Sünnet Kavramı - rahle.org

Sünnet Kavramı - rahle.org

Sünnet Kavramı


Facebookta Paylaş
Tweetle


Sünnet Kavramı, Dindeki Yeri ve Kur’an’a Göre Sünnet

 

 

 Prof. Dr. Selahattin Polat

Hadis Araştırmaları, İnsan yy. yayın tarihi 2003 ve s. 285-293

 

a) Kavram Birliği Zarureti

Müslümanlar arasında sünnet kavramının içeriği konusunda bazı kargaşalar ve sapmalar

yaşanmakta oluşu sünneti doğru şekliyle anlamayı bir problem olarak ele almayı gerektirmektedir. Gerek sünne­ti yaşamaktaki aksaklıklarımız, gerekse son yıllarda yeniden gündem konusu olan, sünnetin dindeki yeri ve değeri üzerindeki tartışmalarda sünnet anlayışının önemli ölçüde rolü olduğu kanaatindeyiz.

İnsanlar kavramlarla iletişim kurarlar. Siz kullandığınız kavrama hangi anlamı verirseniz verin, karşınızdaki kişi kullandığınız kavramı kendi yüklediği anlam ve muhteva içerisinde algılayacaktır. Eğer taraf­lar kullandıkları kavramlara net bir şekilde aynı anlamı yüklüyorlarsa sağlıklı bir iletişimden söz edilebilir. Aksi halde birbirlerini anlamayan, birbirlerine meramını anlatamayan kişilerden müteşekkil olan toplum­larda kavram kargaşasından kaynaklanan birçok sosyal problem baş gösterir. Bunu çok iyi bilen fesat odakları, hedef aldıkları toplumlarda muğlak ve bulanık kavramlar üreterek bunları silah olarak kullanırlar.

Şu halde, sünnet kavramı üzerinde ilmî bir uzlaşma zarureti vardır. Sünnet anlayışı farklı olduğunda herkes kendi anladığı sünneti ya­şamaya ve topluma empoze etmeye kalkar. Bu da anarşi doğurur. Toplum hatalı bir sünnet anlayışının tesiri altında kalırsa bu sefer de hatalı bir sünnet uygulaması söz konusu olur. Bu durum sadece sosyal meselelerle ilgili sünnetler için değil, ferden yaşanacak olan sünnetler için de söz konusudur. Çünkü sünnet bir bütündür.

Fert ve toplumların zihniyetleri, hayat anlayışları ve değer yargıları; davranışları üzerinde belirleyici role sahiptir. Bir kişi veya toplumun istekle yaptığı bir şeyden başka birisi nefret duyuyor ve kaçınıyorsa, aynı davranış hakkında farklı anlayışa ve değer yargısına sahipler demektir. Şu halde anlayışlarla, kavramlara yüklenen anlamlar arasında da çok sıkı bir ilişki mevcuttur.

Bu demektir ki sünnet kavramı bizi sünnet anlayışına, sünnet an­layışı da sünnetin zihniyetine ve dünya görüşüne götürecektir. Yani kavramın içeriğini tesbit için meseleye çok geniş bir perspektiften bakmak zorunludur.

 

b) Sünnet Kavramının Boyutları

Sünnet denince Müslümanların aklına genellikle ilk defa Peygamberimizin kıyafet, âdab ve

ibadetlerdeki müstehaplarla ilgili uygulamaları gelmektedir. Rasulullah'ın yüksek ahlâkına dair meziyetlerinin veya iktisadî, hukukî, siyasî uygulamalarının ilk akla gelen sün­netler arasında, hatta sünnetler arasında sayıldığına pek rastlanmıyor. Bu, üzerinde önemle durulması gereken bir husustur. Müslümanlara verilen hatalı, noksan ve bütünlükten uzak sünnet imajı, onları, şekilci ve davranış kalıplarını taklitten ibaret bir sünnet anlayışına götürmüştür.

Böyle yüzeysel bir sünnet anlayışının oluşmasında müstehap an­lamına gelen fıkıhtaki sünnet kavramı ile, Peygamberimizin sünneti anlamına gelen sünnet kavramının birbirine karıştırılmasının rolü ol­sa gerektir. Halkın çokça yüzyüze geldiği ilmihal kitaplarında müstehaplar sünnet kavramıyla karşılandığından, halk, sünnet deyince Peygamberimizin bu tür davranışlarını anlamaktadır. Bunun sebebi de halkın dinî bilgisinin yüzeyselliği ve ilmihal kitaplarının çağın ihtiyaç­larına göre geliştirilmemiş oluşudur.

Böyle bir sünnet anlayışıyla İslâm'ın ferdini ve toplumunu inşa mümkün müdür? Yani yukarıda sayılan sünnetleri her Müslüman ihmal etmeden yapsa Peygamberimiz'in hedeflediği hayat tarzı gerçekleşmiş olur mu? Kesinlikle hayır. Çünkü Allah (cc) da, Peygamber de, insanın kalbine, iç dünyasına, inancına, ahlâkına, sosyal ilişkilerine, dışından çok fazla önem vermektedir. Sünneti, dolayısıyla İslâm'ı şek­le ve lafza mahkum ettikçe, dışı müslüman fakat inancı, dünya görüşü, ahlâkı, sosyal ilişkileri müslümanlıkla bağdaşmayan tipler üret­ mekten kurtulamayız. Kaldı ki hayatın her yönüne sirayet etmeyen bir sünnet anlayışı, hayatın sünnet tarafından boş bırakılan kısımlarının İslam dışı uygulamalarla doldurulmasına yol açar.

