M. Ü.İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Sünnetin Dindeki Yeri ISAV - Ensar Neşriyat İstanbul 1998
İslâm ümmeti, Hz. Muhammed'i Allah'ın elçisi olarak tanıdığı ve Kur'ân-ı Kerîmle muhatap olduğu günden beri Kitap-Sünnet ikilisini birlikte ana gelmiştir. Sadece ilim ve fikir adamları değil, üm-metin diğer fertleri de az veya çok, mahiyetini bilerek ya da bilmeye-rek Kur'an-Sünnet birlikteliğinin farkındadırlar. İslâm toplumları-nın asırlar boyu geliştirdiği çok çeşitli ilim dallarında meydana getir-miş olduğu binlerce eserden herhangi birini okuyanlar, veya İslâm'ın tebligat ve talimatına muhatap olanlar, öncelikle Kur'an ve Sünnet'ten haberdar olurlar. Sadece bu durum bile Kur'an ile Sünnet'in birbirinden ayrılmazlığını, bütünlüğünü ve birlikte ele alınması gerektiğini ortaya koyucu niteliktedir.
Bu tebliğde, Kur'an-Sünnet ilişkisinin ana unsurları İslâmî ilimler geleneği içinde kalınarak ve konunun detaylarına, münakaşalarına, ekol ve şahıs yorumlarına fazla girilmeden özet- lenmeye çalışılacaktır. Ayrıca, İslâm mezheplerinin her birini ele almak ye-rine "sünnî anlayış" tarzı öne çıkarılacaktır. Şunu hemen belirtmeliyiz ki kendimize böyle bir hudut tayin etmemizin sebebi, herhangi bir mezhebi veya fırkayı önemsememek veya dışlamak değil, boyutları çok geniş olan bir konuyu böyle kısa bir tebliğ metni ve müddetinde enine boyuna ele alamama endişesidir. Bir başka ve bizce önemli olan sebep ise, ele aldığımız konuda bütün İslâm mezheplerinin genel kabulünün oluşudur. Teferruattaki ayrılıklar konunun önemini azaltmadığı gibi, temelden reddine de mesned kılınamaz.
Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber'in Sünnet'i İslâm Dininin iki temel kaynağını teşkil eder. Delilini bu iki kaynaktan almayan her düşünce ve tavır, hareket ve davranış, tartışmaya, kabul veya redde açıktır. Kaynağını Kur'an ve Sünnet'ten alan konuların ise müzâkere ve münakaşası yapılabilir, değişik yorumlar ortaya konulabilir, uygulama ile ilgili biçim ve yöntem farklılıkları ortaya çıkabilir, ancak reddi söz konusu olamaz. Bu yorum ve anlayış farklılıkları mezheblerin ve değişik ictihadların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Sapık ve bâtıl sayılanlar dışındaki bütün İslâm mezhepleri dînin iki temel kaynağının Kur'an ve Sünnet olduğu görüşünde ittifak halindedirler. Bu ikisi dışındaki şer'î delillerin geçerliliği, kabul veya reddi de bu iki temel kaynağa uygunluğuna göre değerlendirilir. Durum böyle olunca, Kur'an ve Sünnet ilişkisinin varlığı, bütünlüğü, birlikteliği ve vazgeçilmezliği şer'in, akıl ve mantığın zorunlu gereğidir. Şer'in gereğidir, çünkü delilini öncelikle Kur'an'dan ve Sünnetten almaktadır. Aklın ve mantığın gereğidir, çünkü Kur'an kendisine indirilen ve vahye muhatap olan, yani Allah'la irtibatı olan bir peygamber, onu en iyi anlayan, bilen, yorumlayan ve uygulayandır. Allah'ın elçiliği görevi ve tebliğ mes'ûliyeti bunların hepsini ihtiva eder ve gerekli kılar.
Kur'ân'ın bir çok âyeti Hz. Peygamber ile ilgili yaklaşımımızın nasıl olması gerektiğinin temel prensiplerini bize bildirir. Bunlara ana başlıklar halinde işaret etmemiz, peygambere ve sünnetine bakış açımızın itikâdî ve ahlâkî boyutlarını görmemizi sağlayacaktır.
Klasik İslâm kaynaklarının hemen hepsi, Kur'an ile Sünnet ilişkilerinden söz ederken delil olarak aynı âyet ve hadisleri kullanırlar. Bunun neticesinde âlimler arasında benzer yaklaşımların, görüş birliğinin teşekkül ettiğini görürüz. Bu durum, şaşılacak ve tenkit edilecek bir husus değil, kanaatimizce gıbta edilecek ve saygı duyulacak bir anlayışlılık örneğidir. Bu sayede ümmetin itikad ve amel birliği azamî derecede sağlanmış, yeryüzü coğrafyasının her yerindeki müslümanlar arasında müşterek bir hayat tarzı ortaya çıkmıştır.
I. Kur'ân'ın Ayetleri Işığında Hz. Peygamber ve Sünneti
A. Peygamberlere iman
Kur'an, Hz. Peygambere îmanın ve onun getirdiği ilâhî hüküm-leri kabul ve tasdik etmenin farz olduğunu kesin emirlerle bize bildirir: "Allah'a, peygamberine ve indirdiğimiz nura (Kur’an a) îman edinif(Ş). "Allah'a ve O'nun ümmi peygamberi olan elçisine îman ediniz-" (2). "Şüphesiz biz seni şahit, müjdeleyici ve uyana olarak gönderdik- Ki Allah'a ve Resulüne inanasınız, onu destekleyesiniz, ona saygı gösteresiniz ve sabah akşam O'nu teşbih edesiniz-" (3). '"Kim Allah'a ve Resulüne inanmazsa bilsin ki, biz, kâfirler için alevli bir ateş hazırlamıştır-'’ (4).
Görüldüğü gibi bu âyetlerde Allah'a iman ile Resulüne iman ayrı ayrı, peşpeşe, birbirini tamamlayıcı nitelikte zikredilmiştir. Bu şekilde inanmayanların mü'min sayılmayacağı, bir yoruma ihtiyaç hissettirmeyecek açıklıkta ortaya konulmuştur.
Peygamberimizin hadislerinden seçtiğimiz şu örnekler yukarıdaki âyetleri açıklayıcı niteliktedir: "Ben insanlarla ”La ilahe illallah” deyinceye kadar savaşmakla emrolundum- Kim ”Lâ ilahe illal-lah” derse, benden canını ve malını korumuş oluk' (5). Kelime-i Tevhîd dediğimiz "Lâ ilahe illallah"; "Muhammedün Resûlullah"ı da bünyesinde barındırır.
Cibril hadîsi diye ma'rûf olan rivayette Cebrail, Hz. Peygambere "İslâm nedir.?" diye sorunca, Resûl-i Ekrem: "Allah'tan başka ilâh ol-madığına, Muhammed'in O'nun elçisi olduğuna şahitlik etmendik' şeklinde cevap vermiş ve daha sonra İslâm'ın diğer esaslarını sıralamıştır (6).
İslâm'ın beş esas üzerine binâ kılındığını ifade eden meşhur rivayetin ilk şartı da, "Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve Resulü olduğuna şahitlik etmek" diye başlar (7)
Kur'ân-ı Kerim'in bu konudaki pek çok âyetini (8 ) burada tek tek ele almamız söz konusu olamaz. Sahîh hadis külliyatının özellikle îman ve tevhîd bölümlerindeki rivayetlere yer vermemiz de düşünülemez.
İtaat, emre uymak, icabet etmek ve tâbi olmaktır; bu anlamda ibâdetten daha umûmî bir mânâ ifade eder. Çünkü ibâdet sadece Al-lah'ı ta'zimdir, itaat ise hem Allah'ın emirlerini hem de peygamberin ve itaat edilmesi emredilenlerin emirlerini kapsar (9). İtaat, îmanın bir gereği ve neticesidir. Peygamber'e îman, ona itaati zorunlu kılar. Dolayısıyla peygambere iman farz olduğu gibi, itaat da farzdır. Pey-gambere itaat, onun getirdiği ve uyulmasını emrettiği bütün prensipleri yerine getirmeyi gerektirir. Kur'ân'ın pek çok âyeti peygambere itaat edilmesini ve ona karşı çıkılmamasını emreder:
"Ey îman edenleri Allah'a ve Resulüne itaat edin, işittiğiniz^ halde ondan dönmeyin, işitmedikleri halde işittik diyenler gibi ol-mayın- Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir" (10)
Bu ayetler, Resulullah’ın sözünü işitip ondan faydalanmayan, onu gönüllerine sindiremeyen, o sözlere önem vermeyen kimselere bir uyarıdır. Böyle kimseler dinleyip anlasalar bile anladıklarını icra edip yerine getirmezler. Sanki hiç duymamış, işitmemiş gibi hareket ederler. Böyleleri sağır ve dilsiz hayvanlara benzetilmiştir (11).
"De ki: Allah'a ve peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse muhakkak ki Allah kâfirleri sevmeff (12).
"Yüz çevirmek", Allah ve Resulüne itaattan yüz çevirmek, onların emirlerini kabullenmemektir (13). Oysa Hz. Muhammed'e sırf Allah'ın Resulü, görevlendirdiği peygamberi, dinin tebliğcisi, hidayetinin ve emirlerinin bildiricisi ve habercisi olduğundan dolayı, yine sırf Allah için uymak ve izinden gitmek gerekir. Bir elçiyi tanımak, onun kendisini değil, onu görevlendirip gönderen makamı tanımaktır. Meselâ bir devletin elçisini, memurunu reddetmek, o devleti ve onun kanunlarını reddetmek demek olduğu gibi, Allah'ın elçisi demek olan peygamberini kabul etmeyip red etmek de Allah'a küfür ve saygısızlıktır (14).
Bütün söz ve davranışlarında Hz. Muhammed'in yolu üzere olmayanlar, onu sevmiş ve ona itaat etmiş sayılmazlar. Aksini iddia edenler ise yalancı sayılır (15). Şu hadis, konuyu daha iyi anla-mamızda anahtar vazifesi görür: " 'Yaptığı bir iş biyim emrimiz doğrultusunda olmayan kimsenin o işi merduttur, kabul edilmey" (16). Buna göre, yapılan işler ister ibâdet ister hayatın diğer alan-larıyla ilgili olsun, Kur'an ve Sünnet'e aykırı düşmemeli, Resûlullah'ın talimatına uygun olmalıdır. Çünkü Kur'ân'ın emir ve nehiylerinin icra şeklini Allah Resulü bizzat kendileri tanzim etmişlerdir. İleride temas edileceği gibi, bu yetkiyi kendisine veren Cenâb-ı Hak'dır.
Peygamberden yüz çevirmek küfre düşmektir. Âyet-i kerîme bunu açıkça beyan ettiği gibi, Hz. Peygamber de bunu şu şekilde izah etmiştir: " Yüy çevirenler dışında ümmetimin hepsi cennete gireceklerdir"."Yüz çevirenler kimlerdir?" diye sorulunca:"Bana itaat eden cennete girer, bana isyan eden yüy çevirmiş oluk' (17) buyurmuştur.
"Resule itaat eden Allah'a itaat etmiş oluE (18) âyeti, peygam-bere itaatin Allah'a itaatin bir gereği ve eskilerin tabiriyle lâzım-ı gayr-ı müfârıkı olduğunu bildirir. Resule itaattan maksadın, sadece Kur'ân'ı kapsadığını, sünnete şümulü bulunmadığını iddia etmek gerçekçi olamaz. Nitekim şu âyet konuya daha da netlik kazandırır: "Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler... "(19).
Esasen bütün peygamberlerin gönderilişindeki hikmet, onların emirleri üzere amel etmek, nehyettiklerinden uzak durmak, onların sözlerine, davranışlarına, ahlâk ve âdâblarına uymaktır. Kur'an bunu da açıkça belirtir:
"Biy her peygamberi, Allah'ın izniyle, ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik." (20) Öte yandan Nuh (a.s.)'dan İsâ (a.s.)'a ka-dar her peygamberin kavmini şu şekilde Allah'a davet ettiğini Kur'an bize bildirir: "Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin" (21). Bu anlamdaki âyet aynı surede 7 ayrı yerde, 7 ayrı peygamberin dilinden kavmini dine davet metni olarak geçer.
Peygamberimizin: "Bana itaat eden Allah'a itaat etmiş olur; bana isyan eden de Allah'a isyan etmiş sayılır” (22) anlamındaki ha-disleri bu âyetlerle tam bir mutabakat ifade eder.
Kur’ân’ın bu konudaki pek çok âyetinde Allah'a ve Resulüne itaatin veya sadece Resûl-i Ekrem'e itaatin getireceği sonuçlar çeşitli şekillerde takdim edilir. Bir kaçını özetleyecek olursak, şunlarla karşılaşırız: Allah'a ve Resulüne itaat eden rahmete nail olur (23). Resule itaat eden hidâyete erer (24). Allah'a ve Resulüne itaat eden-ler, Allah'ın nimet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehitler ve sâlihlerle beraberdirler (25).
Allah'a ve peygamberine itaat edenleri Cenâb-ı Hak zemininden ırmaklar akan cennete koyacak ve orada devamlı kalacaklar, büyük kurtuluşa ereceklerdir (26). Allah'a ve Resulüne itaat mü'min ol-manın gereğidir (27). Allah'a ve Resulüne itaat eden büyük bir kurtu-luşa erer (28). Allah'a ve Resulüne itaat edenin Allah işlerinden hiç bir şeyi eksiltmez (29).
Kur'an'dan seçtiğimiz bu âyetler ve örnek olarak zikrettiğimiz bir kaç hadis, Allah'a itaatle Resulüne itaatin ayrılmazlığını, lüzu-munu, kapsam ve sonuçlarını ortaya koyucu niteliktedir.
İtaatla ittibâı ayrı ayrı ele alışımızın sebebi, itaatin hem Allah ve Resulüne, hem de beşer cinsinden birine olabilmesine karşılık, ittibâın Allah'ın kişi veya şey niteliğinde yarattıklarına
has olmasındandır.
İttibâ, uymak, izlemek, birinin veya birşeyin peşine düşmektir. İttibâ olunan, bir kimse, bir cisim, bir iz ve bir emir olabilir (30).
Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok âyetinde müminlerin kime ve neye uyması, kime ve neye uymaması gerektiğini açıklar. Bir hususa dikkat çekmek yerinde olur: Kur'ân-ı Kerîm'in hassasiyetle birbirinden ayırdığı üç terimin muhteva farklılıklarını iyi kavramak gerekir. Bunlar ibâdet, itaat ve ittibâdır. İbâdet sadece Allah'a, itaat, Allah'a, Resulüne ve itaati caiz olan kullara, ittibâ.ise, Allah'ın -uyulmasını istediği kişi ve şevlere mahsustur. Her üçündeki sapmalar Kuranda şiddetle kınanır ve yasaklanır. Biz sadece peygambere it-tibâ konusuna temas etmekle yetineceğiz. Bir âyette şöyle buyurulur: "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın" (31).
