Prof. Dr. Selahattin Polat
Hadis Araştırmaları, İnsan yy. yayın tarihi 2003 ve s. 293-299
Sünnete uymada ilk temel problem olan, sünneti gerçek boyutlarıyla kavrama meselesidir.
Sünnete uymada ikinci temel problem, on dört asır önceki Arap toplumunun şartları içerisinde Kur'ân'ın uygulaması olan sünnetin, günümüzün değişen şartlarında nasıl hayata aktarılacağıdır. Kısaca ifade etmek gerekirse bu mesele sünnetin yorumu meselesidir.
Her hadîsi müstakillen ele alıp lügat ve şerhler yardımıyla manasını anlamaya çalışmak ve tek tek uygulamaya kalkmak şeklindeki bir yaklaşım, gerek lafızcılığa yol açacağı gerekse sünnetin bütünlüğünü ihlal edeceği için, bizim sünnetin özünü ve ruhunu kavramamızı engeller. Sünnetin lafzına ve şekline takılıp kalmak, sünnet ile ortamı arasındaki münasebetleri gözardı etmek, sünneti donukluğa mahkum etmektir. Bugünün insanını asr-ı saadete götürmek mümkün olmadığı gibi, asr-ı saadeti de bugüne getirmek mümkün değildir. Mesele asrımızı saadet asrı yapmaktır. Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişeceği fıkıh ilminin tartışılmaz prensiplerinden biridir. Zaman gerçeğine ters düşen bir sünnet anlayışının lanse edilmeye çalışılması, sün-netin, hâşa, çağı geçmiş uygulamalar olarak telâkki edilmesine, müslümanın gündelik hayatının problemlerinin çözümünün, sünnet ve İslâmdışı zihniyetlerle halledilmeye çalışılmasına yol açmaktadır. Bu şekilci ve lafızcı tavrın karşısında başka bir aşırı tavır daha vardır ki o da sünnetin lafzını ve şeklini tamamen ihmal ederek sünnetin özünü kavramaya çalışma iddiasıdır. Böyle bir kişi kendi arzularını sünnet kılıfına sokabilir. Veyahutta İslâm dışı zihniyetlerin ve uygulamaların tesiriyle sünnetin özünü kavrama çalışmaları, sünnete tamamen ters yorumlara sebep olabilir. Birinci hatalı yaklaşımın sebebi asr-ı saadeti anlamaya çalışmaktan kaynaklanır. Her iki toplumun hayatının bütünlüğü gözardı edilmemelidir. Şu halde yapılması gereken şudur: Sünneti anlamaya çalışırken bugünün insanı olarak zaman tünelinden geçmiş ve asr-ı saadete gitmiş gibi davranmayacağız. Bugünün şartlarından kendimizi tamamen soyutlama mümkün olmasa da kendimizi bir asr-ı saadet müslümanı yerine koyacak ve ilmî verilerden faydalanarak o sünnet uygulamasının o günkü hayat içindeki yerini idrak edeceğiz. Sonra bugünün insanı olarak toplumumuza dönüp, asrı saadette yaşamış gibiyken kavradığımız sünnet bütünlüğünden ve ilkelerden hareketle sünneti uygulamaya aktarmaya çalışacağız. Yukarıda bahsettiğimiz asr-ı saadete gidiş hayalen bir gidiş değil, tarih ilminin ve diğer Islâmî kaynakların verileri ile gidiş olmalıdır.
