan, eğlence mekanı olan yeryüzünde eğlenmeyi seçmeyen yani özgürlük yerine tevhidi seçen insandır.

[2] Kur'an'ın bütün öğretileri son tahlilde insanlar arası ilişkilerde adaleti tesis etmeye yöneliktir. Yalnız bunun yegane şartı, insanların Allah ile arasındaki adaleti sağlamalarından geçer. Bir başka deyişle tevhidin yeryüzünde tesis edilmesinden sonra, insanlar kendi aralarında birliği ve adaleti sağlayabilir. Tevhid direkleri üzerine yükselen adalet, her şeyi yerli yerine koyduğu için anarşi, kaos, uyumsuzluk ortadan kalkar ve herkes kendi sınırı içinde haddini aşmadan hareket eder.

[3] Zulme karşı çıkmanın zorluğu, Firavun, Nemrud ve onların günümüz torunları olan Hıristiyan, Yahudi ve ırkçı liderler için değildir. Gayr-i Müslim zalime karşı çıkamamak diye bir olay olamaz. Güçsüzlük varsa bu iman eksikliğindendir. Ama Müslüman olup halkın bir kısmına zulmederek diğerlerine adil davranan liderlere karşı çıkma konusu biraz karmaşık ve zordur. Yezid gibilerinin lider olduğu bir ortamda, Hz. Hüseyinler varlıklarını gösterebilir. Ama Muaviye'ye karşı Ali olabilmek için yirmi beş yıllık bir suskunluk, zulmetme korkusundan kaynaklanan bir durağanlık gerekebilir. Yani öyle durumlar olur ki zulümle ve zalimle ne yapılacağı bilinemez. Zulme karşı durmak yerine derin bir sessizlik ve çığlıkları Kufe'nin kuyularında suda boğulan ızdırap tercih edilir.

[4] İnsanlar dışındaki varlıklar, kendilerine zulmetme yetileri olmadığından dolayı bu fıtratı yok olana ve kıyamet kopana dek sürdürürler.

[5] Yazık ki bu kavram elimizden alınmış ve şirk bataklığına saplanan Batı Dünyası'nın eline geçmiştir. Oysa evrensel değerler ve duygular, evrende var olan yaratıkların duygularıdır. Daha doğrusu birliğin içinde yer alan varlıkların tevhidi tutumlarıdır. Doğa veya evrenle barışık olamayan -Allah'la barışık değiller çünkü- müşrik ve gayr-ı Müslimlerin evrensel değerlerden, insan haklarından, çevreden, hayvan haklarından bahsetmesi, evrenin kendi sınırı aşıp insanlara zulmetmesi kadar komiktir. Greenpeace'in, insan hakları, çevre hakları, hayvan hakları örgütlerinin şeytan görsün yüzlerini! Bir Müslüman'ın insan haklarına saygılı olabilmesi için öncelikle Kul Hakkı kavramını sahiplenmesi ve kavrayabilmesi gerekir. Evrensel olan kul hakkıdır. Kul hakkını bilen bir insan, bitki hakkını, hayvan hakkını, çevre hakkını, taş hakkını, dağ hakkını fazlasıyla bilir ve gereğini yapar. Çünkü Tevhid bu hakların anlamını fazlasıyla sağlar. Bitkiyi, hayvanı, yıldızları, denizi, dağları ya da ormanları duyumsayabilmek için Allah'ı duyumsayabilmek lazım. Allah'ı duyumsayan insansa O'na yönelmiş birliğe zarar vermekten kaçınır. Çimlere basmayın! Çünkü melekler her otu Allah'ı tesbih etmede araç olarak kullanırlar.

[6] 19. asırda Sören Kierkegaard ile başlayan bu felsefe akımı, felsefe ve dinin insanı unutup soyut şeylerle meşgul olduğunu iddia ederek, insanı ve özgürlüğünü düşüncesinin merkezine oturmuştur. Varoluşun temel başlangıç noktası, korku, sıkıntı, bunaltı, kaygı ve meraktır. İnsanı toplumdan soyutlayarak kendi kendisiyle ilgilenmesini öğütler. Bu açıdan bakıldığında bireyselci -indivüalist- bir felsefedir. Kierkegaard'dan sonra bu akımı 20. yy'da Gabriel Marcel, Martin Heidegger, Karl Jaspers ve Sartre devam ettirir.

[7] Sartre, Heidegger'in tersine, insanın özgürlüğe mahkum bir varlık olduğundan dolayı bunaltı ve sıkıntı içinde olduğunu söyler.

[8] Hz. Adem'in yasak meyveden yemesi, Kabil'in Habil'i öldürmesi, Hz. Adem'den sonra insanların şirke dalıp zulme yönelmeleri, birbirlerini haksız yere öldürmeleri, çıkarlarını ve zevklerini düşünerek yeryüzünde bozgunculuk yapmaları... irade sahibi olup seçimlerini kendi bilgileri doğrultusunda yaptıklarından dolayı kaynaklanmıştır.