Peygambere ittibâ olunmadan ve emirlerine boyun eğilmeden Allah sevgisi gerçekleşmez. Söz, davranış, ahlâk ve tavırlarında Resûl-i Ekrem'e muhalefet edenler, Allah'ın gazabına ve kahrına uğrayanlardan sayılır. Allah'a ve Resulüne itaat edip, söz ve dav-ranışlarında peygambere tâbi olan, ahlâk ve âdâbta ona uyanlar ise Allah'ın kendilerine nimet verdiği kimselerden kabul edilirler (32).
Kur'an, Kitap ehli olanlardan Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları elçiye tâbi olanları över (33). Peygambere uymayanlar sadece hevesle-rine uymuş olurlar ki, onlar "Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir" (34) tehdidine muhataptırlar.
Hz. Peygamber, Rabbinden kendisine vahyolunana uy-makla emrolunmuştur (35). Dolayısıyla ona uyanlar hakka uymuş ve hakkı uygulamış olurlar. Çünkü onun uyulacak en güzel ve yegane örnek olduğu gerçeği yine Kur'an'ın bir emri, bir tavsiyesidir:
"Andolsun ki Allah'ın Resulünde sizin için, Allah'ı ve âhireti arzu eden ve Allah'ı çok zikreden kimseler için en güzel bir örnek vardır." (36).
Bu örnek oluş, Resûlulullah'ın bütün tavır ve davranışlarını, hareketlerini kapsayıcı bir özellik taşır. Bu örnek oluşun ümmet için vücûbiyet mi, müstehaplık mı ifade ettiği konusunda ihtilâf edilmiş, vücûbiyete delil getirilemeyen konularda müstehap, müstehaplığına delil getirilmedikçe de vacip olduğu kabul edilmiştir. Umûr-u dîniyyeden sayılan hususlarda vâcib, umuru dünyeviyyeye taalluk eden hu-suslarda ise müstehap olduğunu söyleyenler olmuştur (37). Ayet, Resûl-i Ekrem'in yalnız sözleriyle değil, fiil ve hareketleriyle de reh-ber ve kendisine uyulan bir peygamber olduğunu hükme bağlamaktadır (38).
D. Peygambere Muhalefet ve Karşı Gelme
Peygambere îman, itaat ve ittibâın farziyyeti sabit olunca, ona muhalefetin ve karşı gelmenin yasaklanmış olduğu ve bu davranışın haramlığı da anlaşılmış olur. Biz, bu konudaki âyetlerden de bir kaçma işaret etmekle yetineceğiz. Kur'ân-ı Kerîm peygambere muhalefetin bir sapıklık olduğunu ve neticesinin elîm bir azap olacağını ha-ber verir. "Peygamberin emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belânın gelmesinden yahut kendilerine acı bir azabın uğramasından sakınsınlai' (39).
Peygamberin emri, onun sözlerini, davranışlarını ve takrirlerini yani tasviplerini ihtiva eder. Bunlar, peygamberin sünnetinin nevile-rini ifade etmektedir. Dolayısıyla her biri aynı kıymeti haizdir.
İmâm Mâlik, kendisine bir hususta fetva soran kimseye:
"Resûlullah bu konuda şöyle buyurmuştur" diye sünnetle cevap vermişti. Adam: "Senin görüşün nedir?" deyince, imâm yukarıdaki âyeti okudu ve sünnetin olduğu yerde kendisinin görüşünün söz konusu olamayacağını ifade etti (40). Esasen bütün mezhep imamlarının tavrının bundan farklı olmadığı kaynaklarda zikredilir (41).
Peygambere karşı çıkmak ve müminlerin yolundan başka bir yola sapmak cehenneme gidiş sebebidir: "Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra kim peygambere karşı çıkar ve müminlerin
yolundan başka bir yola girerse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir" (42).
Allah ve Resulüne karşı gelmek alçalma sebebidir: "Allah ve Resulüne karşı gelenler kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardıd' (43).
Peygambere karşı çıkma yasaklanmış olup, o bir konuda hüküm verdiği zaman ona uyma mecburiyeti vardır: "Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ’a ve Resulüne karşı ge-lirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. (44).
Bu âyet, bütün işleri kapsayıcı niteliktedir. Nüzul sebebinin özel bir hâdise olması hükmünün umumîliğine engel teşkil etmez. Bu konuya delil getirilen başka âyetler de vardır (45). Mü'minler için Resulün emri Allah'ın emri makamındadır. Bu âyetler bunun açık delilidir. Çünkü peygamberin kendi hevâ ve hevesinden bir şey konuşmayacağı gerçeğini Kur'an bize hatırlatır (46).
Allah ve Resulünün emirlerinden yüz çevirmek, uymamak veya hafife almak şiddetle kınanır ve reddedilir: "Allah’a itaat edin, Resule de itaat edin ve kötülüklerden sakının. Eğer yüz çevirirseniz bilin ki Resulümüzün vazifesi apaçık duyurmak ve bildirmektir” (47). ”Bazı insanlar Allah’a ve peygambere inandık ve itaat ettik diyorlar, ondan sonra da içlerinden bir grup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir' (48).
Bu tür davranışlar müminlere yakışmaz. Çünkü mü'minler dilleri ile söylediklerine kalben inanır, ayrıca ibâdetleri ve davranışları ile imanlarını isbat ve teyid ederler. İnandık deyip gereğini yapma-mak münafıkların alâmetidir.
Kuran, peygambere muhalefetin ve isyanın neticesine de dikkat çeker: " O gün zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: Nolaydı, keşke ben peygamberle beraber bir yol tutsaydım" (49).
Bu yolu tutmayanların son pişmanlığı şu âyetlerde daha açık ifade edilir: "Yüzleri ateşe evrilip çevrildiği gün: Eyvah bize! Keşke Al-lah’a itaat etseydik, peygambere de itaat etseydik, derler (50).
"İnkâr edip Allah ’ın Resulüne karşı gelenler, o gün yerin dibine geçirilmeyi temenni ederler ve Allah 'tan hiç bir sözü gizleyemezled' (51).
Peygambere muhalefet, karşı çıkma ve sonuçlarıyla ilgili âyetler burada işaret ettiklerimizden ibaret değildir. Ancak konunun önemi ve çeşitli boyutlarını ortaya koyması açısından bu kadarla yetinmek yerinde olacaktır.
E. Peygamberin Hükmüne Boyun Eğip Teslim Olmanın Gerekliliği
Kur'ân-ı Kerîm'in müminlerin dikkatini çektiği hususlardan biri de Peygamberin bütün hükümlerine, emir ve yasaklarına boyun eğip teslim olma zorunda oluşlarının vurgulanma- sıdır. Aynı zamanda bu mü'min sayılmanın da temel şartlarından biridir. Konunun uzun boy-lu yorumlanmasına ihtiyaç hissettirmeyecek kadar açık olan Kur'an âyetlerinden bir kaç tanesine işaret etmek yeterli olacaktır: "Hayır, Rabbine andolsun ki onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni ha-kem kılıp sonra da verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duy-madan onu tam manasiyle kabullenmedikçe îman etmiş olmazlar" (52).
Hz. Peygamber dinin tebliğinde ve verdiği hükümlerde hatadan korunmuştur. Allah adına tebliğ ettiklerinde sıdkında, son derece güvenilir olduğunda şüphe yoktur (53).
Bu âyetin ışığında bir değerlendirme yapılacak olursa, bir insanın mü'min olarak nitelendi- rilebilmesi için kendisinde şu şartların bulunması gerekir:
• Resûlullahın verdiği hükme razı olmayan mü'min olamaz.
• Hükme razı olan, buna zahirde rızâ göstermiş olacak, yani açıktan itirazı olmayacak. Çünkü kalben rıza gösterip göstermediği bilinmez. Zira kalbin meylini, bir şeye yönelişi neticesinde sevgi ve nefretini kavramak beşer gücünün dışında bir şeydir. Ancak Resûlullahın verdiği hükmün hak ve doğru olduğuna kânî olacak.
• Bu iki şart da yeterli değil, hükme rızâ gösteren kişi, Allah'ın elçisinin verdiği hükmün hak ve doğru olduğuna kalben de inanıp teslim olacak, kalbi o hükmü kabul edip etmeme hu-
susunda duraksamayacak ve zahirdeki kabulüne ters düşmeyecek. Dili ile kalbi tam bir
uyum ve teslimiyet içinde olacak (54).
Şu âyet-i kerîme konuya daha da açıklık kazandırıcı niteliktedir: "Ey îman edenler! Allah'a itaat edin. Resule ve sizden olan ida-recilere itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Resule götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı hem de ne-tice bakımından daha güzeldir" (55).
Âyette Resule götürme ile kastedilen, onun sünnetidir; çünkü Kitap ve Sünnete uymayan kendi arzu ve isteğine, nefsine uyar (56).
Cenâb-ı Hak, münakaşa edilen, hakkında anlaşmazlığa düşülen bir konunun Allah'ın Kitabı ve Resulünün Sünnet'ine başvurularak halledilmesini emretmektedir. Peygamber hayatta iken bizzat kendi-sine, vefatından sonra ise Sünnet'e başvurmak gerekir. Mücâhid, A'meş ve Katâde gibi meşhur imamların görüşleri de bu yönde olup, doğru ve isabetli olan görüş budur. Nitekim Hz. Ali: "Bizimyanımızda Allah'ın Kitabı ve şu sahifede olanlar dışında bir şey yoktur. Bir de Müslüman bir insana verilen anlayış kabiliyeti vardır" (57) demiştir. Yanındaki sahife ile kastettiği Hz. Peygamber'den yazdığı sünnet, hadislerdir (58).
Peygamberimizin şu hadisleri âyetlerdeki maksadı anlamamıza yardımcı olmaktadır:
"Size bir şeyi yasakladımsa ondan mutlaka kaçınınız; emret-tiğim bir şeyi ise gücünüz nisbetinde yerine getirinizi" (59).
Hadisin anılan kaynaklarının bazısında daha önceki ümmet-lerin helak oluş sebeplerinden birinin peygamberlerinin emir ve yasakları konusunda ihtilâfa düşmeleri, çok ve lüzumsuz soru sormaları olduğu beyan edilir. Bazı rivayetlerinde de Hz. Peygamber:
"Size bıraktığım konularda siz de beni rahat bırakın" buyurarak, ileride ortaya çıkacak bir takım meselelerin ümmetin âlimleri-nin ictihadlarına terkedilmiş olduğunu hatırlatır.
Bu konuyla ilgili pek çok hadisten dikkat çekici olan bir rivayet şöyledir: "Sakın ha! Sizden birinizi rahat koltuğuna yaslanmış olarak, benim emrettiğim veya nehyettiğim bir şey kendisine geldiğinde şöyle derken bulmayayım: Biz (başka birşey) anlamayız, Allah'ın kitabında bulduğumuza uyarız" (60). Tirmizî'nin aynı bâbdaki bir rivayetinde: "Allah'ın Resulünün haram kıldığı, Allah'ın haram kıldığı gibidir' (61) ilâvesini görürüz. Ebû Davud'un aynı bâbındaki bir hadiste ise Resulullah’ın haram kıldıklarından bir kısmı sayılır (62).
Peygamberin emirlerine uyma ile ilgili Kur'ân-ı Kerîm'in daha kapsamlı bir âyetinin anlamı şöyledir: "Peygamber size ne verirse onu alın, neyiyasakladıysa ondan da sakının " (63). Âyette geçen "âtâ= verir" kelimesinin "emera= emreder" anlamına geldiğine müfessirler dikkat çekerler. Nebî (s.a.)'in emrettiği her şey, Allah'tan bir emir olarak kabul edilme mecburiyeti vardır. Âyet ganimetlerle il-gili nazil olmuş olsa bile, Peygamberin emir ve yasaklarının tamamı bu âyetin hükmüne dâhildir (64). Nitekim, sahabenin de âyeti bu tarzda anladığının az sayılmayacak delilleri vardır. Sünnetten zikret-tiği her şeye Kur'an'dan delil getirmekle meşhur olan Abdullah İbn Mes'ud, yine peygamberin sünnetine istinaden, Allah'ın kendilerine lanet ettiği kadınlardan bahsedince, Benî Esed Kabilesinden Kur'ân'ı okuyan ve iyi anlayan bir kadının: "Ben mushafm iki kapağı arasında onu görmedim" şeklindeki itirazına bu âyeti delil getirmiştir (65).
Zemahşerî, güzel ve doğru olan anlayışın, Resulullah’ın emret-tiği ve nehyettiği her şeyin bu umûmî emre dahil olduğunu, ganimetin de bunun içinde yer aldığını söyler (66). Ulemânın büyük çoğun-luğunun kanaati de Resûl-i Ekrem'den sahih olarak sabit olan her şeyin Kur’ân’ın bu emrine dahil olduğu yönündedir (67). Çünkü Sünneti almak gerçekte Kur'ân'ı almaktır; Sünnet'ten yüz çevirmek de Kur'an'dan yüz çevirmektir (68).
Buraya kadar verilen bilgiler ve Kur'ân-ı Kerîm'in Hz. Peygam-bere nasıl bakılması gerektiğine dair emir ve tavsiyeleri, Sünnete yaklaşım tarzımız hakkında da bir yöntem tayininin
esaslarını belir-lemiş bulunmaktadır. Önemine ve işaret edilmesi gerektiğine inan-dığımız hususlardan biri de, Kur'ân'ın 20 ayrı âyetinde geçen "hikmetle neyin kastedildiği yönündeki anlayışlardır.
Birçok Kur'an tabir ve teriminde olduğu gibi, hikmetin her geçtiği âyette aynı anlamda kullanılmadığı açıktır. Kur'ân-ı Kerîm'de geçen hikmet kelimesinin, adalet, ilim, hüküm, nübüvvet, Kur'an, İncil, bir şeyi yerli yerine koymak gibi anlamlarda kullanıldığı ifade edilmiştir (69). Bu anlamlarının yanında, Kur'ân'ın bazı âyetlerinde geçen hikmetin sünnet mânâsına geldiğini pek çok âlim ifade etmiştir. Hikmetin ilim ve ameli, sünnetin de söz ve davranışı tanzim ettiği söylenir.
Meselâ Katâde: "Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetle-rini kendilerine okuyacak, onlara Kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder" (70) âyetindeki hikmetten maksadın sünnet olduğunu söyler (71).
İmâm Şafiî (ö. 204/819), "Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitap ve hik-meti öğreten, bilmediklerinizi öğreten bir resul gönderdik" (72) âyetinde geçen hikmet sünnettir demiştir (73). "Allah sana Kitab'ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştik' (74) âyetindeki hikmet de sünnet anlamındadır (75).
"Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın" (76) âyetindeki hikmet, Nebî (s.a.)'in sünnetidir.
Çünkü Kur'an ve Sünnet'te insanlar için hayat, saadet, âdâb ve ahlâkın en doğrusu vardır (77). "Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, kendilerini temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştuk' (78) âyetindeki hikmet sünnetten başka bir şey değildir (79).
Benzer âyetleri daha da çoğaltmak mümkündür. İslâm âlim-leri, Kitâb'ın yani Kur'ân'ın hemen peşinden zikredilen hikmetin sünnetten başka bir şey olmayacağı kanaatinde ittifak etmiş gibidir-ler. Çünkü Allah Teâla'nın peygamberine inzal ettiğinden bahsettiği hikmet, bir nevi vahyin ürünü olan sünnetten başkası olamaz. Beyzâvî (ö. 641/1243)'nin belirttiği gibi Kitâb'ın ve sünnet demek olan hikmetin özellikle zikredilmiş olması, bu ikisinin şerefinin, üstünlüğünün izhârı maksadıyladır (80).
Kitâb ve hikmetten her ikisiyle kastedilenin Kur'an olduğu yönündeki görüşler isabetli kabul edilemez. Çünkü Arap dilinin te-mel kaidelerinden biri, "vav" harfiyle birbirine atfedilen kelimelerin birbirlerine mugayir, birbirlerinden farklı, fakat aynı işte ve bir nok-tada müşterek olmasını gerektirir (81).
G. Sünnet ve Kur'an Birlikteliğini Belirleyen Önemli Alanlar
Kur'ân-ı Kerîm'in Hz.Peygamber için tayin ve tespit ettiği konu-mu, genelde sadece âyetler ışığında anahatlarıyla belirtmeye çalıştık. Nübüvvet mansıbı olarak adlandırılabilecek olan bu konu-mun tesbiti, Sünnet'in dindeki mevkiinin tesbitinin de temelini teşkil eder. Çünkü makamın üstünlüğü oradan sâdır olacak emirle-rin ve talimatların da üstün, önemli ve uyulması gerektiğinin ön ka-bulüdür. Allah'ın Resulü olarak kendisine vahyolunan Kur'ân'ı eksiksiz tebliğ eden Hz. Peygamberin görevinin bununla bitmediği, Kur'ân'ın hayata uygulanmasını sağladığı ve 23 senelik peygamber-lik döneminin her anının bu uğurda geçtiği herkesçe kabul edilen târihî bir gerçektir. Bir başka gerçek ise, Hz. Peygamber'in hayatının her safhasının, beşer tarihinde onun dışında hiç bir ferde nasib ol-mayacak tarzda ve sahîh bir şekilde tespit edilip, nesilden nesile, asırdan aşıra hem sözlü hem de yazılı vesikalarla intikal ettirilmiş olmasıdır. İşte sünnet ya da hadis adı altında tanınan alan, Kur'an'la içice olan bir hayatın, kavil, fiil veya takrir tarzlarında dışa yansımasıdır denilebilir.
Kur'an ve Sünnet birlikteliği ve bütünlüğünden bahsederken, bu yönde bir takım anlayış ve yaklaşım farklılıkları olduğu gerçeğini gözardı etmek söz konusu olamaz. Herhangi bir ayrım yapmaksızın Sünnetin varlığını kabul etmeyen ve Kur'an'la yetinme yanlısı olan ifratçı
görüşle, yine bir ayrım gözetmeksizin her çeşit rivayeti Sünnet olarak nitelendiren tefritçi görüşü bir yana bırakırsak, nelerin Sünnet sayılıp sayılmayacağını ortaya koymaya çalışan makul ve mantıklı anlayışla karşılaşırız. Her alanda olduğu gibi, Sünnet konu-sunda da ifrat ve tefritte olanların sayısının son derece az, düşünce ve görüşlerinin de çok itibara alınmadığına şahit olmaktayız. Varlığı sabit olan bir şeyi yok saymak, ilim, akıl, mantık ve insafla bağdaşmaz. Şu kadar var ki, var olan bir şeyin vasfı, değeri veya değersizliği, makbul olup olmadığı, akıl, nakil ve his kanunları açısından kıymeti tartışılabilir. İşte İslâm âlimlerinin yaptığı da bu-dur.
Çeşitli İslâm mezheplerinin, İslâmî disiplinlerin, bu mezhep ve disiplinlere mensup âlimlerin sünnet anlayışları ve dolayısıyla tarif-lerinde farklılıklar olduğu bilinen bir hakikattir. Burada bunların her birine ayrı ayrı yer vermemiz, konunun hudutlarını aşmak sayılır. Ancak, biz bir kaç örnek vermenin de kaçınılmaz olduğu ka-naatindeyiz. Muhaddislere göre sünnet, Resûlullah'dan sâdır olan söz, fiil ve takrirler ile, onun halkı (yaratılış) ve hulku (ahlâkı) ile ilgili nitelik ve sîretiyle alâkalı vasıfların tamamıdır. Bunların pey-gamberlikten önce veya sonra olması arasında da bir fark yoktur. Bu sünnet tarifi, bazı âlimlerin belirttikleri gibi hadisle eş anlamlıdır.
Fıkıh usulcülerine göre sünnet, Hz. Peygamber'in şer'î bir hükme medar olan söz, fiil ve takrirleridir.
Fıkıhçılara göre sünnet, farz ve vâcib olmaksızın Resûlullah'dan sabit olan şeylerdir.
Fıkıhçıların bir başka sünnet tarifi de şöyledir: Bazı kere özürsüz olarak terketmiş olsa bile, Resûl-i Ekrem'in, hulefâ-ı râşidîn'in veya içlerinden birinin ibâdet yönüyle devam ettikleri ameller-dir.
Kelâmcılara göre sünnet, bid'atın zıddı olan şeydir.
Sünnetle ilgili pek çok tariflerin olduğunu yukarıda da belirt-miştik. Usul kitaplarımız başta olmak üzere çeşitli ilim dallarının önemli eserlerinde bu tariflere rastlarız (82). Bu tariflerin her birini tarif eden mezhep, ilim disiplini ve âlimler açısından en isabetli ka-bul edilmiş ve onların her birinin sünnet anlayışları tariflerine uy-gunluk arzetmiştir. Yeni ve daha cami' tarifler yapma ihtiyacı da duyulabilir, hatta bu yönde denemeler olabilir. Bunda bir sakınca ol-madığı kanaatindeyiz.
Seyyid Süleyman en-Nedvî, Sünnet'i şöyle tarif eder: Sünnet, gerçekte mütevâtir amelin adıdır. Ben bununla Resûlullah (s.a.)'in kendisinin işlediği sonra sahabenin, onlardan sonra tâbiûnun devam ettikleri ve günümüze kadar böyle gelen uygulamalarını kastediyo-rum. Bunların lâfzî rivayetle mütevâtir olması şart değildir. Bir şeyin amelî olarak mütevâtir olması da mümkündür. Lâfzan mütevâtir olmayabilir. Bir olayın şeklinin beyânında lâfzî rivayetlerin muhtelif olması caizdir... Müslüman bir kimsenin sünnetleri terki veya onlara muhalefeti caiz olmaz. Aksi takdirde o kişinin İslâm'dan nasibi yoktur (83).
Bir hususa sadece dikkat çekmek istiyoruz. İslâm âlimlerinin bir kısmı sünnetle hadisi, özellikle ilk dönemlerde ayrı ayrı ele almışlar ve birbirinden farklı şeyler olarak mütâlâa etmişlerdir. Bu sebeple biz sadece sünnet tarifleri ve anlayışlarıyla iktifa etmek is-tiyoruz. Hadisle sünnet arasındaki farka usul müellifleri eserlerinde temas ederler (84). İlk asırların hadis imamlarından bazıları, sünnette imam olanla hadiste imam olanları veya her ikisinde imam seviyesinde bulunanları ayırma ihtiyacı duymuşlardır. Meselâ Ab-durrahman İbn Mehdî (ö. 198/813)'ye Süfyân esSevrî (ö. 161/778), Evzâî (ö. 157/774) ve İmâm Mâlik (ö. 179/795)'in ilmî seviyeleri soru-lunca "Süfyân es-Sevrî hadiste imamdır, fakat sünnette imam değildir; Evzâî sünnette imamdır, ama hadiste imam değildir; İmam Mâlik ise hem hadiste hem de sünnette imamdır" demiştir (85). Kaynaklar buna benzer pek çok misali bize nakleder. Ancak bunlar-dan yanlış bir anlam çıkarılmaması daha büyük önem arzeder. Çünkü yaygın olarak uygulanan bir sünnetin âhad bir hadisle nakle-dildiği olabilir. Yani mütevâtir niteliği taşımayan hadisleri hesaba katmamak gibi bir yanlışa düşmemek gerekir.
Hadis ilimlerinin her İmi üzerinde hassasiyetle durulmasının ve her birinin alanında çeşitli nitelikte eserler meydana getirilmiş olmasının sebebi konu-nun arz ettiği bu önemden kaynaklanır.
İmâm Nebevi (ö. 676/1277): "Şüphesiz bizim şeriatımız Kitâb-ı aziz ve Sünen-i merviyyât üzerine binâ olunmuştur. Fıkhî ahkâmın çoğu sünnetler üzerinde dönüp dolaşır. Fürûâtla ilgili âyetlerin pek çoğu mücmel olup, açıklamaları muhkemâttan olan sünnetlerdedir. İslâm âlimleri, kâdî ve müftî olan müctehidin şartlarından birinin hüküm hadislerinin âlimi olması gerektiğinde ittifak etmişlerdir'dir (86). Sadece fıkıh alanında değil, İslamî ilimlerin her alanında Kur'an ve Sünnet bilgisinin müşterekliğine ihtiyaç vardır. Esasen bu vasfa sahip olmayanların âlim sayılamayacağı yönündeki görüşlere hak vermemek mümkün değildir.
Sünnet'in dindeki yeri ve önemi üzerine çok şey söylenebilir. Nitekim, ilk dönem hadis külliyâtından başlamak üzere, günümüze kadar yazılmış pek çok eserde bu konudaki âyet, hadis, eser ve sele-fin sözleri ile İslâm âlimlerinin görüşlerine yeterince yer verildiğini görmekteyiz. Özellikle Buhârî'nin Sahîh'inin "Kitabû'l-i'tisâm", Ebû Davud'un Sünen'inin "Kitâbu's-sünne" bölümleri ile daha sonraki dönemlerde yazılan konuyla ilgili müstakil eserler bu husustaki pek çok ve çeşitli malzemeyi ihtiva etmektedir. Onların değerlendirilmesi bile bir veya daha çok tez çalışmasına konu teşkil edebilir. Biz bu yöndeki gayretlerin semereli olacağı kanaatini belirttikten sonra, Kitap ve Sünnet birlikteliğinin en belirgin olduğu alanlara anahatlarıyla işaret etmekle yetinmek istiyoruz.
Mücmel, bir mânâya delâleti açık olmayan, maksadın kesin olarak anlaşılması için açıklanması gereken söze denir. Mücmel oluşun bir değil, birçok sebebi olabilir (87). Ayrıca mücmelin nevileri ve hükmü hakkında fıkıh usulü eserlerinde etraflı bilgiler verilir (88). Bütün bu gayretler, Kur'ân-ı Kerîm'in daha iyi anlaşılması ve hayata uygulanmasına yönelik ciddî, ilmî mesâilerden ibarettir. İslâm âlimleri Kur'ân'ın hangi âyetlerinde mücmellik bulunduğu ve bun-ların hangi sünnet ve hadis malzemesiyle beyân olunduğu konusunda da fevkalâde mesaî harcamışlar ve ümmetin önünü açmışlardır.
Sünnetin en önemli görevlerinden biri, Kur'ân'ın mücmellerini beyân edip açıklamasıdır. Meselâ Kur'ân'ın namazla ilgili emirleri mücmeldir. Çünkü Kur'an, namazın nasıl kılınacağını, kaç vakit ve kaç rekat kılınacağını, farzlarının, vâciblerinin ne olduğunu, namazı bozan ve bozmayan şeyleri bize açıklamaz. Hz. Peygamber: "Beni nasıl namag kılarken görüyorsanız sig de öylece namaz kılınız" (89) buyurmak suretiyle, hem bizzat göstererek hem de gerekli açıkla-maları yaparak namaz emrini beyân etmiştir. Kur'ân'ın namazla il-gili âyetlerinin tefsirine ve fıkıh kitaplarının namaz bahislerine baktığımız zaman, konunun tamamen sünnet ve hadislerle açık-landığını görürüz. Bu durum, Kur'an'la Sünnet'in birbirini nasıl tamamladığını ve Kur'ân'ın aktif hayata yansıması demek olan Sünnet olmaksızın bazı âyetlerin anlaşılmasının ve uygulanmasının müm-kün olamayacağını gösterir.
İkinci bir misâl olarak hac ibâdetini ele alacak olursak, burada da aynı durumla karşılaşırız. Haccın vakti, farzları, vacibleri, şart-ları, haccı ifsâd eden ve etmeyen şeyler vs. hep sünnetle tespit edil-miştir. Yine Peygamberimiz: "Haccınızın esaslarını (menâsik) benden alınız'' (90) buyurarak hacla ilgili uygulamaları ashabına talim et-mek suretiyle öğretmiş, onlar da bunları sonraki nesillere sahih bir şekilde ulaştırmışlardır.
Kur'an'da farziyyeti kesin olan zekât ile ilgili bütün uygulama-lar da sünnet ile açıklığa kavuşmuştur. Hangi mallardan ne miktar zekât alınacağı Hz. Peygamber tarafından görevlilere öğretilmiş, hat-ta yazılı talimat haline getirilmiştir.
Kur'an'da farz kılınmış olan oruç emrinin detaylarıyla ilgili bil-gileri de yine Resûl-i Ekrem'in sünnetinden öğrenmekteyiz. Bu yöndeki listeyi uzatmak mümkündür. Bir kaç örnek daha vermek gerekirse: Şarabın yasaklanmasıyla ilgili âyet (91) "sarhoşluk veren her şey haramdır" (92) hadisiyle beyân olunmuştur.
Allah'ın alış verişi helâl, ribâyı haram kıldığını bildirdiği Kuran âyeti (93) ile, müslümanların aralarında mallarını bâtıl yolla yeme-melerini emreden âyeti (94)Hz. Pey- gamber'in şu hadisleri beyân etmiştir: "Altına mukabil altın, gümüşe mukabil gümüş, buğdaya mukabil buğday, arpaya mukabil arpa, hurmaya mukabil hurma, tuğa mukabil tuy peşin olarak ve misli mislinedir. Kim fayla verir veya fayla alırsa muhakkak ribâ yapmıştık' (95).
