Zaman Ve Mekânın Değişmesi Halinde Sünnetin Geçerliliği - rahle.org

Zaman Ve Mekânın Değişmesi Halinde Sünnetin Geçerliliği - rahle.org

Zaman Ve Mekânın Değişmesi Halinde Sünnetin Geçerliliği


Facebookta Paylaş
Tweetle

 

Prof. Dr. Hayreddin KARAMAN

M. Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Sünnetin Dindeki Yeri ISAV - Ensar Neşriyat İstanbul 1998

Sünnet Kavramı:

İslâm Edebiyatında "Sünnet", lügat mânasına dînî kavramlar yüklenerek "Allah Rasûlü'nün, ümmetine örnek olmak üzere ortaya koyduğu uygulama, dini doğru anlama ve yaşamada örnek alınacak davranışlar bütünü" mânasında kullanılmaktadır. Bu mânâda sün­net, dinin hayata yansımasıdır. İlâhî maksada uygun dinî ve dünyevî hayatın bir kılavuz kita­bı gibidir. Hz. Peygamber'in beşer olarak davranışları; ibadet, hüküm ve tebliğle ilgisi bu­lunmayan halleri ve fiilleri de vardır, ancak bunlar özel manâda sünnete dâhil değildir. Bazı usulcüler bunları da sünnete dâhil ederek kavramı genişletmiş ve "Adet Sünneti", "Din Sün­neti" gibi ayrımlara gitmek zorunda kalmışlardır. Bize göre Sünnet'i terim olarak yukarıda tanımladığımız kavrama tahsis etmek, diğer davranışları sünnet dışında bırakmak daha uy­gundur.

Kurân’a Göre Rasûl:

Kur'ân-ı Kerim'in açıklamalarına göre Muhammed Mustafa (SA) son nebîdir ve son resûldür (Ahzâb, 33/40, Maide, 5/3), ancak ilk peygamber değildir (Yusuf, 12/109), Allah Tealâ O'ndan önce de peygamberler göndermiş ve bütün peygamberlerine vahy adını ver­diği bir iletişim aracı ile gerekli gördüğü bilgileri iletmiştir. Hz. Peygamber'in Allah'tan vahy yoluyla aldığı bilgilerin Kurandan ibaret olmadığı hem ilgili âyetlerden (Şûra, 42/5irEn'âm, 6/50; Yûnus, 10/15), hem de O'na yüklenen vazifeler ve bahşedilen vasıflardan anlaşıl­maktadır. O'nu diğer insanlardan ayıran en önemli özelliği vahye mazhar olmasıdır (Kehf, 18/110). Ancak bu O'nun yegâne özelliği değildir, hem vahy alabilmek, hem de kendisine verilen vazifeleri yerine getirebilmek için O'nun daha birçok üstün ve emsalsiz vasıf ve özelliklerle bezenmesi, şanına uygun bir terbiye alması gerekmiş, bunlar da bizzat Allah Tealâ'nın lûtfu ile gerçekleşmiştir. O âlemlere rahmettir (Enbiyâ, 21/107), insanlara şâhid, müjdeleyici, uyarıcı, Allah'a çağıran davetçi ve çevresine ışık saçan bir kandil olarak gönde­rilmiştir (Ahzâb, 33/45-46), belli bir kavme ve coğrafyaya değil, bütün insanlara müjde veren ve uyaran bir peygamber olarak gönderilmiştir (Sebe', 34/28), yalnızca uyarmak ve müjdelemekle yetinmeyip Allah iradesini yeryüzünde hâkim kılmak üzere mücadele etme vazifesi ve kendisine itaat edilme selâhiyyeti ile teçhiz edilmiştir (Tevbe, 9/33; Nisa, 4/59), ebedî saadete tâlib olanlar için en güzel örnektir (Ahzâb, 33/21), yalnızca Kur'ân'ı tebliğ etmeyecek, aynı zamanda onu açıklayacaktır (Nahl, 16/44), bir kimsenin hem Allah'ın razı olmadığı, O'na itaatsizlik ve isyan teşkil eden (günah) fiiller işlemesi, hem de insanlara ör­nek olarak gönderilmiş bulunması bir arada düşünülemeyeceği için peygamberlerin önemli özelliklerinden biri de '"İsmet" sıfatları olmuştur. Bu sıfatın gereği olarak peygamberler kasten Allah rızasına aykırı bir davranışta bulunmazlar, unutma, yanılma gibi elde olmayan sebeplerle hata ederlerse Allah tarafından uyarılırlar, hataları din kuralı, dinî hüküm ve ör­nek davranış olarak ümmete intikal etmez.