[9] Bkz. İnsan:3. Bu takdirde insanın Allah karşısında bir mazereti kalmamaktadır. Allah insanı kendi iradesiyle baş başa bırakmayıp ona aynı zamanda doğru ve yanlış yolu gösteriyorsa nankör olan sadece kendisine yazık eder. Aynı konu Şems ve Beled surelerinde de işlenmektedir.

[10] Kastedilen birlik, bütün yaratılmışların yaradanın özünde olduğu değildir. Yani mahlukun Halık'ta olması durumu değildir. Vahdet-i Vücud yani varlıkların birliği düşüncesi, yaratılan evrenin ve içindeki her şeyin yaradanda olduğuna inanır. Oysa benim vurgulamak istediğim konu, tevhidî yaratıkların Allah karşısındaki birliğidir. İnsan zulme ve şirke sapmadığı sürece o da bu birlikle yani evren, hayvan, ağaç, deniz kısaca doğayla beraber Allah'a yönelir ve onu tesbih eder. Bu durumda müşrik, münafık ve kafirlerin bu birlik içinde yer almaları mümkün değildir ve birlik de Allah'tan ayrı(k)tır. Oysa vahdet-i vücudu savunanlar Allah dahil bütün varlıkların bir ve aynı olduğunu dile getirir, yaradanın yaradılanda, yaradılanın da yaradan da olduğunu savunur. Ama biz Kur'an ve sünnetten biliyoruz ki bütün yaratılmışlar yoktan varedilmiştir. Yoktan varedilense sonradan varolmuştur, Allah ise yaradandır. Eğer her mahlukun Allah'ın özünden geldiğine inanılıyorsa bu durumda müşrikler hangi sınıfa konulacaktır? Üzerinde Allah'ın ruhundan eser kalmamış ve bütünüyle çamurlaşmış insanlar, hangi mantıkla Allah'ın özüne dahil edilmektedir? Bizim Müslüman'ın olaylara ve fenomenlere Allah'ın gözüyle baktığına inanmamız, Allah'ın bu insana kendi mutlak feraset ve basiretinden fazlaca bahşettiği anlamındadır, yoksa Allah'ın bakışının insanın bakışında olduğunda değil. Zannedersem Mansur, Şeyh Attar, Celaleddin Rumi, Şebisteri, İbn-i Arabi gibi Müslüman filozoflar Yunan, Hint ve ilkel Doğu Düşüncesi’nden biraz fazla etkilenmişler. Vahdet-i Vücut görüşü İslam’dan önce de varlığını sürdürüyordu çünkü.

[11] Evrenin ve içinde olup biten bütün olayların insanlar açısından iki görüntüsü vardır. Muvahhidler bu görüngülere -fenomen- Allah'ın baktığı gibi görmeye çalışırken müşrikler ve materyalistler, manzarayı doğa kanununa uydurmaya çalışırlar. İnsan hangi gözle bakmaya çalışıyorsa fenomenler ona göre hazırlanır. Zaten diğer türlü insanlar ya tümden şirkin bataklığına saplanırlardı ya da tümden Allah’a yönelirlerdi. Ben bir muhavvid olarak gökyüzünü izlerken gaybten haber almaya çalışan cinlere melekler tarafından fırlatılan ateş toplarını görürüm, müşrikler, bilimperestler ya da onlardan etkilenen Müslümanlar onları, atmosfere çarpan ve meydana gelen sürtünmeden dolayı yanıp kül olan meteor taşları olarak görür.

[12] Karşıt görüş olarak Zilzal suresi sunulabilir. Fakat bu surede bahsedilen konu, müşriklerin iyiliklerine karşılık vaadedilen mükafatın dünyada verildiği ya da ne dünyada ne de ahirette verileceğidir. Eğer müşrik ya da Müslüman ayırımı yapılmadan, yapılan her iyiliğe karşı ahirette mükafat verilir, şeklinde anlaşılırsa bu durum, kafir ve müşriklerin iyi amellerinin ahirette zayi olduğunu belirten Kur'an'ın diğer bir çok ayetiyle çelişecektir. Diğer bir husus da şudur: Kişinin inancı gözardı edilerek, onun şükretme ya da nankörlük etme durumuna bakılmaksızın yapılan her iyiliğe mükafat her kötülüğe de ceza verilecekse bu takdirde müşrik, münafık, fasık, Müslüman, muvahhid gibi kavramlar anlamını yitirir. (bkz. A'raf: 147, Tevbe: 17, 67'den 69'a kadar, Hud: 15-16, İbrahim: 18, Kehf: 104-105, Nur: 39, Furkan: 23, Ahzab: 10, Zümer: 65, Ahkaf: 20)

