SOSYALLEŞME (AÇIK OTURUM) - rahle.org

SOSYALLEŞME (AÇIK OTURUM) - rahle.org

SOSYALLEŞME (AÇIK OTURUM)


Facebookta Paylaş
Tweetle

 

Rahle Yayın Kurulu

 

Hikmet ve basiret temelli bir davetle Allah'ın dinine dahil edilmeye çalışılan, mevcut batıl ve cahili anlayışlara da sahip toplum değerlerinden koparılarak İslam'ın nuruna çağrılması gereken insanların bu halleri sosyalleşme adına normalleştirilebilmektedir.

 

[Faruk Salim] Arkadaşlar bildiğiniz gibi bu ay “sosyalleşme” konusunu masaya yatırıyoruz. Sosyalleşme nedir? Nasıl anlayalım?

[Ammar Ziya] İzninizle, konuyu şöyle açıklayayım. Sosyalleşme kavramını araştırmaya başladığımızda başlıca şu tanımlarla karşılaşıyoruz:

“Sosyalleşme, toplumsallaşmadır; insanın içinde yaşadığı topluma uyum sağlaması, toplumla bütünleşmesi ya da özdeşleşmesidir. Doğuştan psikolojik bir varlık olan insan, zamanla sosyal bir varlık haline gelir. İşte sosyalleşme, insanın psikolojik varlıktan sosyal varlığa doğru geçişini meydana getiren bir dizi süreçler toplamıdır. İnsanı “ben” olarak düşünürsek, bunu “biz” olan topluluk haline getirmek sosyalleşmedir.” Bu açıklama çerçevesinde sosyalleşmenin değişik birtakım tanımları verilebilir;

• Bireyin belirli bir grup veya topluluğa katılarak, o grubun yaşama tarzını öğrenmesidir.

• Bireylerin kendi aralarında, ferdin grupla, grupların kendi aralarındaki ilişkiler ve etkileşimi sırasında bazı davranış kalıplarının öğrenilmesidir.

• Toplumun değerlerini, normlarını, beklentilerini önce öğrenip, daha sonra kişiliğinin bir parçası haline getiren bireylerin, topluma mal olması sürecidir.

Bazı araştırmacılara göre sosyalleşme, sosyal-kültürel şahsiyetin meydana gelmesidir; bilinçli veya bilinçsiz olarak devam eden bir eğitim süreci ile birlikte gençlik döneminin bitişi ile sınırlıdır. Ama hangi yaşta olursa olsun toplumda üstlenilen ve öğrenilen her yeni sosyal rol, her yeni bir gruba katılma bir sosyalleşme sayılabilir; Bu bakımdan sosyalleşme bütün hayat boyunca devam eden bir süreçtir. Meselâ, sanayileşmiş toplumlarda genellikle gençlik döneminin bitmesinden sonra gerçekleşen mesleğe girme, yeni bir sosyalleşme safhası, bir meslekî sosyalleşmedir. Bazı başka sosyologlar ise sosyalleşmeyi, kişinin toplumda alacağı sosyal rollere uygun davranış kalıpları ve örneklerini öğrenmesi olarak alıyorlar. Diğer bir grup ise sosyal topluluğun nesilden nesile aktarılan kültürünün genç nesillere öğretilmesi ve benimsetilmesi olayına sosyalleşme diyorlar.

Sosyalleşme, kişinin kendisinin ve sosyal sistemin iyi ilişkiler içinde yaşayabilmesi için sosyal rollerin iyi öğrenilmesi, düzenlenmesi ve yapılması demektir. Üstelik insan bütün hayatı boyunca yeni sosyal pozisyonlarda yeni sosyal roller üstlendiği için, bu rollerin öğrenilmesi sırasında sosyalleşme de hayat boyu devam eder.

Sosyalleşme, toplumların ve toplumsal sistemlerin nesiller üstü yaşamalarını sağladığı gibi, toplumların kendi kendilerini yenilemelerini de sağlar.

Sosyalleşme bir yandan sosyal sistemlerin devamlılığını sağlarken, bireyin bir şahsiyet sahibi olmasına ve ferdiyetinin hayat boyunca az-çok sürekli olmasına da yardımcı olur. Sosyalleşme, bireyin davranış sistemlerinin oluşturulmasında ve değiştirilmesinde son derece etkilidir. Sosyalleşmede genellikle rol beklentileri, değerler ve sosyal kurallar öğrenilir, sosyal hayata yatkınlık kazanılır. Kültürlerin ve toplumların devamı için sosyalleşme son derecede önemlidir.

Sosyalleşme olgusu insanın doğumundan itibaren başlayan, onun büyümesi ve olgunlaşması boyunca devam eden, bireylerin davranışlarını düzenleyen bir olgudur.