Bir hak olmadıkça Allah'ın haram ettiği cana kıyılmamasını emreden âyet, (96) şu peygamber buyruğuyla beyân olunmuştur:
"Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah’ın Resulü olduğuma iman eden hiçbir Müslüman kişinin kanı helâl olmay. Ancak şu üç şeyden birini yapan müstesna: Adam öldürmek, evli iken yina etmek, dinden çıkarak müslümanlardan ayrılmak' (97).
Hz. Peygamber'in beyân ettiği mücmel Kur'an âyetleri sadece ahkâmla ilgili olanlardan ibaret değildir. Bunlar arasında gaybla il-gili olanlar, yaratılışın başlangıcını konu edinenler, kaderle ilgili olanları vuzuha kavuşturanlar, kalbin hallerini açıklayanlar, istik-bale ait haberleri, kıyamet ahvalini, cennet ve cehennemin vasıflarını bildirenler, ahlâkî konuları disipline edenler, hatta Kur'an kıssala-rından mücmel olanları beyân edenler vardır (98).
Netice itibariyle, Kur'ân-ı Kerîm'in mücmel olan, beyâna ve tefsire ihtiyaç hissettiren bir çok âyetleri, Hz. Peyamber'in sünneti ve hadisleri ile açıklanmış, uygulama alanına konulmuş ve ümmetin hayat tarzı haline gelmiştir. Böylece sünnet bir nevi "yaşayan ve yaşanılan Kur'an" olma özelliğine sahip olmuştur. Hatta Kur'an ve Sünnet ilişkisinin bu denli çokluğu, Resulullah’ın Kur'ân'ın tamamını mı yoksa bazı âyetlerini mi tefsir edip açıkladığı yolunda münaka-şaların yapılmasına ve bu konuda iki tarafın görüşlerinin delillerinin teşekkülüne ve ekolleşmelerin meydana gelmesine vesile olmuştur. Her iki ekolün mensupları kendi görüşlerine Kur'an ve Sünnet'ten de-liller getirmişler, aklî ve mantıkî yorumlarını da bunların üzerine bina etmişlerdir (99).
Herhangi bir şekilde hasr edilmeyen müsemmâların tamamına şâmil olan lâfızlara âmm lâfızlar denir. Kur'ân-ı Kerîm'de bir takım âmm lâfızlar vardır. Bunlar bazı kere bizzat Kur'an ile bazı kere de sünnet ile tahsis olunurlar. Şu kadar var ki, âmmın hem tarifi hem de ahkâmı ile ilgili birtakım görüş ayrılıkları vardır (100). Ancak on-ları sayıp dökmenin yeri burası değildir. Biz sadece genel kabuller ve bir kaç misalle yetinmek istiyoruz.
Allah Teâlâ meyteyi, yani usulüne göre boğazlanmaksızın ölmüş olan hayvanların etlerini ve kanı yemeyi haram kılmıştır (101). Bu umûmî bir hükümdür. Peygamberimiz balığın ve çekirgenin ölüsünün, kanlardan karaciğer ve dalağın helâl olduğunu belirterek, (102) âmm olan bu hükmü tahsis etmiştir. Zinâ suçu işleyen erkek ve kadına yüz değnek vurulmasıyla ilgili Kur'an âyetinin (103) umûm ifade eden hükmü, Hz. Peygamber tarafından bekâr zinâkârlar ola-rak belirlenip uygulanmış ve böylece tahsis edilmiştir (104).
Ganimetle ilgili taksimatın hükmünü ifade eden âyette (105) geçen "Resûlullah'a akrabalığı bulunanlar" ifadesini, Hz. Peygamber Benû Hâşim ve Benû Abdilmuttalib olarak tahsis etmiş, Benû Nevfel ve Benû Abdişems'i dışarıda bırakmıştır (106). Kur'an'daki âmm lâfızları sünnetin tahsisi ile ilgili pek çok misâller daha verilebilirse de biz bu kadarıyla yetinmek istiyoruz (107).
Mutlak, bir has lâfızdır ki, delâlet ettiği efrattan lalettayin bi-rini ifade eder, bu efradın hepsine şayi olursa da ihata veçhile şâmil olmaz (108). Kendi cinsinde müşterekliğe delâlet eden şeydir diye de tarif edilmiştir (109). Takyîd ise, delâlet ettiği efrattan herhangi bi-rine şayi olmayıp bunlardan muayyen birini veya bir nevini ifade eder.
Kur'ân-ı Kerîm'in bir takım mutlak lâfızları ve hükümleri vardır ki, sünnet bunları takyîd etmiştir. Bu durum da Kur'an ve Sünnet birlikteliğinin ve müşterekliğinin unsurlarından biri
kabul edilir. Bütün bu konuları bir ayrıma tabi tutmaksızın, Resûlullah (s.a.)'in beyânından sayanlar dalardır (110) Onlara göre takyîd de beyanın nevilerinden biridir. Kanaatimizce bu lafzî ihtilâflar ve an-layış kolaylığına yönelik farklı anlatım biçimleri esası değiştirici nitelik arzetmez.
Mutlakı takyîd hakkında da kısa misâllerle iktifa etmek istiyo-ruz. Kur'ân'ın hırsızlık yapan erkek ve kadının elinin kesilmesini em-reden âyetinde geçen (111) "el" lâfzı mutlak olup, omuzdan parmak uçlarına kadar olan uzvun tamamı için kullanılmaktdır. Ayrıca in-sanın sağ ve sol olmak üzere iki eli bulunmaktadır. Resûlullah (s.a.) bunu sağ el ve bilekten diye belirlemiş ve böylece uygulamıştır (112). Böylelikle mutlak olan bu lafzın hükmünü takyîd etmiştir.
Namazda, herkesin Kur'an'dan kolayına geleni okumasını em-reden âyeti (113), Hz. Peygamber: "Fâtihatü'l-Kitâbı okumayanın namazı yoktur" (114) hadisiyle takyîd etmişlerdir. Böylece kolay kıraat Fatiha sûresi olarak tayin edilmiştir.
Sünnetin Kur'ân'ı beyânının bunlar dışında bir takım alanları ve daha çok misalleri vardır. Kısaca, Kur'an âyetlerinin hükmünü tekîd ve te'yîd, mübhemin tefsiri, ahkâmın şerhi, gözetilen hedef ve gayele-rin tahakkukunu gösterip açıklama vb. alanlar sayılabilir (115).
4. Hz. Peygamber'in Sünnet veya Hadisle Birlikte Âyet Okuması
Kur'an ve Sünnet'in birlikteliğini ve ayrılmazlığını gösteren de-lillerden birinin de, bazı hadislerden sonra Peygamberimizin bazı Kur'an âyetlerini okuması olduğu ifade edilir. Bu durum, Sünnet'in ve hadislerin Kurana râci olduğuna dair örnekler sayılmalıdır. Her hadisten sonra bir âyet okunmasını kimsenin beklemeyeceği açıktır. Nitekim sahâbîler ve daha sonraki nesiller içinde yetişen âlimler de bu davranışı kendilerine örnek alarak benzer uygulamalarda bulun-muşlardır.
Peygamberimiz bazı hadislerini söyledikten veya bazı dav-ranışlar ortaya koyduktan sonra ashaba: "Dilerseniz Şu âyeti okuyun" derdi. Meselâ: Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Hiçbir mü’min yoktur, ancak ben, ona dünyâ ve ahirette daha yakınım. İsterseniz "Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır" (116) âyetini okuyunuz- Herhangi bir mü’min ölür de mal bırakırsa, bu mala kim olursa olsunlar; onun asabesi varis olsun. Herhangi bir mü’min de borç, yahutfakir bir aile bırakırsa, o da bana gelsin. Ben onun velisiyim" (117).
Hz. Peygamber'in bir başka hadisleri de şöyledir:
"Şüphesiz cennette bir ağaç vardır ki, bir süvari onun gölgesinde yüz sene yürüse, yine de o gölgeyi kat' edemez- Dilerseniz "Uzamış daimî gölgeler" (118) âyetini okuyunuf (119).
Benzer örnekleri gerek hadis külliyâtı içinde gerek tefsirlerde görmek mümkündür. Ancak bu alanda yaygın bir rivayet bolluğu içinde olduğumuzu söylemek mümkün değildir.
Bu tür rivayetlerin bir başka geliş şekli de sahâbîlerin, "Hz. Peygamber'in sözünü veya sünnetini naklettikten sonra "şu âyeti okudu", "sonra Resûlullah (s.a.) şu âyeti okudu, "sonra Resûlullah şu âyeti tilâvet etti" tarzındaki açıklamalarıdır. Bunlardan da kısa örneklerle yetineceğiz.
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Zekâtını vermeyen herkesin karşısına kıyamet gününde boynuna dolanacak çok zehirli bir erkek yılan dikilir". Sonra şu âyeti okudu: "Cimrilik ettikleri şey kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır" (120).
İmrân İbn Husayn'ın naklettiğine göre, Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Kim evinde oturduğu halde Allah yolunda bir nafaka gönderirse, onun her dirhemine karşılık yediyüz dirhem vardır. Her kim bu uğurda infak ettiği halde, Allah yolunda nefsiyle de cihad ederse, onun her bir dirhemine karşılık yediyüzbin dirhem vardık (121). Sonra şu âyeti tilâvet etti: "Allah dilediğine kat katfazlasını verir" (122).
Ebû Saîd el-Hudrî, Resûlullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu nakleder: "Mü'minin ferasetinden sakının. Zira o Allah’ın nuru ile bakar. (123). Daha sonra Resûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki bun-da feraseti olanlar için işaretler vardır" (124).
Hz. Peygamber'in bazı hadislerinden veya uygulamalarından sonra Kur'an'dan bir âyet okumasını, hadisin Kur'an'a arzına delil alanlar olduğu gibi, bu tür rivayetleri müdrec kabul edenler de yardır (125). Ancak biz konunun bir ta'lim, yani Resul-i Ekrem (s.a.)'in sahâbîlerine ve dolayısıyla ümmete bir öğretim biçimi şeklinde anlaşılabileceği tarzında düşünülmesinin de mümkün olduğu kanaa-tindeyiz. Ayrıca bu yol, Hz. Peygamber'in Kur'ân'ı tefsirinin bir şekli de olabilir. Hangi şekli benimsersek benimseyelim, bunların her biri Kur'an Sünnet birlikteliği ve bütünlüğünün delilidir.
5. Hz. Peygamber'in Kur'an Dışında Vahiy Alması
Daha önce çeşitli Kur'an âyetlerinin Hz. Peygamber'i takdimi vesilesiyle işaret ettiğimiz gibi, ona gelen vahiy sadece Kur'an'dan ibaret değildi. Peygamberimizin Kur'an dışında da vahiyler aldığı bizzat kendi ifadeleriyle sabittir. Bu sebeple vahyin "metluv" ve "gayr-i metluv" olmak üzere iki çeşidinin olduğu İslâm âlimlerinin hemen hemen genel kabulüdür (126). Bu durumda, sünnetin tama-mının mı yoksa belli bir kısmının mı vahiy mahsulü olduğu yönünde görüş ayrılıkları olduğu gerçeğini de gözardı etmemek gerekir. Bizim burada bu münakaşalara girmemiz doğru olmaz. Ancak bu yönde ge-len sahih rivayetlerden bir kaç misâl vermek yerinde olur.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah bana si-zin mütevazı olmanızı vahyetmiştiF (127). Mi'rac olayını anlatan uzun hadiste, Sidretü'l-Müntehâ'da gördüklerini anlatmış ve: "Derken Allah bana neler vahyettiyse etti" (128) buyurmuştur.
Yine, Peygamber Efendimiz zamanında meydana gelen bir güneş tutulması hadisesini anlatan rivayette Allah Resulü (s.a.): "Bana vahyolundu ki, sigler çok yakında kabirlerinizde deccalin fitne-sinden imtihan olunacaksınız" (129) buyurmuşlardır.
Bu misalleri oldukça çoğaltmak mümkündür. Sadece Allah "bana vahyetti" ifadesiyle değil "Allah bana bildirdi", "Cibril bana öğretti" vb. ifade tarzlarıyla da gelen pek çok rivayet bulunmak-tadır. Bu cümleden olmak üzere, Hz. Peygamber'in komşu hakkında Cibril'in kendisine tavsiye ve telkinde bulunduğunu belirtmesi, (130) kendisine salât ve selâm edene, Allah'ın da salât ve selâm edeceği müjdesini Cibril'in verdiğini bildirmesi, (131) beş vakit namazın vaktinin Cibril tarafından öğretildiğini haber vermesi, (132) ilk vah-yi getirdiğinde peygambere abdest almayı, namaz kılmayı Cibril'in öğrettiğini beyan etmesi (133), İsrâ ve mi'racda Peygamberimize Cibril'in rehberlik etmesi (134) ve Cibril hadisi olarak bilinen rivayette soruları soranın da tasdik edenin de Cebrail olduğunun Hz. Peygamber tarafından açıklanması gibi (135) misaller Kur'ân-ı Kerîm vahyi dışında vahyin olduğunun ve Peygamber Cibril yakınlığı ve birlikteliğinin açık delilleridir.
İşte bu açık misâller ve yaygın rivayetler Hassan İbn Atiyye'nin: "Cibril (a.s.), Resûlullah ((s.a.)v.)'e tıpkı Kur’ân’ı indirdiği gibi Sünnet’i de indirir, kendisine Kur’ân’ı öğrettiği gibi Sünneti de öğretirdi' kanaatini te'yid etmektedir (136). Bu istikamette kanaat beyân eden pek çok âlim vardır. Hatta bazıları, Resûlullah (s.a.v.)'e Kur'an dışında vahiy geldiği hususunda islâm âlimlerinin ıcmaı olduğunu söyler (137).
Bütün bu rivayetler ve onlar üzerine bina kılman düşünce ve hükümlerden çıkarılabilecek netice, Kur'an ve Sünnet birlikteliği ve bütünlüğünün temelinde vahiy müşterekliği olduğudur. Bu ise, işin temelini teşkil eder. O halde Sünnet'i ve sahih hadisleri hesaba kat-maksızın bir İslâmî duyarlılıktan ve yapılanmadan bahsedilemez. İslâm âlimlerinin en önemli niteliklerinin başında gelen hadislerin ihmâlini değil, i'mâlini esas alma, tesebbüt ve tevakkuf gibi konular bizim için de önem taşımalıdır. Çünkü bu tavır bizi araştırmaya, in-celemeye, sorumluluk duygusuna, kolaycılıktan uzak durmaya, peşin kabul ve redlerden yana olmamaya sevkeder. Özellikle sünnet ve ha-dis alanında bu kadar çeşitli ilim dalının teşekkül etmesinin sebebi de bu hassasiyet olmalıdır.