Yanlış anlamalara meydan vermemek için şunu gayet açık olarak belirtelim ki sözkonusu olan sünnetin değiştirilerek zamana uydurulması değil, sünnetin gerçek manasıyla kavranarak vasıta ve gaye, şe-kil ve öz, değişen ve değişmeyen tayin edilerek anlaşılması ve hayata aktarılmasıdır. Kaldı ki sünnetin itikat, ibadet ve ahlâkla ilgili kısımlarında zamana göre yeniden yorumlama ihtiyacı fazlaca sözkonusu değildir. Belki yeniden ifade mümkündür. Çünkü ahlak ilkeleri ve değerleri zamanla değişmez, itikad ve ibadet alanında ise akılla değil ancak vahiyle hüküm konulabilir. Yeniden yoruma muhtaç olabilecek olan sünnetler sosyal, siyasî, iktisadî, hukukî ve adabla alâkalı sünnetlerdir. Bu son kısımdaki sünnetlerin de hepsi illa yeniden yorumlanacak diye birşey yoktur. Eğer sünnetin asr-ı saadetteki şekliyle
bugün aynen uygulanması mümkün ve gerekli ise, aslolan o sünnete aynen uymaktır. Şayet o günkü sünnetler bugün aynen uygulandığında şartların değişmesi icabı dinin mekâsıdının yani esas gaye ve hedeflerinin gerçekleşmemesi veya bunlardan bir veya birkaçına halel gelmesi, dinin gidermeyi esas aldığı zararlara düşülmesi gibi durumlar sözkonusuysa o zaman sünnetin şartlara göre yeniden yorumlanması günde-me gelir. Yeniden yorumlama, sünneti değiştirmek için değil, künhünü kavramak ve o sünnetin maksadı bugün en iyi nasıl gerçekleşir sorusuna cevap aramak içindir. Yani burada ifade edilmek istenen sünnetin mekasıdını şekline feda etmemektir. Çünkü bütün gelişmiş hukuk sistemlerinde kanunun lafzı, kanun koyucunun maksadı gözönüne alınarak yorumlanır. Aslolan maksattır. Şekil ve lafız maksad için vardır ve asıl değildir.
Bilindiği gibi sünnet sadece teorik kaideler bütünü değildir. Yani Peygamberimiz (s.a.v.) oturup şöyle yapın, böyle yapın diye talimatlar vererek İslâm'ı hayata aktarmamıştır. Sünnet gündelik hayatın tezahü-rüdür. Peygamberimiz müşrik bir toplumda İslâm'ın inanç esaslarını yerleştirmeye öncelik vermek zorunda olduğu içindir ki uzun süre çev-resindeki insanların inançlarını ve zihniyetlerini düzeltmeye uğraşmış-tır. Meselâ sünnetlerden bir kısmı o günkü batıl inanışların temizlenme-si ve düzeltilmesi zemininde değerlendirilmelidir. Biz bugün o inançları benimsemediğimizden ve neler olduğunu çok defa bilmediğimizden ve bazı sünnetleri bugünkü inançlarımız çerçevesinde değerlendirmemiz yüzünden yanlış anlayabiliriz. Meselâ "sûret"i yasaklayan hadîslerdeki suretin ne olduğunu ve niçin yasaklandığını, o günkü inanç problemleriyle bu yasağın alâkasını iyi tesbit etmezsek, bugün bazılarının yaptığı gibi fotoğraf çektirmenin caiz olmadığı gibi bir neticeye varabiliriz.
Yine "Hastalığın sirayet etmesi diye bir şey yoktur" [1] mealindeki hadîsi o günkü inanç sistemi içerisine oturtmazsak hadîsi ilimle ve insanların müşahadeleriyle karşı karşıya getirmiş oluruz. Hadis bulaşıcı hastalıkların mevcudiyetini inkar için değildir. O günkü Arapların, hastalıkları birtakım gizli güçlere atfetme şeklindeki inançlarını red sadedinde varid olmuştur.
Yine Peygamberimiz (s.a.v.) o günkü Arap toplumundaki uygulamalardan bir kısmını değiştirmiş, bir kısmına dokunmamıştır veya tasvib ederek kendisi de uygulamıştır. Bunları niçin değiştirdiğini ve-ya niçin değiştirmediğini çok iyi tesbit etmek, sünnetin özünü kavramak açısından mühimdir. Çünkü bir sünnet o günün örfünü yansıtıyorsa ve bugün o örf değişmişse o sünneti aynen uygulamaya kalkmak sünnetin ruhuna uygun değildir. Hulefâ-i Râşidin döneminden itibaren sünnetin bu tür uygulamalarından bir kısmı değiştirilmiştir. Bunun örneklerini sıralamanın ve tartışmanın yeri burası değildir.