[Abdullah Eğilmez] Sosyalleşme için “insanın içinde yaşadığı topluma uyum sağlaması, toplumla bütünleşmesi ya da özdeşleşmesidir” şeklinde tanımlama yapıldı. Bu tanımlamada sadece uyum değil, aynı zamanda özdeşleşmenin de betimlenmesi, ilk elden Müslüman açısından akla “hangi toplum?” sorusunu getirmelidir.

“Ferdin sosyal boyutta ortaya çıkmasıyla var olan bir süreç” olarak gördüğünüz zaman sosyalleşme, bireyin toplum hayatına katılım talebini hatırlatmaktadır. Bu durum uyum ile yaşamsal güvenlik arayışında olan bireyin en doğal tepkilerinden birisidir.

Sosyalleşmenin değili olarak uca kayma (marjinalleşme) algılanırsa, bu halde sosyalleşmenin olumlu, iyi bir şey görülmesi gerekir. Ne ki, sosyalleşmeye yüklenen diğer anlamlara baktığımızda mutlak iyi anlamına gelemeyeceğini söylemek de mümkündür.

Sosyalleşme günümüz kullanımında yaygın olarak bireyin kentlileşmesi, kent kültürüne uyum sağlaması anlamında da kullanılmaktadır. Kent kültürüne uyum sorunu aynı zamanda küresel ve yerel erkin muhalif toplumları ehlileştirme talep ve projelerinin de önemli bir unsurudur. Mesela rahle.org sitemizin dosyalar kısmında da alıntıladığımız, meşhur 11 Eylül sonrası ile ilgili RAND raporunda da ifadelendirilen, “modernist Müslüman grupların kent kültürüne katılımı için gereken ortamın hazırlanması ve teşvik edilmesi” maddesi hemen zikredilmeli. Bundan mütevellit son günlerde sosyalleşmeyi bayraklaştıranları gördüğümde, “sosyalleş-me”den ne kastettiği kadar, bu fikre nasıl sahip olduğunu da merak etmişimdir.

Bizim sosyalleşmeden anlamamız gereken Müslümanlarla, cemaat mensuplarıyla uyum ve özdeşleşme olması lazımdır. Müslümanların toplumu Müslümanlardan oluşur. Ne var ki, sosyalleşmeden anlaşılan şeyler içerisinde, genelde yaşadığımız şehir, mahalle, plaza ve benzeri yerlerde aynı mekânı paylaşan tüm insanlarla uyum vardır. Bu anlatımdaki sosyalleşme tanımında yer alan toplum, aslında tüm şehri kapsamaktadır ki, birbirinden ayrı olan toplumların bu farklılığı ortada görülememektedir. Hâlbuki bir ateistle, bir tek tanrıya inananın aynı görülmesi doğru olmayacaktır. Aynı mekânı paylaşıyor olabilirler, ama ikisi farklı toplum ve ahlak değerlerine sahiptir. İkisinin farklı toplum mensubu olarak ifade edilmesi tabi ki hiç alış veriş yapıp, konuşmayacaklar anlamına gelmez, gelemez ama aynı toplum üyesi de değildirler.

[Faruk Salim] Sosyalleşme böyle bir gerilimle beraber mi var olmalı? Sosyalleşmenin olumlu yanları neler?

[Mehmet Akifoğlu] Öncelikle sosyalleşmenin insanın yapısına konulmuş olan fıtri bir hal olduğunu belirlemekte fayda var. İnsan maddi-manevi gereksinimler ile diğer insanlara veya insan topluluklarına (toplumlara) ihtiyaç duyar. İnsanın doğuştan gelen ihtiyaçları ve bu ihtiyaçlara kendi başına yeterli olma eksikliği belki de ilk planda bu isteğin sebebi olarak ileri sürülebilecek yargılar olabilir. Bu açıdan bakıldığında Allah’ın insanların yapısına koyduğu böylesi bir olguyu dinen yasaklaması ya da hoş görmemesi diye bir durum yoktur. Bu söylediğimiz konunun kişisel planda ele alınmasıdır.

Toplumsal olarak ele alındığında Allah insanlar için zaten sosyal bir yapıyı ön görmüş ve her çağda bu yapılar için toplumsal kuralları da elçileri ile beyan etmiştir. Bu açıdan bakıldığında toplumsal kuralları ve ilişki biçimlerini Allah’tan topluma-insana ileten resullerin sosyalleşmemesi garipsenecek bir durum olurdu. Sosyalliğin karşıtı diye ifade edebileceğimiz tecerrüt Allah’ın kullarından istediği bir uygulama olarak karşımıza çıkmamaktadır. Kur’an’daki tevhid mücadelesi incelendiğinde hemen her peygamberin benzer şekilde sosyal içerikli uyarıları ve ilişkileri olduğu dikkatimizi çekecektir. Yine Efendimiz (sav) de aynı şekilde gerek nübüvvet öncesi gerekse sonrasında sosyal hayatın içinde bulunmuştur.