Bu vasıfları ve özellikleri göz önüne alarak sünnet'in vahy ile ilişkisini belirlemek gerekirse sünnet'in ya vahy kaynaklı olduğu, yahut ta vahy yoluyla kontrol edildiği ve gerektiğinde düzeltildiği rahatlıkla ifade edilebilecektir.

Sünnet’in Oluştuğu Çevre İle ilişkisi:

Daha ziyade müsteşrikler Rasûlullâh'ın getirdiği din ve ortaya koyduğu davranış biçimi ve kalıpları için daima çağından veya geçmiş çağlardan kaynak aramışlar, vehmedilen kaynak­larla O'nun ilişkisi tarihçe sabit olmasa da arada bir bağ kurmaya çalışmışlardır. Halbuki tarihî gerçek O'nun okur-yazar olmadığını, peygamber-lik gelmezden önce yakın ve uzak çevresindeki dinî ve fikrî hareketler hakkında önemli ve detaylı bilgilere sahip bulunmadı­ğını ortaya koymaktadır. Bir gün kendisine peygamberlik geldiğinde bunu, başkalarından önce en fazla kendisi yadırgamış, aklını kaçırmakta olduğunu sanmış, korkmuş ve evine sığınmıştır. Zaman içerisinde sağlığının yerinde olduğuna, aldığı bilgilerin Allah Tealâ'dan geldiğine inanınca, bundan emîn olunca harekete geçmiş, öncelikle içinde yetiştiği toplum­da büyük ve köklü bir kültür değişimi vücuda getirmiştir. Toplumu dönüştüren bu insan ve kültür hareketinin eski kültür (çevre kültürü) ile ilişkisi üç şekilde olmuştur: Takrîr, tadîl. tebdîl.

Daha çok maddî medeniyet, bilim, teknik, din ve ahlâkla doğrudan ilgisi bulunmayan âdet ve davranışlar alanında sünnet "Takrîr" fonksiyonunu icra etmiş, olanı olduğu gibi bırak­mış, bir değişiklik yapmamıştır. Bunlar dinî hükümler tasnifinde serbest, mubah, helâl nes­neler ve davranışlar olduğu için değişik kültür, medeniyet ve coğrafyalarda değişmeleri de tabiîdir.

Din ve ahlâkla, dinin amaçları ile ilgisi bulunan âdetler, davranışlar, kurumlar ve uygula­malar da ikiye ayrılmaktadır:

a)                  Kısmî değiştirme ve yeniden düzenlemelerle ıslahı, dinin amaçlarına uygunluğu sağlanabilecek olanlar,

b)                  Kökten kaldırılması ve değiştirilmesi gerekli bulunanlar.

Sünnet birinci gruba girenleri ta'dîl etmiş, kısmen değiştirmiş ve yeniden düzenlemiştir: Selem akdi, nikâh akdi, vasıyyet ve mirasta yapılan yeni düzenlemeler bu kısmın örnekleridir.

İkinci gruba girenler ise ıslahı, İslâm'ın ahkâm ve gayeleriyle uzlaştırılması mümkün olma­dığından tamamen kaldırılmış; ya yerine yeni hüküm ve uygulamalar getirilmiş, yahut ta — böyle bir ikame gerekmiyorsa— İslâm'ın yasakları çerçevesine alınmıştır. İslâm'ın geldiği Arap toplumunda kadınların açık-saçık toplum içine çıkmaları serbest olduğu halde İslâm (Kitap ve Sünnet) bunu değiştirmiş, açılacak ve kapanacak yerleri yeniden düzenlemiştir. Faizcilik, sarhoşluk veren içkiler, putçuluk zanâatı, bazı ziraî ve ticarî ortaklıklar, pazar ve pazarlama düzeni, sosyal rabıtalar, ebeveyn-çocuk ilişkileri, sosyal sınıflar ve itibar... konula­rında sünnetin bu tebdil fonksiyonunun zengin örneklerini görmek mümkündür.