[13] Nietzsche, "tanrıyı öldürdüm" demiyor, "tanrı öldü" diyor yani kendi tanrısını ölü olarak bulmuş hristiyanlık dünyasında. Tanrısız bir dünyada yaşamın bir anlamının olmayacağını düşünerek yeni bir tanrı arayışına girmiş, sonunda insanı tanrının konumuna yükseltmeye çalışmış. Tanrısızlıktan yakına yakına yapacağı iyilikleri insanlığı tanrı ilan ederek anlamlandırmaya çalışmış. Elbette anlamsız bir çaba ama demokratların, kul hakkını inkar eden insan hakları savunucularının, iyiliksever putperest ve müşriklerin, hümanistlerin ve sosyalistlerin davranışlarının yanında Nietzsche daha anlamlıdır. En azından bunlar kendilerini aldatmak yerine ya kendilerini tamamen kötülüğe vermişler ya da yapacakları iyilikleri kabul edecek bir tanrı arayışına girmişler. Adaleti tanrısız bir dünyada inşa etme yoluna gitmemişler, tanrısız bir dünyada ya yapacak bir şey yok demişler ya da tanrı icat etmeye çalışmışlar. Hıristiyanlar akla gelebilir ama sekülerlik ve reform bu dinin üç tanrısından geriye sadece haçı bırakmıştır, yani kitaplarını çoktan kendi elleriyle rafa kaldırmışlardır, vicdanlara hapsettikleri dinleri Nietzsche’nin pratiğe aktarmaya çalıştığı dinin yanında bir hiçtir.

[14] Bkz. Ahzab: 72. Bir kısım müfessirler bu teklifin aslında yapılmadığını ve mecazi anlamda kullanıldığını söylemektedirler. Oysa mecazî olmasını gerektirecek hiçbir durum yok. Allah sonuç olarak bu emaneti insana verecekti ve insanın bunu kabul edeceğini biliyordu. Yine de ağırlığını ve olayın vehametini göstermek için bu teklifi dağlara, yere ve göklere sunmuş, onlar da irade sahibi olmanın tehlikesini kavradıklarından, tekliften kaçınarak cansız varlıklar olarak Allah'a mutlak itaat etmeyi seçmişlerdi. Onların cansız varlıklar olmaları, hissiyatsız olacakları anlamına gelmemelidir. Çünkü Allah'a yapılan iftiranın, onların yüreğinde ne gibi sonuçlar doğurduğunu yine Kur'an bize haber vermektedir. İnsan kendine çok haksızlık ettiğinden, kapasitesinin ve gücünün sınırını bilmediğinden, zalim ve cahil olarak teklifi kabul etmiştir. Bu teklifin altından kalkabilenler büyük mükafat kazanacak, münafık ve müşrikler de büyük azaba çarptırılacaklardır.

[15] Aslında Hıristiyanların Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu olarak görmeleri bir ölçüde Yahudilerin hilesinin başarıya ulaştığını gösterir. Çünkü Hz. İsa beşikte konuşana kadar Yahudiler, Hz. Meryem'in zina ettiğini ve onun artık iffetsiz bir kadın olduğunu söyleyip duruyorlardı. Hz. İsa konuştuktan sonra, Hz. Meryem'e inanmaları gerekeceği yerde, bu sefer tuttular Hz. İsa'yı tanrının oğlu ilan ettiler. Bu onlar için olağan dışı bir durum değildi, sonuçta Üzeyir diye bir çocuğu olan tanrı, İsa diye bir çocuk da dünyaya getirebilirdi, Hıristiyanlar bu sebeple günümüzde Yahudilerin gayri meşru çocukları olarak varlıklarını sürdürmeye devam etmektedirler.

16] Mutlak adalet, mutlak bağlayıcılığı gerektirir. Hâşâ! Bu durum, Allah'ın insana bağlılığı anlamına gelmiyor. Bilakis, Allah'ın insanlara vermiş olduğu sözde durması demektir. Verilen imtihan süresi dolmadan, belki kullara değil ama, Allah'a yapılan haksızlık ve çirkin davranışların cezası ertelenmiştir. Yoksa "Allah'ın eli fakir" diyen Yahudilerin, kızları Allah'a erkekleri kendilerine tahsis eden müşriklerin, Allah'a çocuk isnad eden Hıristiyanların... çoktan yeryüzünden silinmesi gerekecekti.

[17] Olay soyut olarak anlaşılamayabilir, ama örneklerle Allah'ın bu söz karşısında duyduğu rahatsızlık cüz'i de olsa algılanabilir. Örneğin iffetli bir kadına yapılan bir iftira

 

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