[Ammar Ziya] Ben burada soru çerçevesinde düşüncelerimi arz etmek istiyorum. Sosyalleşme insana ve topluma ne kazandırır dersek, şunları söyleyebiliriz.

Öncelikle insanın toplumun üyesi olmak isteme niyetinin hasıl olmasını sağlar. Niye insan bir toplumun üyesi olmak ister. Çünkü insan her şeyden önce bu koskoca evrende savunmasız bir görünümdeydi. Bu nedenle güvenebileceği kendi hemcinslerinin yanında emniyet arayışını sürdürebilecektir. Dolayısıyla ilk şey insanın güvenlik talebinin çözümüne katkısıdır. Bir arada olanlar tehditlere karşı kendilerini daha kolay savunabilirler.

İşlerini kolaylaştırma ve paylaşım arzusu da önemli. Yani insanının konuşabileceği dertlerini açabileceği insanlar olmalı hayatında.

Bazı ihtiyaçlarının ancak diğer insanlar tarafından giderilebilir olduğunu biliyoruz. Örneğin evlilik ve çoğalma. Bu ihtiyacın giderilmesi insanın toplumsallaşması ile mümkün.

İş bölümü önemli bir faydadır. Aynı toplumu paylaşan insanlar yaptıkları iş bölümü ile birbirlerinin hayatını kolaylaştırırlar.

Küçük küçük üretilen artı değerler toplum üzerinde birikmesiyle toplumun toplam artı değeri bireyinkinden daha hızla ilerleyeceğinden, daha hızlı, daha konforlu, daha müreffeh bir hayat, yani yaşam kalitesinde yükselme hasıl olacaktır.

Sosyalleşerek uyum sağlamış bir toplumdaki ahenk anarşi ve kaos ortamını ve kargaşasını insandan uzak kılacaktır. Yani esenlik ortamı hakim olacaktır.

İnsanlara bir fikir bir görüş vermek isteyen insanların mesajı muhataplarına daha rahat ulaşacaktır. Tanımadıkları, güven duymadıkları birisisin söylemlerine kimse kolay kolay itimat etmez, velev ki çok acil durum mesajı getirseler bile. Sosyalleşme insana kişilik ve itimat katar.

Sosyalleşeme bir kültür ve medeniyet oluşturduğu için de önemlidir. Yalnız başına yaşayan insanlar Ya da kendi klanlarına hapsolmuş dar gruplar hiçbir zaman medeniyet oluşturup kalıcı eserler bina edemezler.

[Faruk Salim] Sosyalleşme olumlu bir hal olarak görünüyor. Gerçekten böyle midir? Olumsuz yönleri insanı ya da toplumu ifsat eden yönleri hiç yok mu?

[Abdullah Eğilmez] Hatırlatmam gereken bir iki başlık var. Öncelikle sosyalleşme tanımında toplumun sınıflandırılması olmadığı için, sosyalleşmeyi başat bir hal aldığımızda, insanın yabancılaşması gündeme gelmelidir. Yabancılaşma konusunda üç durum var; her üç halde tasniflenmemiş bir toplumla sosyalleşmenin doğal bir sonucudur:

İlki bireysel alinasyon denilen kişinin kendi kimliğini bulamadığı, yaşayamadığı bir yabancılaşma durumunu ifade eder. Kontrolsüz ve teslimiyetçi bir sosyalleşmede neticede sadece tek bir değerler yumağı ortaya çıkacağı için bu değerler farklılıkları ve çeşitlilikleri yok edecektir.

Diğeri bireyin kendi sahiplendiği kültürel ya da dini kimliğini feda edip veyahut üstünü örterek sosyalleşerek girdiği yeni formda değerlerinden uzaklaştığı bir yabancılaşma durumunu ifade eder ki buna asimilasyon diyebiliriz. Burada bir Müslüman'ın Hıristiyan bir memlekette tam sosyalleştiğini düşünmek yeterlidir her halde. Çünkü onlarla tam sosyalleşme onlardan biri haline gelmektir ki bu kendin olmaktan çıkmaktır.