Sünnetin oluştuğu çevrenin şartları ile ilişkisini ve bu şartların değişmesi halinde sünnetin de değişme kabiliyet ve imkânını araştırırken dinin hikmet-i vücudunu (varoluş sebebini) ve amacını gözden ırak tutmamak gerekir. Din, beşer aklının ve bilgisinin yeterli olmadığı ve yapısı icabı ebediyyende yeterli olamayacağı alanlarda insanlığa yol göstermek ve muhtaç olduğu bilgiler vermek için mi gelmiştir, yoksa bazı zamanlarda (insanlığın ilkel dönemlerin­de) onlara yol göstermek, gelişme ve ilerleme dönemlerinde ise aklı te'yîd etmek ye hattâ, işini ve işlevini akla bırakmak için mi gelmiştir?

Bizim inancımız ve tezimize göre insanlık gayb âlemine ait bil-giler, ahlâkî değerler, iba­detler, haramlar ve helâller, dünya hayatının gerektirdiği düzenler ve düzenlemelerin temel hükümleri ile ilkeleri alanlarında kendi kendine yeterli değildir, kendini aşan ve doğruluğu tartışma götürmeyen bir bilgi kaynağına ihtiyacı vardır. İşte din bu boşluğu doldurmaktadır. Bu boşluk insanın yapısından ileri geldiği için bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle dolması mümkün değildir. Bu sebeple sözü geçen boşluğu dolduran kurallar ve uygulamalar (sünnet) her zaman geçerli olacak, aynı alana girdiği halde boş bırakılmış, hükmüne doğru­dan yer verilmemiş konular ve problemler de ictihad ile çözüme kavuşturulacaktır. Sünnette geçen malzeme ve âletlerin değişmesi, yerlerine amaçları bakımından daha uygunlarının gelmesi sünnetin değişmesi demek değildir. Müslümanlar telefonu, faksı, bilgisayarı, otomo­bili, uçağı, modern savaş araçlarını, çatal-kaşığı, farklı kumaş ve giysileri, mesken ve iş yerle­rini, temizlik araçlarını kullanırlar. Ancak bunların tamamını ve benzerlerini Rasûlullâh'ın başka araçları ve malzemeyi kullandığı amaçlar, ahlâk ve din ölçüleri çerçevesinde kullanır­lar. Kurumlar ve düzenlemeler de böyledir. Allah Rasûlü'nün zamanında var olan, O'nun onayladığı yerleşim biçimi, şirketler, emek-sermaye, işçi-işveren ilişkisi, hakların sahiplerini bulması için başvurulan usuller, kültür ve medeniyetin gelişip değişmesi sebebiyle yeterli olmayabilir, bunlara amaca uygun yenileri eklenir ve geliştirilir. Ancak bu da sünnetin değiş­mesi ve geçersiz hale gelmesi değil, devam edip gelişmesi demektir. Meselâ kişiler arasında kurulup işletilen "Mudârebe veya Sermaye Şirketi'ni —Haram-helâl sınırlarını bozmadan— bir kurumun üstlenmesi, binlerce şahsın sermayesini toplayarak müteşebbisle ortaklık kur­malarına aracı ol-ması sünnetin, zamanın şartları içinde amaca daha uygun araçlarla uygu­lanması demektir. Binlerce işçinin çalıştığı bir kurumda her bir işçi ile işverenin ayrı ayrı görüşüp konuşarak ücret belirlemesi yerine işçileri —kendi rızaları ile— temsil eden bir aracı kurumun pazarlık yapması ve hakları takip etmesi (bu manâda sendika, toplu sözleş­me vb.) sünnetin terki değil, günün şartlarına başka bir şekilde uygulanmasıdır. Ancak sen­dikacılık işçinin rızasını almadan bir takım haksız eylemlere âlet edilir, işçilerin haklarını takip ve istihsâl yerine, sendika patronlarının siyâsî ve ideolojik görüş ve emellerine âlet edilirse sünnetten ayrılınmış, sünnet terkedilmiş olur.