Yalnız hadîsin arka planını tesbitle ilgili son bir örnekle konuyu biraz daha açmaya çalışalım: Peygamberimizden "Fetihten sonra hicret yoktur" şeklinde bir hadîs nakledilmektedir. [2] Bu hadîs ilk bakışta hicretin asr-ı saadete mahsus bir uygulama olduğu, günümüzde hicret diye bir şeyin söz konusu olmadığı intibaını verebilir. Halbuki Kur'ân'da hicrete teşvik eden ayetler vardır. O halde bu hadîsi nasıl anlamalıyız? Meselenin aslı şudur: Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke fet-hinden önce müslümanlara Medine'ye hicret zorunluluğu koymuştu. Bunda güç birliği, Medine'de müslüman nüfusunun arttırılması, müşriklerin arasında yaşayan müslümanları onlardan gelecek manevî ve maddî tehlikelere karşı koruma gibi hikmetler vardı. Mekke fethin-den sonra müslümanlar güçlendiği için Peygamberimiz bu hadîsle hicret mecburiyetini kaldırmıştır. Benzeri örnekler çoğaltılabilir.
Şu halde "Sünneti yorumlama metodu nasıl olacaktır?" sorusunun cevabını toparlamaya çalışalım: Sünnetin her hükmünün arkaplanını, yani ortamını iyi tesbit etmek esastır. Bununla bağlantılı olarak Peygam-berimizin sünnetinden herbirinde esas aldığı ilkeyi ve prensibi tayin önemlidir. Yani her sünnetin hangi şartlarda ve hangi gayelerle ortaya konulduğu tesbit edilecektir. Bu tesbitlerde sünnet-Kur'ân bütünlüğü ve ilişkisine de dikkat edilmelidir. Çünkü Kur'ân'ı sünnet tefsir ettiği gibi, bazen de sünneti Kur'ân tefsir eder. Aynı şekilde sünnetin bütünlüğüne riâyet için, incelenen konuyla alâkalı bütün hadîsleri bir araya getirmek lâzımdır. Belki hadîsler birbirini tefsir edecektir. Aralarında tearuz var-sa bu tearuzun sünnetteki tedriçten mi yoksa ortam farklılığından mı kaynaklandığı gibi hususlara dikkat edilmeli, hemen lafzî bir te'life, ve-ya tercih ve neshe hükmedilmemelidir. Sebeb-i vürûd, nesh, ihtilafu'l-hadîs ve siyer disiplinleri hadîslerin zeminini kavramada bize çok önem-li ipuçları sağlamaktadırlar. Çok dikkat edilmesi gereken bir husus da hadîslerdeki mecazi ifadeleri hakikate hamletmemektir. Öte yandan ha-dîslerden bir kısmı gayb alemi ile ilgili olduğundan, onları içinde bulun-duğumuz alemin şartlarına göre anlamaya çalışırsak hata ederiz. Hadis-te metin tenkidi dediğimiz;[3] hadîsin Kur'ân, ameli ve meşhur sünnet, dinin genel esasları, akl-ı selimin kriterleri, tarihi veriler ve insanlığın tecrübeleri muvacehesinde değerlendirilmesi, sünnetin özünü kavrama-da bize önemli imkanlar sağlayacaktır. Bu arada hadîsleri yorumlarken selefimizin aynı hadîsleri kendi zamanları için yorumlama tecrübelerin-den istifade etmemiz de kaçınılmazdır. Hülasa hadîslerle tek tek amel etme yerine, her hadîsi İslamiyet'in diğer ahkamının ve asr-ı saadetteki hayatın bütünlüğü içerisinde yorumlamaya çalışacağız.
"Sünnetin her hükmünün arkasındaki ilke ve prensibi çıkarma" tabirini bazı kimseler yadırgayabilir. Bu bizim icad ettiğimiz bir şey değildir. Sahabe, Hulefâ-i Râşidin, tabiîn ve mezhep imamları döneminden beri İslâm tarihi boyunca, Kur'ân ve sünnet hükümlerinin temelindeki ilke ve prensipler tesbit edilmiş ve uygulamada bunlar esas alınmıştır. Klasik literatürde bu ilkelere "illet" ve "mekasıd" gibi isimler verilir. Bu ilkeleri, yani illetleri, maksadları tesbit ettikten sonra, "Günümüzde bu ilkeleri nasıl bir uygulama ile gerçekleştirebiliriz?" sorusunun cevabını arayacağız. Veya meseleyi "Peygamberimiz bugün yaşasaydı bu konuda ne yapardı?" şeklinde değerlendireceğiz. Nite-kim sahabe döneminden itibaren ilk bakışta sünnete aykırı gibi görü-nen bazı uygulamaların sırrı buradadır. Onlar herhangi bir sünnet uygulamasındaki amacın, kendi dönemlerinde daha farklı bir uygulama ile gerçekleşebileceğini görünce tereddüt etmeden bu uygulamayı gerçekleştirmişler ve bunu sünnetten sapma saymamışlardır.