Ve dengesiz bir kontrolle gidilen sosyalleşme serüvenlerinde başka bir yabancılaşma durumu vardır ki buna da dejenerasyon diyelim. Ne kendi kültürünün bırakılmaması nede diğer toplumdan tam kabul görme arzusunun terkedilememesi ve benzeri nedenler böyle bir sonuç doğurmaktadır. Mesela İslam dünyasına giren moda ve tatil olayları bu çerçevede düşünülmelidir.

Müslümanlar açısından hikmet ve basiret temelli bir davetle Allah'ın dinine dahil edilmeye çalışılan insanlar, yani mevcut batıl ve cahili anlayışlara da sahip toplumun, değerlerinden koparılarak İslam’ın nuruna çağrılması gereken insanların bu halleri sosyalleşme adına normalleştirilebilmektedir. Bu normalleşme sonucunda onlar Müslüman'a benzeyeceğine Müslümanlar onlara benzemektedir ki referansın İslam'dan topluma kaymış olması en başta Müslüman kimliğini zedelemektedir.

[Ensar KARA]: İstisnai durumlar haricinde sosyalleşmenin insan için fıtri bir hal, bir vakıa olduğu görüşüne ben de katılıyorum, bununla birlikte sosyalleşmeyi mutlak manada iyi ya da kötü olarak tanımlamamak gerektiğini düşünüyorum. Bireyin kendi durumu ile sosyalleşilecek toplumun durumu ve sosyalleşmenin bireyi götüreceği nokta sosyalleşmenin iyi ya da kötü olarak tanımlanmasını sağlayacaktır.

Bireyin kendi durumu derken bireyin inançları ve doğal olarak bu inançların yaşantısındaki tezahürleri ile bunların tümünü sahiplenme, bunları savunabilme kabiliyetini kastediyorum. Bu durum bireyin sosyalleşeceği toplumunun değerleri ile kendi değerleri arasındaki etkileşimin ne yönde ve ne ölçüde olacağını belirleyecektir. Eğer birey değerlerini korumada ve ihraç etmede güçlü ise toplumun değerlerinden bu güç ölçüsünde etkilenmeyecek sosyalleşme olgusunun ibresinin yönü bireyden topluma dönecektir. Bu noktada eğer bireyin değerleri iyi ise topluma iyi bir katma değer eklenecek, bireyin değerleri kötü ise topluma kötü bir katma değer eklenecek sosyalleşmede buna göre iyi ya da kötü olarak nitelenebilecektir.

Tersi olan bir durumda birey değerlerini korumada ve ihraç etmede güçsüz ise sosyalleşme olgusunun ibresinin yönü toplumdan bireye dönecektir. Bu noktada eğer toplumun değerleri iyi ise bireye iyi bir katma değer eklenecek, toplumun değerleri kötü ise bireye kötü bir katma değer eklenecek sosyalleşmede buna göre iyi ya da kötü olarak nitelenebilecektir.

Toplumun veya bireyin değerlerinin iyi olduğu durumlarda sosyalleşme olgusunun ibresinin hangi yönde olursa olsun ortaya iyi bir katma değer çıkacaktır. Esas problem toplum veya bireyden herhangi birinin değerlerinin kötü olduğu durumda ortaya çıkmaktadır. Dikkat ederseniz her ikisinin değerlerinin de kötü olduğu duruma değinmiyorum çünkü böyle bir durum helak ortamının oluştuğu ve bir anlamda yapılacak bir şeyin kalmadığı durumdur. Toplumun değerlerinin kötü olduğu bireyin değerlerinin iyi olduğu ya da tam tersi olduğu durumlarda sosyalleşme olgusunun ibresinin yönünü değerlerin korunmasında ve ihracında güçlü olan taraf belirleyecektir.

Bu tür çeşitlilikler içinden günümüze uygun olanı Müslümanlar ve mevcut toplum özelinde ele almak istersek model olarak toplumun değerlerinin İslami motifler taşımakla beraber ıslah edilmeye muhtaç olduğunu Müslümanların değerlerinin yani İslam’ın da bu noktada iyiyi temsil ettiğini görürürüz.

Bu durumda Müslümanlar ile toplumun sosyalleşmesi durumunda toplumun ıslahı için yani sosyalleşme olgusunun ibresinin Müslümanlardan topluma doğru olması için Müslümanların  değerlerini korumada ve ihraç etmede güçlü olması gerekir. Aksi durumda sosyalleşme Müslümanların yozlaşmasını getirecektir ki sosyalleşme bu noktada kötü olarak nitelenecektir.

Bunun için ne olursa olsun sosyalleşme demek bazen yozlaşmaya da kapı aralayabilecektir. Bu gibi durumlardan korunmanın yolu değerlerimizi özümsemek ve her alanda yaşatmaktır.