II. Hadislerde Sünnet’in Yeri Ve Önemi
Kur'ân-ı Kerîm'in Resûl-i Ekrem'in konumu ile ilgili âyetle-rinden bir kısmının muhtevasına buraya kadar özet halinde ele alman konular içinde, anahatlarıyla işaret edildi. Daha önce de ifade etmeye çalıştığımız gibi, Kur'ân'ın Peygamber Efendimiz ile ilgili âyetlerinin bizim konumuz içinde zikredilenlerden ibaret olmadığı açıktır. Ayrıca anılan âyetlerin her birinin ilk bakışta konu ile doğrudan ilişkili olmadığı gibi bir düşünce akla gelebilir. Fakat olaya geniş açıdan bakıldığı zaman kullanılan her âyetin Kur'an ile Sünnet bütünlüğünün bir cihetiyle alâkalı olduğunu görmek mümkün ola-caktır. Kur'ân'ın herkes tarafından anlaşılabilir nitelikteki bu genel prensipleri yanında Hz. Peygamber, kendisinin sünnetinin ve hadislerinin Kur'ân'ın yanındaki yeri ve önemine bir kısım hadislerinde özellikle dikkat çekmiş, bu yönde bazı açıklama ve uyarılarda bulun-muştur. Bu sahih rivayetler, Kur'ân'ın ilgili âyetlerinin bir tefsiri, açıklaması, muhkem bir nassının te'kid ve teyidi de kabul edilebilir. Kur'an ve Sünnet ilişkisi ve birlikteliğinin önemli delillerinden birini de Peygamber Efendimiz'in sahih sünnetinin ve hadislerinin teşkil edeceği şüphesizdir. Biz Hz. Peygam- ber'in konumuzla ilgili bütün ha-dislerine burada yer verecek değiliz. Ancak, daha önce Kur'an âyetleri konusunda yaptığımız gibi, hadislerden de önemli ve özellikli gördüğümüz bir kaçma işaret etmekle yetineceğiz.
Yukarıda bir nebze temas ettiğimiz gibi, bazı âlimler sünnetle hadis arasında bir ayrıma gitmekte iseler de, genel olarak sünnet ile hadisin birbirinin mürâdifi olduğu görüşü daha çok benimsenmekte-dir. Durum böyle olunca hadislerin Kur'an'a arzı ile ilgili olarak nakledilen ve bazı çevrelerin sıkça bahsettiği bir rivayeti ele almamız ge-rektiği kanaatindeyim. Çünkü Kur'an ve Sünnet bütünlüğünün önemli yönlerinden birinin, sünnetin ve hadislerin Kur'an'a arzı ol-ması gerektiğini düşünmek tabiîdir. Bu rivayete göre Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz sifer benden sonraya kalacaksınız. Size benden bir şey gelince onu Allah’ın Kitabı'na adediniz- Eğer ona uygunsa alınız, muhalifse benden değildir" (138). Bir başka rivayet şekli de şöyledir: Sevbân'dan nakledildiğine göre, Resûlullah şöyle buyurmuştur: "Benden size gelen şeyleri Allah ’ın Kitabı ’na arzediniz- Eğer Allah’ın Kitabına uygunsa onu ben söylemişimdir; şayet muha-lif se ben söylememişimde (139). İlk bakışta böyle bir hadisin bu-lunması insana gayet makul ve mantıklı görünebilir. Fakat konu de-rinliğine düşünülüp ele alındığında ve Resûl-i Ekrem'in dindeki konumu hesaba katılınca meselenin bir arka plânının bulunması gerektiğinin gözden uzak tutulmaması icap eder. Bir insana hem bir takım yetkiler verilmesi, hem de bu yetkiyi kullanamazsın denilme-sinin abesliği hesaba katılmalıdır. Bu yetkiyi veren Allah Teâlâ olunca, O'na abes isnad edilmesinin abesliği anlaşılmış olur. Nitekim akim kanunlarına uygun olmayan bu durum, naklin kanunlarına göre de bu ve benzeri hadislerin hiçbirinin muteber kaynaklarda yer alma-ması suretiyle teyid edilmiş olmaktadır. İmâm Şafiî bu konuda şöyle der: "Bir kişi dese ki: Sen, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in "Benden size gelen bir rivayeti Allah’ın Kitabı'na arzediniz---" buyurduğunu rivayet eden kimseye bir hüccet bulabildin mi?" Ben derim ki: "Küçük veya büyük, önemsiz veya önemli bir hususta hadisi sabit olan hiçbir kimse bunu rivayet etmemiştir. Bu, mechûl bir kişiden ge-len munkatı’ bir rivayettir. Biz, hiçbir konuda buna benzer bir rivayeti kabul etmeyiz" (140).
Cerh ve ta'dîl ilminin önde gelen imamlarından sayılan kişiler bu rivayetin uydurma olduğunu söylemişlerdir. Yahya İbn Maîn (ö.233/847) "Şüphesiz bu Zenâdıka fırkasının uydurduğu bir sözdük' der (141). Abdurrahman İbni Mehdî (ö.198/813) de aynı kanaatte olup, "Zenâdıka ve Havâric bu hadisi uydurmuşlardır" (142) hükmünü verir. İlim ehlinden sayılan bütün araştırıcı âlimler bu rivayetin sahih olamayacağı inancındadırlar. Onlara göre bu rivayetin bizzat kendisi Kur'an'a muhaliftir. Çünkü böyle bir hadis Haşr Sûresinin 7, Âl-i İmrân sûresinin 31 ve Nisa sûresi'nin 80'inci âyetleriyle çelişmektedir (143). Hattâbî (ö.388/998 )'ye göre, hadisin
Kur'an'a arzedilmesine ihtiyaç yoktur; çünkü Resûlullah (s.a.v.)'den geldiği ke-sinlikle sabit olan sünnetin ve hadisin bizzat kendisi başlı başına bir delildir. Hadisin Kur'an'a arzı ile ilgili hadis Şamlıların bir rivayeti olup Yezîd İbn Rebîa Ebü'l-Eş'as Sevbân tarikiyle gelmiştir. Hadisin ravilerinden Yezîd İbn Rebîa mechûl bir ravi olup Ebü'l-Eş'as'dan ha-dis işittiği bilinmemektedir. Buhârî, onun hadislerinin münker olduğunu söyler. Nesâî, metruktür derken, Ebû Hatim zayıf bir ravi olduğunu belirtir (144). Ebü'l-Eş'as ise Sevbân'dan rivayette bulunmamıştır. Onun Sevbân'dan rivayeti, Ebû Esma er-Rahabî tarikiyledir; dolayısıyla bu senette ittisal bulunmamaktadır. Hadisin diğer tariklerinden de sahih olanı bulunmamaktadır. Seneddeki ravilerden bir kısmı kezzâb olarak bilinen, bir kısmı da yalancılıkla itham edi-len veya metrûkü'l-hadis olarak nitelendirilen kişilerdir (145). Ayrıca bu hadis, sahih tarikle gelen ve sünnete uymanın zarûrîliğinden bah-seden bir çok rivayete aykırıdır. O rivayetlerin bir kısmına aşağıda ayrıca temas edilecektir. Ahmed Muhammed Şâkir, bu mânâda hiçbir sahih ve hasen hadis bulunmadığını, bu konuda gelen bütün lâfızların ya tamamen uydurma, ya da son derece zayıf olduğunu, on-ların hiçbirinin ihticâca veya istişhâda elverişli olamayacağını söyler (146). İbn Hacer, hadisin geliş tariklerinin hepsi hakkında söz söylenildiğini belirtirken, Sağânî bunun uydurma bir rivayet olduğu hükmünü verir (147).
Arz hadisi diye bilinen bu rivayetlerin sahih olmayışı, Hz. Pey-gamber'in hadislerinin Kur'an'a arzedilmesinin ve herhangi bir rivayetin Kur'an'a aykırılığı sebebiyle mevzu sayılmasının önünde bir engel teşkil etmez. Zira bir rivayetin sahih sayılmasının ilk ölçüsü onun Kur'ân'ın sarih nassına aykırı olmaması gerektiğidir. Resûl-i Ekrem'den sahih olarak geldiği sabit olan bir haberi kabul etme mec-buriyeti vardır. Ondan geldiği sabit ve sahih olan bir haber, bize ilk bakışta Kur'an'a aykırı intibaı verebilir. Gerçekte ise onun Kur'an'a aykırılığı söz konusu değildir. Yani her bir haberi Kur'an'a doğrulatmak veya Kur'an'da o haberin aynısını aramak gibi bir mantık geçerli olamaz. Saîd İbn Cübeyr (ö.95/714 )'in belirttiğine göre, bir gün kendisi Nebi (s.a.v.)'den bir hadis nakletmişti. Bir adam, bunun Allah'ın Kita- bı'na muhalif olduğunu söyledi. Bunun üzerine Saîd: "Dikkatli ol! Ben sana Resûlullah (s.a.v.)'den bir hadis nakle-diyorum; sen onu Allah’ın kitabına arzediyor, onunla çeliştiğini söylüyorsun. Allah’ın Resulü (s.a.v), Allah’ın Kitabı'nı senden daha iyi biliyordu" dedi (148).
B. Hz. Peygamber'e Kur'an Ve Birlikte Benzerinin Verildiği
Mikdâm İbn Ma'dîkerib'den rivayet edilen bir hadise göre, Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Dikkatinizi çekerim! Bana Kur’an’la birlikte onun benzeri de verildi. Dikkat ediniz! Yakında rahat koltuğuna kurulmuş karnı tok saygısız bir adam şöyle der: Size bu Kur’an yeter; onda neyi helâl bulursanız helâl kabul ediniz; neyi de haram bulursanız haram kabul edinip (149). "Şüphesiz Resûlullah (s.a.v)'in haram kıldıkları da Allah’ın haram kıldığı gibidir" (150). Peygamber Efendimiz bu rivayetlerin bazısında kendisinin haram kıldığı şeylerin bir kısmını da saymıştır.
Hattâbî, Kur'ân'ın Cebrail tarafından peygambere indirilip oku-nan bir vahy-i zahir, bu hadiste bahsedilen Kur'an dışında Peygamberimiz'e verilenle kastedilenin ise Cebrail'in getirdiği fakat Kur'an olarak okumadığı vahy-i bâtın olduğunu söyler. Ona göre bir başka ihtimal de, vahiy olarak verilenin Kur'an, onun dışında verilenin Kur'ân'ın beyânı, açıklanması görevi olduğudur (151). Esasen bu görevi peygambere verenin Cenâb-ı Hak olduğunu Kur'an kesin bir ifadeyle bildirir (152). İşte bu sebeple Sünnet, Kur'ân'ın bir beyanı olduğu için ve beyânın unsurlarından biri de Kur'an'da hakkında hüküm bulunmayan konularda Allah Teâlâ'nın Resulüne hükmetme yetkisi vermesi olduğundan dolayı, Yahya İbni Ebî Kesîr'in: "Sünnet, Kur’an üzerine hüküm koyucudur; fakat Kur’an Sünnet üzerine hüküm koyucu değildi^' (153) sözü, bazı kimselerin zannettiği gibi Sünnet'i değil, Kur'ân'ı en üstün ve aşılmaz öncü tutmanın delilidir. Allah'ın, Hz. Peygamber'e bu yetkiyi kesin olarak verdiğini ortaya koyan âyetlere önceki bölümde işaret etmiş ve beyânın neleri kapsadığım da kısa örneklerle ve anahatlarıyla açıklamıştık.
Şu halde Hz.Peygamber'den bize sahih tarikle ulaşan ve sahabe asrından bu yana ümmetin kabulüne mazhar olmuş sünnet ve hadisler, verilen bu yetkinin kullanılmasının yansımalarından ibarettir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, sünnetin bu önemi sebe-biyle İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu onun vahyin bir çeşidi olduğu görüş ve kanaatindedirler. İbni Hazm (ö.456/1062 ), "biz sadece Kur'an'da bulduğumuzu alır, onunla amel ederiz" diyerek sünneti dışlamaya kalkan bir kimsenin kâfir sayılacağı hususunda ümmetin icmâı olduğunu söyler. Böyle düşünen bir kimseye, zeval ile akşam arasında bir rek'at, fecrin doğuşu ile de başka bir rek'at namaz olarak yeterlidir. Çünkü sadece Kur'an'dan anlaşılan namaz bu kadardır. Namaz denilmesi için de en az bir rek'at kılınması kâfidir. İbn Hazm'ın beyanına göre böyle düşünen ve böyle söyleyen bir kimse, şirke düşmüş bir kâfirdir. Onun kanı ve malı helâldir. Kâfirliklerinde ümmetin ittifak ettiği müfrit Râfizîler'den başka böyle düşünen yoktur (154). Hassan İbn Atiyye (Ö.120/738'den sonra) de: "Cibril, Resûl-i Ekrem'e Kur'ân'ı indirdiği gibi Sünnet'i de indiriyordu" (155) demiştir. Bu cümleden olmak üzere, Resûl-i Ekrem Efendimiz'in pek çok kazâ hükümleri ve fetvalarının olduğu, ictihad ve kıyaslarının bulunduğu bilinen bir gerçektir. Hattâ bu konuların ayrı ayrı her birine tahsis edilmiş ve mukaddem dönemden itibaren teklif edilmeye başlanılmış müstakil kitaplar vardır. Ümmetin âlimleri bunların her birini büyük bir hassasiyetle korumuşlardır.
C. Kur'ân'ın Yanında Sünnet ile de Hükmetmenin Gerekliliği
Kur'an ve Sünnet'in biribirinden ayrılmazlığının bütün mezhep-ler ve cumhuru ulemânın genel kabullerinden sayıldığını daha önceki kısımda konuya delâlet eden âyet ve hadislerin ışığında ortaya koy-maya çalışmıştık. Durum böyle olunca, Hz. Peygamber'in sünnetinin Kur'ân'ın yanında dinin ikinci temel kaynağını teşkil ettiği hususun-da müslümanlar arasında ittifak olduğu söylenilebilir. İstisnaların kaideyi bozmayacağı gerçeği burada da hatırlanmalıdır. Dolayısıyla sünnet, Kur'an'dan sonra dînî ahkâmın en önemli kaynağıdır. Resûl-i Ekrem'in uygulamalarında bunun pek çok misallerini gördüğümüz gibi, istisnasız bütün mezheplerin fıkhında da sayısız örneklerini bulmak mümkündür. Çünkü sünnetle hükmetme gereğini sahâbîlere bizzat öğreten ve onları bu yönde eğiten Peygamber Efendimiz olmuştur. Kendisinden sonra hulefâ-i râşidîn ve seçkin sahâbîler bu yolda yürümüş, sonraki nesillere örnek olmuşlardır. Ümmetin imam-ları ve âlimleri de onların yolunu takip etmişlerdir.