Bağlayıcılık-Süreklilik (Geçerlilik) ilişkisi:

Hz. Peygamber'in ümmete doğru olarak, olduğu gibi intikal etmiş, hatalı olduğu Allah Tealâ tarafından ifade edilmemiş her sünneti ümmet için ebediyen geçerlidir, kılavuzdur, davranış örneğidir. Lâkin bu sünnet bütününün bütün parçaları bağlayıcılık bakımından birbirine eşit olmadığı gibi O'nun zatına mahsus olanları da vardır. İslâm ilimlerinin meto­dolojisi üzerinde çalışan ilk müctehidlerden itibaren âlimler bu farklılığa dikkat çekmiş, sün­netin müfredatını bu bakımdan da tasnife tâbi tutmuşlardır. Sünnetin zata (Rasûlullâh'a) mahsus olanları sayıca az olup tespit de edildiği için bu konuda bir problem yoktur; O iftar etmeden oruç tutar, ümmeti tutamaz, O'na gece namazı (teheccüd) farzdır, ümmetine farz değildir, O'nun mirası vârislerine kalmaz, ümmetininki kalır... Zâta mahsus olmayan sünne­tin farz, vacip, haram olarak bağlayıcı olanları yanında nafile, tavsiye, seçenek, mubah, maslaha-ta ve şahsa bağlı olduğundan genel manâda ve herkes için bağlayıcı olmayanları da vardır. Müctehidler sünnet müfredatını bu açıdan in-celeyip tasnif ederken görüş ayrılığına düştükleri de olmuştur. Me-selâ ganimetin taşınmaz olanları ile ilgili uygulama müctehidler tarafından farklı yorumlanmış, kimileri bunun da taksim edileceğini ileri sürerken diğerleri mülkiyetinin devlette kalacağını savun-muştur. İşe yaramaz araziyi işe yarar hale getiren (ihya eden) kim-senin buna mâlik olması ile ilgili sünnet de —bağlayıcılık açısından— farklı yorumlanmıştır. Ancak sünnet, bağlayıcı olsun olmasın sünnettir, örnektir, devamlı uygula­nabilir. Amacından saptırılmadığı ve uygulama alanının şartları sebebiyle mefsedete sebep olmadığı müddetçe Allah'ın razı olduğu bir davranış biçimidir.

Değişme Sünnetten Sünnetedir:

Sünneti örnek, rahmet, ilâhî rıza ve iradenin temsilcisi, dinî alanda hata ve günahtan ko­runmuş Rasûlün dinî anlayış ve uygulaması olarak aldığımıza göre zamanın, çağın, kültür ve medeniyetlerin değişmesi ve karışması sebebiyle bir sünneti kaldırıp onun yerine çağın bir anlayış ve uygulamasını ikame etmek o noktada İlâhî irade ve rızanın, örnek davranış ve uygulama kalıplarının dışına çıkmak demektir. Müslümanlara göre sünneti bırakıp beşerî medeniyet ve kültürü onun yerine ikame etmek mümkün değildir. Müslümanların ferd ve toplum olarak gelişme ve değişmeleri sünnet içinde gerektiğinde bir sünnetten diğerine ge­çerek olacaktır. Uygulayamadığınız sünnetin yerine, uyguladığınızın da sünnet olduğunu tesbitin usulü ve yolu ictihaddır. Müslümanlar ictihad kapısını açık tuttukları müddetçe çağ ile başedecek, çağın medeniyetine alternatif sunacak, değerlerini korumak için muhtaç ol­dukları gücü elde edecek yol ve çareleri sünneti terk etmeden, sünnetin içinde, bir sün­netten diğerine geçerek bulacaklardır. Rasûlullâh'ın yaptığı da sünnettir, tasvip ettiği de sün­nettir. O'nun neyi, hangi hüküm ve davranışımızı tasvip edeceğini anlamanın yolu tebliğ ve tefsir ettiği kitap, kendisine ait olduğu usulüne göre tespit edilmiş sünnet ve bunlara daya­nan ictihaddır. Başka kültür ve medeniyetlerden yapa-cağımız iktibaslar olacaksa bunlar da içtihadın süzgecinden geçirileceği için dezenfekte edilmiş, müminin kaybedip de bulmuş olduğu öz malı olacaktır.

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