[Faruk Salim] Sosyalleşme konusunda olumlu ya da olumsuz yönleri izah ettiniz. Burada bir Müslüman olarak sosyalleşme ve sosyalleşme krizi karşısında neleri hatırlamamız lazım?

[Mehmet Akifoğlu:] Tüm resuller içinde bulundukları sosyal yapılara ilahi ilkeler ve dönüştürücü kimlikleriyle dâhil olmuşlardır. Bulundukları sosyal yapıların kötülük ve zulümlerine ortak olmanın ötesinde her ne yapıyor ya da her ne ilişki içerisinde bulunuyorlar iseler hakkın ve adaletin temsilcisi olmaya ve bu haliyle toplumsal yapıyı dönüştürme gayesi içinde bulunmuşlarıdır.

Sosyalleşmenin İslami açıdan bir tercihten öte doğal bir gereksinim olarak algılandığı ve resuller tarafından bu şekilde uygulandığını söyleyebiliriz. Aslında sosyalleşmenin Müslümanlar açısından sıkıntılı sonuçlar doğurduğu toplumlar İslami olmayan toplumlardır. Sözü geçen toplumların sahip olduğu ifsat edici etkiler, Müslüman’ın kimliğinde ve kişiliğinde zamanla olumsuz etkilere sebep olmaktadır. Burada meydana gelen çelişkinin aşılabilmesinin tek olur yolu ise Cahili toplumlar içerisinde İslam toplumunun teşkilinin sağlanması ve sosyalleşmenin birincil katmanının bu çevre içerisinde sağlanmasıdır. Bununla kastettiğimiz, ihtiyaç boyutundaki ilişkilerin İslami ortak kabullere sahip fertler arasında gerçekleştirilmesinin ifsat edici unsurları ortadan kaldırmasıdır. Ferdin çevre dışında kalan toplum ile ilişkilerinde meydana gelebilecek sıkıntılı durumları bahsi geçen cemaat, uyarıcı ıslah edici vasfıyla dengeleyebilir. Medine’de Ensar ve Muhacirlerin kardeş ilan edilerek Muhacirlerin sosyal hayatın içine alınmasında İslam cemaatinin rolü örnek olarak gözükmektedir. Bunun dışında siyer-i nebi incelendiğinde, yine cemaat-içi sosyal ilişkilerin öncelenmesi konusunda yığınlarca örnek görülecektir.

Yukarıdaki şartlar göz önünde tutularak İslami ilkeler çerçevesinde sosyalleşme olgusunun olumlu sonuçlar doğuracağını belirtmek gerekir. Uzak-Asya ülkelerinin tamamen Müslüman tüccarların ahlaklı ticari ilişkileriyle İslam’ı kabul ettikleri hatırlanırsa ilkeli sosyal ilişkilerin toplumsal dönüşüm açısından ehemmiyeti görülecektir.

Bıkmadan usanmadan istikamet üzere olmaya çalışmak ve de hayatın tam da ortasında bulunmak sorunlu bir durum değil aksine davetin ulaştırılması için en etkin yol olacaktır. Bu haliyle İslam toplumunun inşası mümkün olabilecektir.

[Abdullah Eğilmez] Kendimizi kontrol ve denetim altına almak adına “sosyalleşme krizi”ne baktığımızda, nasıl bir duruş sergilemek lazım? Bu soru ekseninde konuşurken yaklaşımım “sosyalleşmeyi başat bir durum haline getirip, bu eksenli gidişatın hâsıl ettiği başkalaşma ve yabancılaşmadan korunmayı” önceliklemek olacaktır. Bireyin mensubu olduğu toplumu başka bir toplumla kıyaslayarak değiştirme ve özellikle de ona doğru evirme talebinin temelinde, kısmen o toplumun âli kabulü yatmaktadır. Bir çeşit zihinsel gerici-ilerici çatışması diyebileceğimiz bu durum, aslında, aşağılık psikolojisi ile de izdüşümleri barındırmaktadır; Bunların temel kaynağı olarak-Müslümanlar açısından- kendi değerlerini unutma ve sağlıklı durum muhakemesini kaybediş olduğunu değerlendiriyorum.

Bu nedenle şu şekilde bir sıralama -sanırım- düşüncelerimi daha iyi ifade edecektir.