Sünnete uyma konusunda bir diğer hata da fert ve toplum bütünlüğünü göz ardı etmektir. Bir kısmımız ferdî hayatında sünneti yaşa­makla sünnete uymuş olacağını zannederek toplumsal sünnetleri ih­mal etmekte, bir kısmımız da sosyal hayatta sünneti ihya edeceğim diye nefsinde yaşaması gereken sünnetleri ihmal etmektedir. Özellikle irşad ve tebliğ pozisyonundaki Müslümanlar başkalarını ıslah ile uğra­şırken nefsini unutabilmektedir. Tebliğin başarısızlığının sebeplerinden birisi de budur. Halbuki Kur'ân ve sünnetin eğitim metodu, ön­ce İslam'ın gönüllere ve ferdin hayatına hâkim olması, sonra toplum hayatında makes bulmasını sağlamak şeklindedir. Bunları söylerken toplumun ferdi etkilediğini veya her sistemin kendi ferdini oluşturduğunu inkar etmiyoruz. Fakat istenmeyen toplumsal yapıyı değiştirir­ken, özellikle ahlâki olgunluk hedeflenirken işe nereden başlanacağı­nı, neye öncelik verilmesi gerektiğini, hangi merhalelerin aşılmasının zaruri olduğunu Kur'ân ve sünnetten çok iyi tesbit etmek gerektiğini vurgulamak istiyoruz.

"Sünnet nedir, ne değildir? sorusunun cevabına geçmeden önce sünnetin klasik tanımını hatırlatmak yerinde olacaktır. Arapça bir ke­lime olan "sünnet" yol, birinin devamlı gittiği yol, âdet, gidişat, hayat tarzı gibi anlamlara gelir. Terim anlamıyla "Sünnet" denince Peygamberimizin (s.a.v.) söz, fiil ve takrirleri anlaşılır. Takrir Arapça'da onay demektir. Peygamberimiz (s.a.v.), bilgisi dahilinde yapılan bir davranışa veya söylenen söze, karşı çıkmamışsa bu O'nun, o davranış veya sözü onayladığı, en azından mubah saydığı anlamına gelir. Çünkü insanları Allah'ın rızasına ters olan her şeyden uzaklaştırmak için görevli olan bir peygamberin -üstelik kendisinin her davranışının ashabınca takib ve taklid edildiğini bile bile Allah'ın rızasına ve dine muhalif bir davranış karşısında susması düşünülemez. İşte bu yüzden âlim­lerimiz Peygamberimizin (s.a.v.) susmasını ve tepki göstermemesini onay saymışlardır. Tabiî ki bilgisi dahilinde olmak şartıyla.

Kısaca söylemek gerekirse sünnet, Peygamberimizin (s.a.v.) hayat tarzı demektir. Hayat tarzı, kişinin hayat anlayışının dışa vurmuş şek­lidir denilebilir. Şu halde Peygamberimizin (s.a.v.) sünnetinin temelinde O'nun hayat anlayışı vardır. İnsanlar tarih boyunca "Ben kimim, nereden geldim, niçin geldim, nereye gidiyorum?" gibi sorulara cevap aramışlar ve bu sorulara verdikleri cevaplara göre hayata anlam ver­mişler, hayat gayelerini buna göre tesbit etmişlerdir. İşte Cenab-ı Hakk gönderdiği peygamberler vasıtasıyla insanlığa bu soruların doğ­ru cevabını bildirmiş ve ona göre hayat sürmelerini istemiştir. Sünnet bir hayat tarzı ise -ki öyledir bu hayat tarzını gerçek manasıyla idrak etmek, onun arkasındaki hayat anlayışını bilmeye bağlıdır. Bu hayat anlayışını kavrayabilen kişi şuurlu bir şekilde sünneti yaşayabilir. İşte sünnetin temelindeki bu hayat anlayışı bizim itikat yani iman dediği­miz şeydir. Bu noktada sünnetin inanç, zihniyet boyutu söz konusudur. Yani Peygamberimizin (s.a.v.) hayat gayesi ne ise hayata verdiği anlam nasılsa, O nasıl bir imana sahipse, Müslümanın ki de öyle olma­lıdır. O'nun değer yargılarını aynen benimsemelidir. Sünnetin bu yö­nü asıl ve temeldir. Müslüman her şeyden önce O'nun iman dünyası­nı, gönül dünyasını, fikir dünyasını kavramaya ve O'nu örnek almaya çalışacaktır. Müslümanın bu alanda yapacağı bir hata sünnetin ileride zikredeceğimiz boyutlarını istenen şekliyle yaşayabilmesini imkansız kılacaktır. Müslüman, Peygamberimizin (s.a.v.), tevhid anlayışını, ne­fis ve arzular dahil hiç bir maddi veya manevi puta gönlünde yer vermeyişini, Allah'a rağmen hiçbir otorite kabul etmeyişini, kulluk şu­urunu, Allah sevgisini ve korkusunu, kader ve tevekkül anlayışını, Al­ lah'tan gelen herşeye rızasını, tedbir ve tevfiz anlayışını, kâinatın her yerinde Allah'ın tecellilerini ibretle seyredişini, sebep-müsebbib anla­yışını, ulûhiyet anlayışını, değer yargılarını iyi tesbit edip, sünneti ya­şarken bunları işin temeline koymak ve içine sindirmek zorundadır.