Söz buraya gelmişken şunu belirtelim ki bütün bu söylenenleri işin erbabı yani âlimler gerçekleştirecek, meseleler kendi zemininden kaydırılmayacak ve ayağa düşürülmeyecektir. Bu faaliyetler esnasında temel metodda birliğe rağmen yine de âlimler arasında görüş ayrılıklarının çıkması ve farklı neticelere ulaşılması kaçınılmazdır. Nitekim geçmişte olduğu gibi halk güvendiği âlimi taklid edecektir. Kaldı ki bu faaliyetler mezheplerin metodolojisi muvacehesinde yapılacağından herkes kendi mezhebi çerçevesindeki yorumlara uyacaktır. Uygulama-da müşterekliğin gerekli veya zaruri olduğu durumlarda Müslümanları temsil eden yürütme gücü, farklı yorumlardan birini genel uygulama haline getirme yetkisini haizdir. Bütün bunlar bizi, sünnetin gerçek manasıyla hayata aktarılmasının tatbikattan geçtiği neticesine götürüyor. Teorilerin hatalı yönleri ancak uygulamalarla düzeltilebilir. Uygulaması olmayan teori gelişmez.
İctihad geleneğinin kesintiye uğradığı günümüzde yukarıda bahse-dilen yorumları yapacak kişilerin olmadığı gerekçesiyle bu tür konulan gündeme getirmenin tehlikeli olacağını savunacak kimseler de çıkabilir. Böyle düşünebileceklere şunu hatırlatalım ki, bu kişilerin yetiştirilmesi farz-ı kifayedir ve her müslüman bundan kendi imkanları ve şartları ölçüsünde mes'uldür. Kaldı ki bu kişilerin yetiştirilmesine ne zaman ve nasıl başlanacak ve nasıl bir program tatbik edilecektir. Bu konuda iyi niyetli olanların en azından teşebbüs niyetleri veya müşahhas teşebbüsleri olmalıdır. Aksi halde Müslümanın gündelik problemleri çözümsüz kaldıkça, bu konularda ilim erbabı çözüm üretmedikçe, meseleler keyfî veya İslama ters çözümlerle halledilecektir. Çünkü hayat boşluk kabul etmez. Şu halde ideal vasıtalara sahip kişiler bulunamasa da, yorumlar-da hata ihtimali olsa da, meseleye bir yerden başlamak zaruridir. Bu işin sürekli askıda kalmasına yol açacak tepkiler göstermek yerine, meselelere islami çözümler getirmeye çalışanlara cesaret ve destek vermek, ehliyetli ile ehliyetsizin, hür ve tenkitçi zihniyetin hakim olduğu ilim ortamında ayrılacağını gözden kaçırmamak lazımdır. Ehliyetli ile ehliyetsizi ayırmaya ne avam, ne halk kitlesi ne de ümerâ yetkilidir. Ulemânın gerçeği ile sahtesini yine ulemâ sınıfı ayıracaktır.
Fakat bu konuda Müslüman kamuoyuna da görev düşüyor. Onlar meselelerin çözümünü İslam'dan ve kendi alimlerinden başka yerler-de aramayacaklar, çözümsüzlüğe karşı baskı unsuru olacaklar, sünnetin, dolayısıyla İslam'ın hayata aktarılması için üzerlerine düşen mad-di ve manevi görevleri yerine getireceklerdir. Bu tür konularda kamu-oyunun mutabakatı sağlanmadıkça alimlerin meseleleri kendi araların-da halletmiş olmaları yetmez. Gerek tutucu, gerek modernist, gerek-se İslam'a karşı olan çevrelerden gelen baskılara karşı ehl-i ilim yeter-li kamuoyu desteği görmezse fonksiyonlarını ifa edemez. Müslüman-lar, ehl-i ilmî cahillik, modernistlik, korkaklık, uzlaşmacılık gibi it-hamlarla suçlamakla, Allah'ın ve Rasulü'nün buyrukları doğrultusun-da yaşama konusunda üzerlerine düşen sorumluluktan kurtulamazlar. Bu konularda müsbet bir kamuoyu oluşumu için bu problemlerin üzerinin kapatılması yerine, gündemde tutulmasında zaruret vardır.