Her şeyin temeli bilgidir. Varlığın taşıdığı bilgi varlığın kimliğini oluşturur. Şey aynı şey olsa da taşıdığı bilgiyle aynı şey iyi ya da kötü olabilmektedir. Burada yabancılaşmadan ya da başkalaşmadan bahsediyorsak önce bu kavramların bir “sabit” nokta, düzlem ya da uzay referansını gerektirdiğini hatırlayalım. Yani önce bir şey vardır. Bu şeyin bu âlemde bir anlamı vardır. Ve “başkalaşma” dediğimiz şey bunu başka bir şey haline getirmektedir. Dolayısıyla bu referans uzayın ne olduğunu bilmezsek iyi ya da kötü olduğunu tahlili edemeyiz. Belki başkalaşma bir iyi forma geçiş olacaktır, bu durumda bilemeyeceğiz demektir. Burada konumuz itibarıyla kimliğimizi bilmek zorunda olduğumuzu kastediyorum Yani ben önce “Müslüman” olarak tanımlıyorsam, İslam’ı, imanı kendi varlık değeriyle bilmek durumundayım. Ben İslam’ı nasıl zannediyorsam değil, İslam kendini nasıl tanımlıyorsa öyle. “Ne yaparsam, ne söylersem, nasıl düşünürsem Müslüman olurum, ya da bu çizginin dışında da ibrazlarım olur” bilmem gerekir. İslam’ın lügatini, kaynaklarını, şartlarını, anlayışlarını, imani esasları bu çerçevede sıralamak lazım.

Dünya hayatının geçici ve bir imtihan ortamı olduğunu unutmamalıdır. Asıl varılacak yer ahiret yurdudur. Dünyada neye, hangi imkân ve pozisyonlara sahip olursak olalım, Rabbimizin huzuruna vardığımızda, onun sınırları dâhilinde yaşayıp yaşamadığımıza göre cennetini kazanacağız veya kaybedeceğiz. Dolayısıyla dünyada en iyi bildiğimiz dostumuz, hocamız bile bizi kazıklasa, Allah ahirette en küçük bir hakkımızı bile zayi etmeden bize verecektir. Bu da Amerika’nın ya da diğerlerinin dünyada hâkim güç olarak insanları haksızca ezmesi karşısında bir şey yapamamanın aslında bir kayıp değil, bir imtihan olduğunu ve hep doğru olanı yapmışsak sonunda kazananın biz olacağımızın bilgisidir.

Diğer yandan ahiret bilinci başarı kriterini de belirleyen bir ölçüttür. Çünkü eğer sizin ahiret gibi, yani hesaba çekileceğiniz ve üstelik size yaşamayı lütfeden rabbinizin divanına duracağınız bir durum olmasa, yani ne olursa olsun nihayetinde hesabı Allah’a vereceğiniz bilgisinden gafil olsanız, bu durumda yaptığınız her şeyin karşılığını bu dünyada görmek doğal bir hakkınız haline gelmektedir. Bir plan ve proje dâhilinde yaptığınız sosyal işler için bile bu böyledir. Başarının ölçütü gözle görülür bir şey ortaya çıkarmak olur. Mesela inandığınız düşünce etrafında kümelenmiş kemiyetle insan görmek istersiniz, kemiyetle faaliyet, kemiyetle varlık istersiniz. Üstelik bunları yaşamınızda, erişebileceğiniz süre içinde elde etmek istersiniz. Bu nedenle de sonuç alamayacağınız işlere girmezsiniz, verimsiz yollara gitmezsiniz. Hâlbuki sizin Ahiret gibi bir inancınız varsa bu durumda ne yaparsanız yapın ahirette bir karşılığı olacağını, anlamlı, Allah’ın rızasına uygun amellerinizin dünyadaki sonucu ne olursa olsun ahirette elde edeceğiniz ecri değiştirmeyeceğini bilirsiniz.

İslam’ın sadece teorik bir yaşam değerlendirmesi, bir metin okuması olmadığını, onun birey hayatını şekillendirirken toplumsal bir model kurduğunu tekrar hatırlayalım. Az önce arkadaşımız peygamberlerin böyle bir misyonu taşıdığını anlattı. Onların yeni bir toplum inşası istikametinde yürüdüklerini söyledi. Ben bunu sloganik bir ifadeyle yaşadıkları toplum içinde bir İslam cemaati oluşturdukları şeklinde nitelendireyim. Ki burada yaşadıkları çoğu toplumun cahiliye toplumu olması nedeniyle bizim durumuzla ciddi bir izdüşümünü dipnot olarak hatırlatmış olayım. Cahili, şirk toplumu ile birada yaşayan bir tevhidi İslam toplumu, Müslüman cemaat. Düşünce ve pratik düzlemleri tamamen farklı iki toplum; Tevhit ve Şirk. Müslüman’ın bu yaklaşımı unutmaması gerekir. Özel anlamda şirkin İslam’ı külliyen red olmadığını, aksine İslami bütün değerlere inanmakla beraber, bu değerleri Allah’ın dışında başka varlıklarla da paylaştırma girişimi olduğunu hatırlarsak, şirke biraz İslam bulaşsa da onun şirkliğini bozmadığını, ama İslam’a biraz şirk karıştıranın İslam safından şirk safına geçtiğini bilmemiz gerek.