Peygamberimiz, Muaz İbn Cebel'i Yemen’e görevli olarak gönderirken aralarında şu konuşma geçmişti:
-Sana, hakkında hüküm vermen gereken bir mesele argolunduğunda nasıl hüküm verirsin?
-Allah’ın Kitabı'nagöre hüküm veririm.
-Şayet Allah'ın Kitabında bulamazsan?
-Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetiyle hükme-derim.
-Ne Allah'ın Kitabında ne de Resulullah’ın sünnetinde bula-magsan?
-Kendi reyimle ictihad ederim.
Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Resulullah’ın elçisini muvaffak kılan Allah'a hamdederim" (156)
Senedi itibariyle muttasıl olmayan bu hadis, ihticaca ehil bir rivayet olarak kabul edilmiştir. Çünkü bu hadisin muhtevasını teyid edici başka sahih rivayetler vardır. Herhangi bir yere görevli gönderilen başka sahâbîlerin uygulamalarının da aynı istikamette olduğunu görmekteyiz. Öte yandan bütün râşid halifelerin uygula-ması Kur'an'da hakkında hüküm bulunmayan konularda sünnete başvurmak şeklinde olmuştur. Bu açıdan Hz. Peygamber'in şu emri dikkat çekicidir:
"Sizin üzerinize gerekli olan benim sünnetime ve doğru yolda olan râşid halifelerin sünnetine uymaktır; sünnete sımsıkı sarıknıf (157). Peygamberimiz bu sözlerinin başlangıcında ashâb-ı kirama Allah'tan gerektiği şekilde korkmayı, iyice dinleyip güzelce itaat etmeyi, başlarına Habeşli bir köle bile emir tayin edilse ona itaatten geri kalmamayı tavsiye etmiştir. Sonra da böyle yapmayanların bid'ata düşmüş olacaklarına dikkat çekmişlerdir. Şu halde sünneti kabul etmemek bid'atı geçerli saymak demektir. Bidatin ise sapıklık olduğu bilinen bir gerçektir. Bir toplum dinlerinde bid'ata düşerlerse, Allah Teâlâ onları sünnetlerden uzaklaştırıp mahrum bırakır da, artık o sünnet kıyamet gününe kadar kendilerine geri dönmez (158). Bu sebeple Islâm âlimleri toplumda sünnetlerin uygulanıp yaygınlık kazanmasını bid'atların önlenmesinin en sağlıklı yolu olarak kabul etmişler ve bu yönde ellerinden gelen bütün gayreti göstermişlerdir.
Kur'an'dan sonra Sünnet'in esas alınması gerektiği yönündeki uygulama her zaman geçerliliğini korumuştur. Nitekim Kâdî Şüreyh (Ö.78/697), Halife Ömer İbn Hattâb'a hüküm verme hususunda nasıl bir hiyerarşi takip edeceğini sorduğunda, halife kendisine yazılı ola-rak bildirdiği talimatında öncelikle Kur'an'la, onda bulamazsa Hz.Peygamber'in sünneti ile, orada da bir hüküm yoksa ümmetin üzerinde icmâ ettiği görüşle, bunların hiçbirinde yoksa daha önce bu konuda râşid halifelerin ve salih nesil olan sahâbîlerin verdiği bir hüküm varsa onunla hükmetmesini veya ictihad yapmasını, netice itibariyle bekleyip kalmamasını emretmiştir (159).
Hz. Peygamber, sünnetinden yüz çevirenin kendisinden yani İslâm ümmetinden sayılmayacağını sarahatle belirtmiştir (160). Bu belirlemenin evlenmekle ilgili bir tutum neticesinde söylenilmiş ol-ması, başka sünnetlere şamil kılınmasına engel teşkil etmez; aksine bütün sünnetler bu genellemeye dahil edilebilir. Nitekim bu sözün söylenilmesine sebep olan hadiste sahâbîlerden bir kısmının evlen-memeyi, bir kısmının et yememeyi, başka bir kısmının uyumamayı, bir grubun da iftar etmeksizin oruç tutmayı adadıklarını görmekte-yiz. Resûl-i Ekrem ise bunların hiçbirini kendisinin tasvip etme-diğini, yani bu tavır ve davranışlarının sünnetine uymadığını ve ken-di yoluna uymayan kimselerin, sünnetine aykırı davranmış olacak-larını hatırlatmıştır. Sünnetten yüz çevirmek, peygamberi hesaba katmamak ve ümmetinden olmayı kabullenmemek anlamına gelir.
D. Doğruyu tespit ve Sapmayı Önlemede Kur'an İle Sünnet Müşterekliği
Dinin gayesi ve hedefi insanlara istikamet göstermek ve onları hidâyete ulaştırmaktır. Bunu sağlayan Kur'an ve Sünnet'tir. Nelerin doğru sayılacağını öğrenmek ve kabul edip uygulamak bu iki ana kaynak sayesinde mümkün olduğu gibi, bir takım sapmaları tespit ve önlemede de Kur'an ile Sünnet müşterektir. Bunu en açık biçimde ifade eden hadislerinden birinde Peygamber Efendimiz şöyle buyu-rur: "Sizin aranızda iki şey bıraktım. Bu ikisine sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz: Allah’ın Kitab'ı ve benim Sünnetim" (161). Bu hadis, Kur'an ve Sünnet'in doğrudan veya dolaylı olarak ihtiva ettiği pek çok âyet ve hadis nassının bir özeti ve formüle edilmiş ifadesidir. Aynı zamanda, Hz. Peygamber'in sünnetinin Kur'ân'ın hayata yansımış şekli olduğu yönündeki anlayışın ne kadar isabetli ve doğru olduğunun da bir göstergesidir. Abdullah İbn Mes'ûd'dan gelen bir rivayete göre esasen Resûl-i Ekrem (s.a.v.) na-mazlarında teşehhüdden sonra şöyle buyururlardı: "Sözün en güzeli Allah'ın sözüdür; hidâyetin en güzeli de Hz. Muhammed'in takip edip uyguladığı yoldur" (162). Allah'ın sözünden maksadın Kur'an olduğu açıktır. Hz. Muhammed'in takip ettiği hidâyet yolu ise onun sünneti diye adlandırılır. O yolun Kur'ân'ın yolundan başka hiçbir şey olma-yacağı daha önce âyetlerle ortaya konulmuştu. Bu yolun hem teorik anlatımı hem de uygulanış şekli bize en sahih tariklerle ulaşmış bu-lunmaktadır. Hadisler arasında zayıf ve mevzu rivayetler bulunması, bu yolun değerini sadece daha çok yüceltir; çünkü makbul sayılanlar dışındaki rivayetlerin bir kıymetinin olmadığı bütün ulemânın üzerinde ittifak ettikleri bir husustur. Yani, hadisler arasında zayıf ve uydurma olanlar vardır; o halde rivayetlere güvenilmez demenin akıl ve mantıkla bağlantısı kurulamaz; zira o rivayetlerin değerini veya değersizliğini ortaya koyanlar öncelikle bu ilmin en önde gelen muhaddis imamlarıdır. Kaldı ki bu rivayetlerin her biri ilmî kurallar içinde kalınmak şartı ile her zaman olduğu gibi günümüzde de, gele-cek zamanlarda da değerlendirmeye açıktır.
Abdullah İbn Mes'ûd şöyle der: "Şüphesiz sözün en güzeli Al-lah’ın Kitabı, hidâyetin en güzeli de Muhammed (s.a.v.)in hidâye-tidir. İşlerin en kötüsü sonradan ortaya çıkarılan bid'atlardır.” Sonra da şu âyeti okurdu: "Size va'dedilen muhakkak gelecektir; siz onun önüne geçemezsini"' (Enam sûresi 6), 1341 (163). Bazı kaynaklarda onun bu sözü hep tekrarladığı, özellikle cuma akşamları veya perşembe günleri konuşmalarında hatırlattığı haber verilir (164). Abdullah'ın üzerinde önemle durduğu ve sıkça tekrarladığı anlaşılan bu sözlerin Resûl-i Ekrem Efendimiz'in hatırlatmalarının bir tekrarı veya İslâm toplumuna sürekli hatırlatılması gereken bir prensip olduğu söylenebilir. Çünkü başka sahâbîlerin de benzer söz ve davranışlarına şahit olmaktayız. Meselâ Hz. Ömer: "Kur’ân’ı öğrendiğiniz gibi ferâizi ve sünneti de öğreniniğ' (165) der. Yine onun şu sözü çok önemlidir: "Bir topluluk gelecek, onlar sizinle Kur’an’m müteşâbihlerini öne çıkararak mücadele edecekler. Sünnetlerle onlara karşı koyunuz- Çünkü sünnetleri iyi bilip uygulayanlar Allah’ın kitabını en iyi bilenlerdir' (166).
Bir çok sahâbînin kişilerin davranışlarında ve toplumda gördükleri yanlışları düzeltirken onlara Kur'ân'ın yanında Hz. Pey-gamber'in sünnet veya hadislerini de delil getirmeleri, bu iki kaynağı birbirinden ayrılmaz gördüklerinin önemli göstergelerinden biridir. İslâm âlimleri başta olmak üzere ümmetin dînî hassasiyete sahip bütün fertleri bu gerçeği böylece kabul edip bir hayat düsturu haline getirmişlerdir. İmâm eş-Şâfiî'nin, er-Risâle ve Cimâu'l-ılm adlı eser-lerinde sünnet ile ilgili olarak ortaya koyduğu yaklaşım, o güne kadar İslâm toplumu- nun genel kabulüne mazhar olmuş doğru anlayışın, yanlışta ısrar eden kişi veya anlayışa karşı kapsamlı, susturucu, fa-kat munsif, mantıklı, ilmî ve ahlâkî bir cevabı niteliğindedir. İmâm eş-Şâfiî'den önceki dönemde, özellikle hicrî ikinci asırda yaşamış olan ulemânın bu yöndeki tutum ve davranışlarının da onun seslen-dirdiği anlayıştan çok farklı olmadığı söylenilebilir. Çünkü onların bu yöndeki referansları sahâbî ve tabiîn dönemidir.
E. Sünnetin ve Hadislerin Tebliğinin Emredilmiş Olması
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in kendisine inzal olunan Kur'an sûre ve âyetlerini aynen Cebrâil (a.s.)'dan aldığı gibi tebliğ ettiğini ve ayrıca sayıları hiç de az sayılmayacak kadar çok olan vahiy kâtiplerine yazdırdığını biliyoruz. Başlangıçta sünnetin ve hadislerin yaygın ola-rak yazılmadığını, hatta yazılmalarının yasaklandığını da bir takım rivayetlerden öğrenmekteyiz. Şu kadar var ki, bu genellemenin dışında tutulan sahâbîler de olmuştur. Meselâ, Abdullah İbn Amr bu özellikli sahâbîlerden biridir. Hz. Peygamber'in yasaklamasına rağmen onun hadisleri yazmasına Kureyşliler karşı çıkınca, Abdul-lah yazmaktan vazgeçmiş ve durumu Resûl-i Ekrem'e de bildirmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz ağzına işaret ederek: " Yaz! Canımı gücü ve kudretiyle elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, bura-dan haktan başka bir şey çıkmaz" buyurarak onun yazmaya devam etmesini istedi (167). Bu özel izin, Abdullah'ın Kur'an ile Sünnet'i ayırabilecek kabiliyet ve kapasitede bir sahâbî olmasıyla açıklanır. Daha sonraları yazma izninin umûmî bir şekil aldığı da kaynakların bize verdiği bilgilerden anlaşılmaktadır.
Unutmamak gerekir ki, o günün şartlarında ve toplumun ge-leneğinde sözlü rivayetler büyük bir önem taşımakta ve bir bilgiyi be-nimsemenin, özümsemenin delili kabul edilmektedir. Sünnet ve ha-dis malzemesinin daha İslâm'ın ilk günlerinden itibaren hafızada güzelce korunmasının ve sözlü olarak nakledilmesinin Peygamberi-miz tarafından emredildiği sahih rivayetlerden öğrendiğimiz bir başka gerçektir. Böylece, hem Allah kelâmı olarak Kur'ân'ın, hem de Hz. Peygamber'in söz ve uygulamaları olarak Sünnet'in tebliğinin ge-rekliliği ve ayrılmazlığı vurgulanmış olmaktadır. Bu konudaki hadis-lerden sadece dikkat çekici bir kaç örnekle yetineceğiz. Çünkü bu konu, hem Sünnet'in Kur'ân'ın yanındaki mevkii ve değerini, hem de dinin tebliğinde Kur'an'dan ayrı düşünülmemesi gereken bir temel unsur olduğunu göstermektedir. O günün Arap toplumunda sözlü rivayetlerin ne kadar yaygın ve güvenilir kabul edildiği asla hatırdan çıkarılmamalıdır. Çünkü Arap toplumunun tarihi, edebiyatı, şiiri başta olmak üzere bütün bilgi alanları hafızaya ve sözlü nakle dayanmaktadır.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Binden bir söz işitip, o sözü aynen işittiği gibi koruyan ve başkalarına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ak etsin" (168) Bu hadis, çeşitli ifade tarzları ve farklı bilgi-leri ihtiva etmek üzere Abdullah ibn Mes'ud, Zeyd İbn Sabit, Enes İbn Mâlik, Cübeyr İbn Mut'im gibi sahâbe-i kiramın ileri gelenleri ta-rafından rivayet edilmiştir. Sahâbîler peygamberlerinin bu duasına nail olmak arzusuyla ondan görüp işittiklerini eksiksiz rivayet etmek için bütün gayretlerini sarfetmişlerdir. Onlar, naklettikleri bilginin sıhhatine kesin olarak kâni olmadıkça, hadis ilmindeki ifade tarzıyla tesebbüt vâki olmadan bir haberi nakletmemişler; sahabe-nin büyük çoğunluğu çok az rivayette bulunmuş, yine ilmî söyleniş biçimiyle iklâle a'zami derecede riâyet etmişlerdir.
Peygamber Efendimiz'in bir başka talimatı şöyledir: "Sizden bir haberi görüp işitmede hazır bulunanlar, orada bulunmayanlara tebliğ edip ulaştırsın. Umulur ki kendisine bir haber ulaştırılan kimse, onu, işitenden daha iyi ezberleyip koruyabilir'1 (169). Pey-gamberimiz, hayatının en kalabalık insan topluluğuna hitap etme imkânı bulduğu Vedâ haccı hutbesinde de, orada bulunanların bulu-namayanlara kendisinin sözlerini ulaştırmasını emretmişti. Bir önceki hadis gibi bu hadisi de sahâbe-i kiramın önde gelenlerinden pek çokları Peygamberimiz'den rivayet etti. Sadece rivayet etmekle kalmayıp, Resûl-i Ekrem'in sünnet ve hadislerini işitmeyenlere duyurma ve bilmeyenlere öğretme yönünde bu günün gelişmiş teknik imkânları ve ulaşım kolaylıkları içinde dahi yerine getirilmesi güç görünen ve insanı şaşırtacak derecede geniş bir coğrafyayı kapsayan ilim seferberliğine çıktılar. Bu sayede Kur'an ile birlikte Sünnet ve hadisler de İslâm coğrafyasının her yerinde yaygınlık kazandı.