(Sünneti hayata aktaracak kamuoyunun oluşumunda eğitim anlayışımız da çok ehemmiyetlidir.) Müslümanlar çocuklarım kaliteli bir okulda okutup iyi bir meslek edindirmeyi eğitim amacının temeline koyarlarsa; mesleğinde mahir, hayat anlayışı çarpık, dinî konularda iptidai nesiller yetişir. Halbuki eğitimde öncelik, vasıtaların bilgisine değil gayelerin bilgisine verilmelidir. Klasik tabiriyle söylersek farz-ı ayn, farz-ı kifâyeden önce gelmelidir. Selefimizin "İlm-i hâl" kavramıyla ifade ettiği, insanın varlık dünyasındaki konumunu ve yaratılış gayesini, bu konum ve gayeye göre nasıl bir hâl ve hayat tarzı içeri-sinde olması gerektiğini tarif ve tayin eden bilgi esas olmalıdır. Bu bilgi dünya hayatının mamur olmasına yönelik vasıtaların bilgisine feda edilmemelidir. Değer hükümleri açısından bu iki bilgiyi aynı kefeye koymak araçla amacı, ehemle mühimmi karıştırmak demektir. Aslolan her iki tür bilginin bir arada yürümesidir, fakat illa tercih sözkonusu ise o zaman hangisinin tercih edileceği önemlidir. Yukarıda söylediklerimiz çağımıza hitab eden bir ilmihal kitabının da nasıl olması gerektiğini gündeme getiriyor. Fakat bu bizim konumuzun dışındadır.
Son olarak şunu belirtmekte yarar görüyoruz ki, bir Müslüman halisane niyetle sünnete uymak için şeklî de olsa yaptığı en ufak davranış sebebiyle büyük feyiz ve ecirlere mazhar olabilir. Biz yukarıda söylediklerimizle işin gönül yönüne, ecir yönüne değil, fikri yönüne bakış açımızı yönelttik. Zaten bizim işin feyiz ve ecir yönüne dair serd-i kelam etmeye ne ehliyetimiz, ne yetkimiz, ne de niyetimiz vardır. Çünkü insanın başkasının gönül dünyasına muttali olması mümkün olmadığı gibi, hangi davranışın rızay-ı ilâhiye mazhar olacağını veya olduğunu da bilemeyiz. Kaldı ki Allah'ın lütfuna sınır da konulamaz. Öte yandan sünnete uyma niyetiyle yapılan her davranışıyla kişi, Rasul-ü Ekremi hatırlar, O'nunla ruhî bir irtibat kurar, dolayısıyla O'na karşı sevgisi derûnî bir boyut kazanır. O'nun sevgisi her hayrın başıdır. Cenab-ı Hakk Kur'ân-ı Kerim'de O'nun sevgisini hem Allah sevgisinin alâmeti hem de sebebi saymıştır: " (Ey Habibim) De ki: Allah'ı seviyorsanız bana ittiba edin ki Allah da sizi sevsin."[4]
Peygamberimiz de bir hadîslerinde şöyle buyurur: "Beni ananızdan, babanızdan, çoluk çocuğunuzdan ve herkesten çok sevmedikçe (gerçek manasıyla) iman etmiş olmazsınız." [5] Fert ve toplumlar O'nu sevdikleri ölçüde sünneti, dolayısıyla İslam'ı yaşama azmine ulaşırlar.
Dipnotlar:
1. Buhârî, tıb, 19, 25, 43-54; Müslim, selâm, 102-116.
2. Buhârî, cihad, 1/27, 194, Müslim, imare, 86.
3. Geniş bilgi için bkz. Polat, S., "Hadiste Metin Tenkidi", Erciyes Ünv. İlahi-yat Fak. Dergisi, Sayı: 6, 7, 8.
4. Al-i İmran 31.
5..Buhâri, iman, 8; Müslim, iman, 69.