Cemaat olmanın cemaat dayanışmasının bireyi koruduğunu bilmeli. Cemaat içinde kardeşlik teorik kalmamalı, bir toplum özelliği halinde yaşanmalı. İnsan bulunduğu halden rahatsızsa başka bir hal arar. Bu nedenle sağlıklı bir İslam toplumu cem’an canlı canlı yaşamalıdır.

Sosyalleşme tanımında ifade edilen “uyum, bütünleşme, özdeşleşme” tesis edilmelidir. Bu süreçle ilgili olarak gerek birey kendi katılımını sağlamalı, gerekse cemaat=toplum mensubuyla karşılıklı haklarını tanımlamalı, onu motive ederek yaptığı her amelin cemaatin daha iyiye yol alışında yaptığı katkıyı hatırlatmalı, cemaat kültürünü anlatmalı, mensubun cemaatle ve diğer kardeşleriyle bütünleşmesini sağlamalıdır.

Ahlak zikredilmesi gereken diğer bir başlık.

Müslüman olmak, mümin olmak, muttaki olmak aslında bu dünyada çoğu imkândan uzak yaşamayı bir kader olarak görmeyi de gerektirir. Müslüman’la müşriki ayıran farklardan biri de buradadır. Müslüman ne olursa olsun yaptığı her şeyin haram bulaşmamış, helal olmasını sağlamak zorundadır, müşrik ise böyle bir kayıttan uzaktır. Sözgelimi Müslüman yaptığı bir motorun insan ve tabiat sağlığını olumsuz etkileyeceğini bile bile bunu sahaya sürmeyi bile düşünemezken, kapitalist batının sanayi devrimi ile birlikte yaptıkları ortadadır. Bu örnekte yine alnının teri kurumadan işçisinin yevmiyesini ödeme emrine muhatap bir Muhammed ümmeti ile Afrika’dan kaçırarak köleleştirdiği insanlarla ülkelerini “muasır medeniyet(!)” seviyesine çıkaran vahşi kapitalistlerin ekonomik sahadaki rekabet güçlerini görmemek imkânsız olacaktır. Hatta zekât, fitre, infak gibi hasletler Müslüman’ın sermaye biriktirmesini engelleyip sermayeyi topluma yayacaktır. Pirimiz Hz. Ebubekir mesela, İslam safına girince maldan, mülkten olmadı mı, kimse zorlamadığı halde?

Müslüman’ın kim olduğunu bilmesi önemlidir, bu düşünceyi diri de tutmalıdır. Aksi halde oluşan boşluktan şeytan girer. Onun için İslam’ın önem verdiği bireyin ahlakı ve nafileler aslında bu boşluğu yok edici şeylerdendir. Zikir mesela. Sürekli Allah’ı hatırlatır Müslüman’a. Bakara suresindeki ayette “onlar ayakta iken, otururken, yanları üzeri -yatarken- Allah’ı zikrederler” ayetini bu çerçevede düşünmek lazım. Hayatın her tarafında, her anında Allah’ı hatırlamak, O’nunla yaşamak. Kalbi Allah’la olan batılı unutur, ona meyletmez, ona öykünmez.

İslam’ın dünyada kötüye değil kötülüğe tavır aldığını unutmamalı. Elbette yapılan her fenalığın el-Adil olan Allah katında bir karşılığı vardır. Ama dünya hayatında Müslümanlar herhangi bir fenalık durumunda tavır alışlarında, bu fenalığı yapan insanın bir gün tövbeyle İslam Cemaatine dâhil olabileceğinin farkındadırlar.

Toplum insanlardan oluşur. İslam insana hitap eder. Bu nedenle insan önce kendini tanımalıdır. Müslüman, insanı tanımalıdır. İnsan nelerden etkilenir, nasıl değişir vs. Bu hem kendini dini üzerine ayaklarını sabit kılma isteğine cevap olacaktır, hem de diğer insanları tanımasını, anlamasını sağlayacaktır. Burada Allah rasulünün Medine'de ziyaretine gelen bir kabile şefini –kavmi içindeki pozisyonuna hürmeten- yüksekçe bir yere oturturken kendisinin yerde oturuşu, müellefet’il-gulup kapsamında müşriklere mücahitlerden daha fazla ganimet vermesini, yahudilerin ölülerine saygı göstermesini hatırlayalım. Bu örneklerde o şirk makamlarını onaylıyor muydu? Hayır. Yaptığı karşısındaki insanların insan olduğuna dair bir vurgudur. Yani ortak mekanı paylaştığı diğer toplum mensuplarına “ortak insanlık değerleri” çerçevesinde kurulu hukukun bir göstergesidir Yine Medine sözleşmesi Ya da sahabeden kiminin üç beş hurma karşılığı Yahudilerin bahçesinde çalışması, “lanetlenmiş” bir “Yahudilik” ile düşmanlık ile bir insan olan, aynı mekânı paylaşan bir toplum olan “Yahudi”lerle nasıl bir arada yaşanabildiğinin birer örneğidir.