Şayet Sünnet ve hadisler Kur'ân'ın yanında önemli ve lüzumlu olmasaydı, Hz. Peygamber sahâbîlere ve ümmetine konu ile ilgili olarak bu kadar sıkı tenbihlerde bulunmaz, ashâb-ı kiram da hayat-ları boyunca günümüzde bile gıbta ve hayranlıkla karşılanan ilmî gayretler içinde olmazlardı.
Kur'an ve Sünnet'in birbiriyle ilişkisi ve bütünlüğünü ele al-maya çalıştığımız bu tebliğde, yine bu iki temel kaynağın malzeme-lerinden konuyla ilgili görülen âyet ve hadislerin, sadece delil niteliği taşıdığı kabul edilen bir bölümüne yer verebildiğimizi tekrar ifade etmeliyiz. Kur'ân'ın daha bir çok âyeti ile Hz. Peygamber'in pek çok hadislerinin konumuzla doğrudan ilgili olduğunu belirtmek gerekir. Ayrıca sahabe başta olmak üzere, İslâm âlimlerinin konuyla ilgili görüş ve düşünceleri de üzerinde durulmaya değer niteliktedir. Ancak bir tebliğin bütün bu boyutları kapsaması beklenemez. Kanaatimiz-ce bu yönde bazı güzel örnekleri bulunan ve bundan sonra devamını temenni ettiğimiz müstakil çalışmalar, ilim hayatımıza önemli katkılar sağlayacak ve sünnetin Kur'ân'ın yanındaki konumu ve değeri ile ilgili görüş ve düşünceleri daha sağlam zeminde konuşup değerlendirme imkânı verecektir.
Kur'an ve Sünnet'in açık nasları ışığında ele almaya çalıştığı-mız bu kısa çalışmadan şu sonuçları çıkarmak mümkündür:
1. İslâm'ın gerektirdiği iman, Hz. Peygambere ve onun getirdiklerine inanmayı, peygambere itaat ve ittiba etmeyi, karşı çıkmama ve muhalefet etmemeyi zorunlu kılar.
2. Cenâb-ı Hak, bir çok âyet-i kerîmede ümmetin Hz. Peygam-bere uymasını ve onun sözünü alıp uygulamasını, onu örnek edinme-sini emretmiştir. Bu emrin içine peygamberin sünnetinin dâhil olduğunda ümmetin icmâının olduğu söylenebilir. Esasen başta mu- haddislerin büyük bir hassasiyetle tespit edip ortaya koyduğu zayıf ve uydurma bir takım rivayetlerin varlığı öne sürülerek bu genel prensibi aşmaya çalışmak, ümmetin büyük çoğunluğunun üzerinde ittifak ettiği tevhid akidesini ve din olarak hayatına uyguladığı amelî birliği ortadan kaldırır; inanç ve amelde bir takım bid'atlara sürüklenmesine vesile olur.
3. Sahih sünnetle amel etmek, Kur'an ile amel etmek anlamına gelir. Çünkü dinin hükümlerinin ve bu hükümlerin hayata nasıl uygu-lanacağının bilgisini tamamen Kur'an'dan anlayıp öğrenmek müm-kün değildir. Bu konuda sünnetin yol göstericiliğine ihtiyaç vardır. Unutmamak gerekir ki, Hz. Peygamber'in din olarak açıklayıp ortaya koyduğu ve uyguladığı hükümler Allah'ın emriyle olmuştur. Bunun aksini düşünmek, peygamberlik müessesesini tanımamak anlamına gelir. Çünkü peygamberler, peygamberlik vasıflarıyla masumdurlar.
4. Sahih sünnet, müstakil olarak dinde hüküm kaynağıdır. Hz. Peygamber'in getirmediği ve tasvip etmediği, insanların kendi hevâ ve heveslerine göre icad edip ortaya koydukları şeyler bid'attır ve bütün bid'atlar merduttur, kabul edilmez. bid’atın her çeşidini önlemenin yolu sünneti ihya edip yaşatmaktır.
5. Hz. Peygamber'in emrettikleri ve nehyettikleri, Allah'ın emre-dip nehyettikleridir. Çünkü bir peygamberin bunun aksini yapması düşünülemez. Böyle bir anlayış ve davranışı peygamberlik vasfıyla bağdaştırmak mümkün değildir.
6. Sünnet ve hadislerin güvenilirliği ile ilgili araştırmalara her asırda büyük bir önem verilmiştir. Günümüzde de bu yönde yapı-lacak ilmî çalışmalara son derece ihtiyaç vardır. Sünnet gerçeğini toplumda canlı tutmanın yolunun bu olduğu kanaatindeyiz. Hz. Peygamber'in sünnetini ve hadislerini iyice hıfzedip, koruyup başka-larına tebliğ edenlere yönelik emirleri, tavsiyeleri ve dualarının ümmetin bu yönde gayret gösteren bütün fertlerine şâmil olduğu inancındayız. Bu inanç, bizi sünnet ve hadis uğrunda gücümüz nisbetinde çalışmaya sevkeden en büyük âmildir.
.Dipnotlar
1. et-Teğâbün (64), 8.
2. el-A'râf (7), 158.
3. el-Feth (48), 8-9.
4. el-Feth (48), 13.
5. el-Buhârî, Muhammed İbn İsmâîl, el-Câmiu's-sahîh, İstanbul (ofset), b.t.y., Zekât 1, İstitâbe 3, İ'tisâm 2; Ebu'l- Hüseyn Müslim İbn Haccâc, el-Câmiu's-sahîh, el-Kâhira, 1374/1955, nşr. Muhammed Fuâd Abdülbâkî, İmân 32-33; Ebû Dâvûd, Süleyman İbnu'l-Eş'as, es-Sünen, Beyrut, b.t.y., Zekât 1; et-Tirmizî, Ebû îsâ Mu-hammed İbn îsâ, es- Sünen, el-Kâhira 1356, nşr. Ahmed Muhammed Şâkir, îmân 1; en-Nesâî, Ebû Abdirrahmân Ahmed İbn Şuayb, es -Sünen (bı şerhı’l-Hâfız Celâlüddın es-Süyûtî ve Hâşıyetı'l- İmâm es-Sindî), Beyrut, 1414/1994, Zekât 3, Cihâd 1. Bu konuda-ki çeşitli rivayetleri bir arada görmek için bk. İbn Receb el-Hanbelî, Câmiu'l-ulûm ve'l-hıkem, Beyrut, 1413/1993, thk.Şuayb el-Arnaût ve İbrahim Bâcis, I, 226237.
6. Müslim, îmân 1, 7; Ebû Dâvûd, Sünnet 17; et-Tirmizî, İmân 4; İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed İbn Yezîd, es-Sünen, el-Kâhire,1952, nşr. Muhammed Fuâd Abdülbâkî, Mukaddime 9.
7. el-Buhârî, îmân 12; Müslim, îmân 19-22; et-Tirmizî, îmân 3;
en-Nesâî, îmân 13.
8. Meselâ, bk. Âl-i İmrân (3), 179; en-Nisâ (4), 136, 170; en-
Nûr (24), 47, 62; el-Hadîd (57), 28.
9. Ebu'l-Bekâ, Eyyûb İbn Mûsâ, el-Külliyât, Beyrut,
1413/1993, thk. Adnan Derviş ve Muhammed el-Mısrî, s. 583; er-Râgıb, el-Huseyn İbn Muhammed el-İsfehânî, el- Müfredât, Beyrut, 1412/1992, s. 529-530.
10. el-Enfâl (8), 20-22.
11. Yazır, Elmalık M. Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, sadeleşti- renler: İsmail Karaçam ve arkadaşları, İstanbul, b.t.y., II, 343.
12. Âl-i İmrân (3), 32.
13. el-Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed İbn Ahmed, el-
Câmî' li ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1408/1988, IV, 40.
14. Yazır, II, 343.
15. el-Kâsimî, Muhammed Cemâlüddîn, Mehâsinu't-te'vîl, el- Kâhira, 1376/ 1957, thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî, III, 828.
16. el-Buhârî, İ'tisâm 20, Büyü' 60, Sulh 5; Müslim, Akdiye 1718; Ebû Dâvud, Sünnet 5; İbn Mâce, Mukaddime 2.
17. Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, Beyrut (ofset), b.t.y., II, 361; el-Buhârî, İ'tisâm 2.
18. en-Nisâ (4), 80.
19. el-Feth (48), 10.
20. en-Nisâ (4), 64.
21. eş-Şuarâ (26), 108.
22. Farklı rivayetleri için bk. el-Buhârî, Cihâd 109, Ahkâm 1, İ'tisâm 2; Müslim, İmân 32-33; en-Nesâî, Bey'at 27; İbn Mâce, Mukaddime 1, Cihâd 39.
23. Âl-i İmrân (3), 132.
24. en-Nûr (24), 54.
25. en-Nisâ (4), 69.
26. en-Nisâ (4), 13.
27. el-Enfâl (8), 1.
28. el-Ahzâb (33), 71.
29. el-Hucurât (49), 14.
30. er-Râgıb, a.g.e., s. 162-163. 23. Âl-i İmrân (3), 132.
31 .Âl-i İmrân (3), 31.
32. Muhammed Habîbullah Muhtar, es-Sünnetü'n-nebeviyye ve mekânetuhâ fi dav'i'l-Kur am'l-Kerîm, Pakistan,
1407/1986, s. 36.
33. el-A'râf (7), 157.
34. el-Kasas (28), 50.
35. el-En'âm (6), 106. Ayrıca bk. Yûnus (10), 109; el-Ahzâb (33), 2.
36. el-Ahzâb (33), 21.
37. el-Kurtubî, XIV, 102-103.
38. Yazır, VI, 307.
39. en-Nûr (24), 63.
40. es-Süyûtî, Celâlüddîn Abdurrahmân, Mıftâhu'l-cenne fi’l- ıhtıcâcı bı’s-sünne, Beyrut, 1407/1987, thk. Mustafa Abdülkâdır Atâ, s. 64.
41. Mesl. bk. el-Kâs’’mî, Muhammed Cemâlüddîn, Kavâıdü’t- tahdîs mın fünûnı mustalahı’l-hadîs, el-Kâhıra, b.t.y.thk. Muhammed Behcetü’l-Baytâr, s. 52-53
42. en-Nısâ (4), 115. Ayrıca bk. el-Enfâl (8), 13; el-Haşr (59), 4.
43. el-Mücâdele (58), 5. Ayrıca 20. âyete de bk.
44. el-Ahzâb (33), 36.
45. Mesl. bk. en-Nısâ (4), 14, 65; en-Nûr (24), 63; el-Cın (72), 23.
46. el-Kâsımî, XIII, 4862-4863.
47. el-Mâıde (5), 92. Ayrıca bk. el-Enfâl (8), 20; en-Nûr (24), 54; et-Teğâbün(64), 12.
48. en-Nûr (24), 47.
49. el-Furkân (25), 27.
50. el-Ahzâb (33), 66.
51. en-Nısâ (4), 42.
52. en-Nısâ (4), 65.
53. el-Kurtubî, V, 173.
54. Bılgı ıçın bk. el-Kâsımî, V, 1368-1369. İslâm âlimlerinin âyetten ıstınbat ettığı hükümler ıçın bk. a.g.e., V, 13611382.
55. en-Nısâ (4), 59.
56. ez-Zemahşerî, Cârullah Mahmûd İbn Umer, Tefsîrül- keşşâf, el-Kâhıra, 1397/1977, thk. Muhammed Mursî Âmir, I, 252.
57. el-Buhârî, ılm 39.
58. Bılgı ıçın bk. el-Kurtubî, V, 168-169; el-Kâsımî, V, 1346.
59. el-Buhârî, İ’tısâm 2; Müslim, Fezâıl 130, Hac 412; en- Nesâî, Hac 1; İbn Mâce, Mukaddıme 1.
60. Ebû Dâvud, Sünnet 6; et-Tırmızî, Ilm 10; İbn Mâce, Mukaddime 2.
61. Bk. et-Tırmızî, Ilm 10.
62. Bk. Ebû Dâvud, Sünnet 6.
63. el-Haşr (49), 7.
64. el-Kurtubî, XVIII, 13.
65. el-Buhârî, Büyü’ 25, 113, Tefsîru sûre (59), 4, Talak 51, Libâs, 82, 87;Müslım, Libâs 19; Ebû Dâvud, Tereccül 5; et- Tırmızî, Libâs 25, Edeb 33; en-Nesâî,Talâk 13, Zînet 23, 25; İbn Mâce, Nikâh 52. Ayrıca bazı örnekler için bk. el- Kurtubî, XVIII, 13-14; Yazır, VII, 497-499; Muhammed Habîbullah Muhtar, a.g.e., s.79-84.
66. ez-Zemahşerî, VI, 98.
67. el-Kâsımî, VI, 98. 63. el-Haşr (49), 7.
68. el-Bûtî, Saîd Ramazân, es-Sünnetü’n-nebeviyye ve menhecuhâ fî bınâı’l ma’rıfe ve’l-hadâra, Amman 1992 (içindeki "es-Sünne masdaran lı't-teşrî' ve menhecü’l- ıhtıcâcı bıhâ" adlı tebliği), II, 461.
69. Çeşıtlı anlamları için bkz. er-Rağıb, a.g.e., s. 249; Ebu’l- Beka, a.g.e., s. 282
70. el-Bakara (2), 129.
71. Ebül-Bekâ, a.g.e., s. 382.
72. el-Bakara (2), 151.
73. el-Kâsımî, I, 309.
74. en-Nısâ (4), 113.
75. el-Kâsımî, V, 1541.
76. el-Ahzâb (33), 34.
77. el-Kurtubî, XIV, 119; el-Kâsımî, XIII, 4859.
78. Âl-ı İmrân (3), 164.
79. ez-Zemahşerî, I, 211; el-Kâsımî, IV, 1028.
80. el-Beyzâvî, Nâsırüddîn Ebül-Hayr, Envâru’t-tenzîl ve esrâru't-te'vîl,Beyrut, b.t.y., I, 152.