Allah Rasulünün risaletten önce yaptığı Hılful Füdul (Fazilet-liler Birliği: bir bireye yapılan haksızlığa karşı toplumun kanat önderlerinin toplanıp güç oluşturup haksızlığı bastırması amacıyla oluşan teşekkül)u, nübüvvetinde de yine yapabileceğini beyanı, Medine’de Yahudi ve diğer müşrik kavimlerle “Medine vesikası” ekseninde oluşturduğu birlikte yaşama projesi burada hatırlanmalı. Yani müşriklerle bir arada yaşamak onlar gibi yaşamak değil, belli ilkeler çerçevesinde birlikte bazı işleri yapmak demektir.

Müslüman “eşrefi mahlûkat” olduğunu unutmamalı. Müslüman, mümin kaldığı sürece de diğer insanlardan âli durumda olduğunu unutmamalı. Yani diğer toplumlar hangi imkânlara, varlıklara, sermayeye sahip olurlarsa olsunlar, isterse hâkim güç, iktidar ellerinde olsun, eğer iman etmemişlerse “esfele safilin”dirler. Acınacak durumdadırlar. Hüsrana gitmektedirler. Bu da bilinmeli. Yani Müslüman herhangi bir gayrimüslim birey ve toplum karşısında aşağılık psikolojisine girmemelidir. Eğer bu durumda hissederse kendini yanlış yaptığının farkına varmalıdır.

Müslüman olmanın doğal bir sonucu olarak davetçi bir kimliğe de sahibiz. Acınacak halde olana ve üstelik bunu fark edemeyecek kadar zavallı olan cahiliyeye mensup insanlar için şifa kaynağıyız, umuduz. İnsan kazanmak gibi bir yükümlülüğümüz var. Bu nedenle onları ne yapıp edip gittikleri cehennem yolundan kurtarmamız gerek. Zaten cihadında gayesi bu değil mi? “iman edecek olanın da, inkâr edecek olanında İslam’ı anlayarak bunu yapabilmesi” için bir birey olan insanla İslam’ın sözü arasındaki engeli ne pahasına olursa olsun kaldırmak. Bu durumda davet edeceğimiz insana kastettiğimiz mananın bizim halimiz nedeniyle farklı yansımasına da müsaade edemeyiz. Muhatabımızın bizi anlayacağı dilden konuşmamız önceliğimizdir.

 Yapılan onca çağrıya rağmen insanlar anlatılarımızla ikna olmayıp iman etmeyecekleridir. Zaten görüyoruz da. Hatta kimi bizi görmekte istemeyebilir, yok etmeyi de arzulayabilir. Nitekim en nihayetinde efendimize ambargo uygulayıp öldürmeye kalkmadılar mı? Bu uzun bir yoldur. Kesinlikle yılmaksızın hak yolunda yürümelidir. Hatta birtakım haklardan ya da imkânlardan yoksun bile kalsak bu böyle olmalıdır.

Sabır, sabır, sabır… Müslüman’a uygulanan zulme sabır, Allah için harcanan ömür içinde dünyalıklardan, makamdan uzak kalışa sabır, onca dil dökmeye rağmen insanların hidayet bulmayışına sabır.

Aslında düşüncelerimi bu şekilde maddeleştirdiğimde, Asr suresi geliverdi aklıma. Asr suresi bu maddeleri 4 başlıkta özetliyor. Belki bu saydıklarımda 4 başlığı indirgenebilir.

Asra andolsun ki İnsanlık hüsrandadır. Ancak şunlar müstesna;

İman edenler

Salih Amel İşleyenler

Hakkı tavsiye edenler

Sabrı tavsiye edenler

[Faruk Salim] Sosyalleşme hayatın ayrılmaz bir parçası olduğu kadar, her kavramsal varlık da olduğu gibi, içerisine farklı olumsuz pratiklerde yüklenmesinin mümkün olduğu görülüyor. Vasat Ümmet olmanın gereği orta yolda, dengeli bir yaklaşım sergileyebilmek dileğiyle, hepinize katkılarınız için teşekkür ederim.

 

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