81. Muhammed Habîbullah Muhtar, a.g.e., s. 119.
82. Çeşıtlı tarifler için bk. Ebu’l-Bekâ, a.g.e., s. 497-498; eş- Şevkânî, Mu-hammed İbn Alı İbn Muhammed, İrşâdü’l-
fuhûl ilâ tahkiki ılmı’l-usûl, Beyrut, 1412/ 1992, thk. Ebû Mus’ab Muhammed Saîd el-Bedrî, s.67 vd.; el-Leknevî, Ebül-Hasenât Muhammed Abdülhay, Tuhfetu’l-ahyâr bı ıhyâı sünneti seyyıdı’l-ebrâr, Haleb, 1412/ 1992, nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde, s. 68-86; el-Kâsımî, Kavâıdüt- tahdîs, s. 144-146; Abdülganî Abdülhâlık, Huccıyyetü’s- sünne, Beyrut, 1407/1986, s. 51-68; Muhammed Ebû Zehv, el-Hadîs ve’l-muhaddısûn, s. 9; es-Sıbâî, Mustafa, es- Sünne ve mekânetuhâ fırt-teşrîYl-İslâmî, Dımaşk,
1398/1978, s. 47-49; el-Hatîb, Muhammed Accâc, Usûlü’l- hadîs; Beyrut, 1409/1989, s. 17-26.
83. en-Nedvî, es-Seyyıd Süleyman, Tahkîku ma'ne's-sünne ve beyânı’l-hâcetı ıleyhâ, Mekke, 1399, trc. Abdülvahhâb ed- Dıhlevî, s. 20-21.
84. Mesl. bk. el-Hatîb, Muhammed Accâc, a.g.e., s. 26.
85. ez-Zürkânî, Ebû Abdıllah Muhammed İbn Abdılbâkî, Şerhu'l-Muvatta',
el-Kâhıra, 1381/1961, s. I, 3.
86. el-Kâsımî, a.g.e., s. 44.
87. es-Süyûtî, Celâlüddîn Abdurrahmân, el-İtkân fî ulûmı’l-
Kur an, el-Kâhıra, b.t.y., II, 18-19; Ebül-Bekâ, a.g.e., s. 42, 846; eş-Şevkânî, a.g.e., s. 283.
88. Bk. Bilmen, Ömer Nasuhı, Hukuku İslâmıyye ve Istılahâtı Fıkhıyye Ka-musu, İstanbul, 1967, I, 79.
89. Ahmed İbnı Hanbel, el-Müsned, V, 53; el-Buhârî, Ezan 18, Edeb 27, Âhâd 1; Müslım, Salât 42.
90. Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, III, 318; en-Nesâî, Menâsık 220.
91. el-Mâıde (5), 90.
92. el-Buhârî, Edeb 80, Ahkâm 22; Müslım, Eşrıbe 73-75; Ebû Dâvud, Eşrıbe 5, 7; et-Tırmızî, Eşrıbe 1, 2; İbn Mâce, Eşrıbe 9, 13, 14.
93. el-Bakara (2), 275.
94. en-Nısâ (4), 28.
95. Çeşıtlı rıvayetlerı ıçın bk. Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, II, 262, 437; el-Buhârî, Büyü’ 78; Müslim, Müsâkât 81-83; Ebû Dâvud, Büyü 12; en-Nesâî, Büyü’ 50; İbn Mâce, Tıcârât 48.
96. el-En’am(6), 151.
97. el-Buhârî, Dıyât 6; Müslım, Kasâme 25.
98. Bazı misaller ve bilgi için bk. Yıldırım, Suat, Peygamberı- mızın Kur’anı Tefsırı, İstanbul, 1983, s. 110 vd.
99. Bılgı ıçın bk. et-Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed İbn Cerîr, Câmıu’l-beyân an te’vîlı’l-Kur’ân, Mısır, 1374/1955, nşr. Ahmed Muhammed Şâkır ve Mahmûd Mu-hammed Şâkır, I, 84 vd.; ez-Zehebî, Muhammed Huseyn, et-Tefsîr ve’l- müfessırûn, el-Kâhıra, 1381/1961, I, 48-53; Yıldırım, Suat, a.g.e., s. 53-71. 97. el-Buhârî, Dıyât 6; Müslım, Kasâme 25.
100. Ebu’l-Bekâ, a.g.e., s. 600; eş-Şevkânî, a.g.e., s. 197 vd.;
Bilmen, a.g.e., I,
69-74; ed-Devâlîbî, Muhammed Ma’rûf, el-Medhal ilâ ilmi usûlı’l-fıkh, Dımaşk,
1385/1965, s. 145-159.
101. el-Mâıde (5), 3.
102. "Denızın suyunun temız, ölüsünün helâllığı" ıçın bk. Ebû Dâvud, Taharet 41; et-Tırmızî, Taharet 52; İbn Mâce, Taharet 38. "İkı ölünün ve ıkı kanın helâllığı" ıçın bk. İbn Mâce, Et’ıme 31.
103. en-Nûr (24), 2.
104. Rıvayetler için bk. Müslim, Hudûd 13; Ebû Dâvud, Hudûd 23; İbn Mâce, Hudûd 7.
105. en-Nısâ (4), 86.
106. Ebû Dâvud, Harâc 20.
107. Bılgı ıçın özellıkle bk. eş-Şâfıî, Muhammed İbn İdrıs, er- Rısâle, Mektebetü dârı’t-türâs, 1399/1979, thk. Ahmed Muhammed Şâkır, s. 64-73; Bılmen, a.g.e.,I, 69 vd.; Yıldırım, Suat, a.g.e., s. 246 vd.
108. Bilmen, a.g.e., I, 67.
109. Bazı tarifler için bk. eş-Şevkânî, a.g.e., s. 278 vd.; ed-
Devâlîbî, a.g.e., s.212.
110. Mesl. bk. eş-Şâtibî, Ebû İshâk İbrâhîm İbn Mûsâ, el- Muvâfakât fi usûli’l ahkâm, thk. Abdullah Dırâz, el-Kâhira, IV, 12-24. Beyan’ ve nevileri için bk. eş-Şâfiî, a.g.e., s. 21
vd.
111. el-Mâide (5), 38.
112. Çeşitli rivayetler ve değerlendirmeler için bk. es-Sananî, Muhammed İbn İsmâîl, Sübülü’s-selâm, Beyrut, 1960, IV, 27-28.
113. el-Müzzemmil (73), 20.
114. el-Buhârî, Tevhîd 48; Müslim, Salât 34; et-Tirmizî, Salât 115; en-Nesâî, İftitâh 24; İbn Mâce, İkâme 11.
115. Bilgi için bk. eş-Şâfıî, a.g.e., s. 21 vd.; ed-Devâlîbî, a.g.e., s. 71-76; el-Hatîb, Muhammed Accâc, a.g.e., s. 46-50.
116. el-Ahzâb (33), 6.
117. el-Buhârî, İstikraz 11.
118. el-Vâkıa (56), 30.
119. el-Buhârî, Tefsîru sûre (56); et-Tirmizî, Sıfatül-cenne 1.
120. Âl-i İmrân (3), 180. Hadis için bk. en-Nesâî, Zekât 9.
121. İbn Mâce, Cihâd 4.
122. el-Bakara (2), 261.
123. et-Tirmizî, Tefsîru sûre (15).
124. el-Hicr (15), 75.
125. Konuyla ilgili bir çalışma olarak bk. Çakın, Kamil. Hadisin, Kur’an'a Arzı Meselesi. A.Ü.I.F.D.. c. XXXIV, s. 237262.
126. Bilgi için bk. Hamidullah, Muhammed, İA., "Sünnet" maddesi.
127. Müslim, Cennet 64; Ebû Dâvud, Edeb 40; et-Tirmizî, Menâkıb 67; İbn Mâce, Zühd 16, 23.
128. el-Buhârî, Tevhîd 37; Müslim, İmân 259.
129. Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, VI, 238, 248; el-Buhârî, Ilm 24, Vüdû’ 37,Küsûf 10; Müslim, Küsûf 11.
130. el-Buhârî, Edeb 28; Müslim, Birr 140; İbn Mâce, Edeb 4.
131. Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, IV, 161.
132. Ebû Dâvud, Salât 2; et-Tirmizî, Mevâkît 1.
133. Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, IV, 161.
134. Müslim, İmân 264.
135. el-Buhârî, İmân 37; Müslim, İmân 1, 5, 7.
136. ed-Dârimî, Abdullah İbn Abdirrahman, Beyrut, 1407/1987, thk. Fevvâz Ahmed Zemerlî ve Hâlid es-Sebi' el-Alemî, es-Sünen, Mukaddime 49.
137. Abdulganî Abdulhâlik, a.g.e., s. 338.
138. Rabî’ İbn Habib, el-Müsned, Mektebetü’s-Sakafe, b.t.y., I, 13.
139. et-Taberânî, Ebu’l-Kâsım Süleyman İbn Ahmed, el- Mücemül-kebîr, II,97; XII, 316; İbn Abdilber, Ebû Umer Yûsuf, Câmiu beyâni’l-ılm ve fadlih, Dâru İbni’l-Cevzî, 1416/1996, thk. Ebu'l-Eşbâl ez-Züheyrî, II, 1191.
140. eş-Şâfıî, a.g.e., s. 224.
141. el-Hattâbî, Ebû Süleyman Ahmed İbn Muhammed, Meâlimü’s-Sünen,Hıms. 1388/1969 (Sünenü Ebî Davud’un hamişinde), V, 11; Ayrıca bk. eş-Şevkânî, a.g.e., s. 68.
142. İbn Abdilber, II, 1191; eş-Şevkânî, a.y.
143. eş-Şevkânî, a.y.
144. ez-Zehebî, Muhammed İbn Ahmed, el-Muğnî fi’d-duafâ, Beyrut, b.t.y., thk. Nûreddîn Itr, II, 748.
145. Hattâbî, a.g.e., V, 10-11; İbn Hacer el-Heysemî, Mecmeu'z-zevâid ve menbau’l-fevâid, I, 170.
146. eş-Şâfıî, a.g.e., 224 (Dipnot 4).
147. el-Aclûnî, İsmâîl İbn Muhammed, Keşfü’l-hafâ ve müzîlü’l-ilbâs, Beyrut, b.t.y., I, 86.
148. ed-Dârimî, Mukaddime 49.
149. ed-Dârimî, Mukaddime 49; Ahmed İbn Hanbel, el- Müsned, Beyrut, (ofset) b.t.y., IV, 130-131; Ebû Dâvûd,
Sünnet 6; et-Tirmizî, İlim 10; İbni Mâce, Mukaddime 2; İbn Belbân, Alâuddîn Alî, el-İhsân bi tertibi Sahîhi İbni
Hibbân, Beyrut, 1407/ 1987, thk. Kemâl Yûsuf el-Hût, I, 107.
150. ed-Dârimî, Mukaddime 49; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, IV, 132; et-Tirmizî, İlim 10; İbn Mâce, Mukaddime 2.
151. el-Hattâbî, A.g.e., V, 10.
152. en-Nahl (16), 44.
153. ed-Dârimî, Mukaddime 49.
154. İbn Hazm, el-İhkâm fi usûli’l-ahkâm, Mısır, 1387/1968 II, 76-82.
155. ed-Dârimî, Mukaddime 49; Abdülmecîd Mahmûd, el- İtticâhâtü’l-fıkhiyye ınde’l-muhaddisîn, Mısır, 1399/1979, s. 213.
156. ed-Dârimî, Mukaddime 20; Ahmed İbn Hanbel, el- Müsned, V, 230, 236, 242; Ebû Dâvûd, Akdiye 11; et- Tirmizî, Ahkâm 3; el-Beyhakî, es-Sünen X, 114; İbn Abdilber, Câmiu beyâni’l-ılm, II, 844-846.
157. ed-Dârimî, Mukaddime 16; Ahmed ibn Hanbel, el- Müsned, IV, 126-127; Ebû Dâvûd, Sünnet 5; et-Tirmizî, İlim 16; İbni Mâce, Mukaddime 7; el-Hâkim, Ebû Abdillah en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, Beyrut, b.t.y., I, 96-97; ibn Belbân, a.g.e.,1, 104.
158. ed-Dârimî, Mukaddime 16.
159. Bununla birlikte benzer misaller için bk. ed-Dârimî, Mukaddime 20; en-Nesâî, Âdâbu’l-kudât 11; İbn Abdilber, Câmiu beyâni’l-ılm, II, 846-847.
160. ed-Dârimî, Nikâh 3; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned, II, 158; III, 241; 259; 285; V, 409; el-Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5; en-Nesâî, Nikâh 4.
161. İbn Abdilber, Câmiu beyâni’l-ılm, II, 1161. Hadisle ilgili değerlendirme için bk. Nâsıruddîn el-Elbânî Silsiletü ehâdîsi’s-sahîha, no: 1761.
162. en-Nesâî, Sehv 65.
163. el-Buhârî, Edeb 70; İ’tisâm 2.
164. Mesela bk. ed-Dârimî, Mukaddime 23; İbni Mâce, Mukaddime 7; İbn Ab-dilber, Câmiu beyâni’l-ılm, II, 1162.
165. İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, Bombay, 1983, X, 459; el- Beyhakî, Ebû Bekr Ahmed İbnül-Huseyn, es-Sünenü’l- kübrâ, Haydarâbâd, 1352, VI, 209.
166. ed-Dârimî, Mukaddime 17; İbn Abdilber, Câmiu beyâni’l- ılm, II, 1010.
167. İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, IX, 49; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, II, 162, 192; Ebû Dâvud, İlim 3; el-Hatîbü’l- Bağdâdî, Ebû Bekr Ahmed İbn Ali, Takyîdü’l-ılm, Dımaşk, 1949, thk. Yûsuf el-Aş, s. 80; İbn Abdilber, Câmiu beyâni’l- ılm, I, 299-300.
168. ed-Dârimî, Mukaddime 24; Ahmed İbn Hanbel, el- Müsned, I, 437, III, 225, IV, 80, 82, V, 183; Ebû Dâvud, ilim 10; et-Tirmizî, İlim 7; İbn Mâce, Mukad-dime 18; el- Hatîbu’l-Bağdâdî, Şerefu ashâbi’l-hadîs, Ankara, 1972, thk. Muhammed Saîd Hatiboğlu, s. 17, 18; İbn Abdilber, Câmiu beyâni’l-ılm, I, 175-182.
169. ed-Dârimî, Menâsik 72; Ahmed İbn Hanbel, IV, 31, 32;
V, 4, 37, 39, 40, 45, 72, 342, 366, 411; VI, 385, 456; el-Buhârî,
İlim 9, 10, 37; Hac 132; Sayd 8; Edâhî 5; Meğâzî 51; Fiten 8;
Tevhîd 24; Müslim, Hac 446; Kasâme 29, 30;Ebû Dâvud, Te-
tavvü 10; et-Tirmizî, Hac 1; Nesâî, Hac 111; İbni Mâce,
Mukaddime 18