Bundan sonra sünnetin ibadet boyutu gelir. Bununla sadece O'nun ibadetleri nasıl yaptığını değil kulluğu nasıl tezahür ettirdiğini, O'nun ibadetlerine hâkim olan ruhu, tabir caizse Allah'la ilişkisini kasdediyoruz. Kişinin ibadetinin derûnî boyutu, imanına bağlı oldu­ ğundan, ibadetle iman arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Şu halde Müslüman, herşeyden önce.ibadeti, sadece belli zamanlarda yapılan görevler olarak değil, hayatın her lahzasını içine alan bir kulluk ve mes'uliyet anlayışı olarak anlayacak, hayatının tamamını ibadete dönüştürecektir. Çünkü Kur'ân'ın beyanına göre yaratılış gayemiz iba­det, yani kulluktur. Peygamberimiz hep kulluğunu vurgulayarak üm­metine bu konuda gerekli mesajı verdi. Müslüman, dar çerçevede iba­detlerinde geniş çerçevede bütün davranışlarında kulluk şuuru içinde olacak, ihlas, huşu, huzur, ihsan, hamd, marifetullah gibi kulluğun özünü teşkil eden manevî hasletlerde Peygamberimize (s.a.v.) benze­meye çalışacaktır.

Sünnetin üçüncü boyutu, kişinin diğer insanlar ve eşya ile müna­sebetlerini ilgilendiren yönüdür. Klasik literatürümüzde bu alan mu­amelat, ahlâk ve âdâb terimleriyle ifade edilmiştir. Rasulullah'ın siya­set, ekonomi, hukuk, ahlâk, âdab, eğitim, aile hayatı gibi konularda ki uygulamaları, sünnetin sosyal boyutunu teşkil eder. Bu yönüyle O, hem toplumun lideri, hem de toplumun üyesi olarak, mükemmel bir İslâm toplumunun nasıl olması gerektiğini pratik olarak göstermiştir. Peygamberimizin kul hakkına karşı hassasiyetini; kuvvetin değil hak­kın hâkim olduğu hukuk anlayışını; "Komşusu aç iken tok uyuyan bizden değildir" buyruğundaki sosyal adalet anlayışını; ferdi topluma, toplumu da ferde feda etmeyen idare anlayışını; yeryüzünde adaleti hakim kılmaya esas olan i'lâ-yı kelimetullah anlayışını; her türlü sömürüyü bertaraf eden ve eşref-i mahlukât olan insanın, insanca yaşa­masını hedef alan ekonomi anlayışını; insanın ruh-beden bütünlüğü­nü bozmadan insan-ı kâmil yetiştirmeyi esas alan eğitim anlayışını, kısaca söylemek gerekirse O'nun toplum hayatında amaçladığı hedefle­ri ve esas aldığı ilkeleri sosyal hayatımızın temeli haline getirmeliyiz. Sünnete uymak deyince genellikle göz ardı ettiğimiz Rasulullah'ın örnek ahlâkını, ferdi ve sosyal hayatımızın temeline koymayı anlamalıyız. O'nun şefkatini, merhametini, affediciliğini, müsamahasını, kolaylaştırıcılığını, yardımseverliğini, alçakgönüllülüğünü, fedakârlığını, vefakârlığını, diğer gâmlığını, güler yüzlülüğünü, dürüstlüğünü, sözüne sadâkatini, hilmini, cesaretini, cömertliğini, iktisadını, dünyanın geçici menfaatlerine değer vermeyişini, zühdünü, şükrünü, sabrını, azmini, sebatını, tevekkülünü, teslimiyetini, cana yakınlığını, tatlı dilliliğini, inceliğini, zerafetini, hayasını, temizliğini, vakarını, izzetini, teennisini, yiğitliğini, emanete riayetini elhasıl, tamamını burada sa­ yamayacağımız bütün güzel hasletlerini içimize sindirip karakter hali­ne getirmeyi hayat gayesi edinmeliyiz. Çünkü o yüce Peygamber (s.a.v.) "Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurarak ebedi risaletin gayesinin ahlâkî kemale ulaşmış insan-ı kâmil yetiştirmek olduğunu vurguluyor. Diğer hadîslerinde de güzel ahlâkı her hayrın başı sayıyor.

Adab ve eşkâl ile ilgili sünnetleri de sünnetin bu üç boyutu içeri­sinde tamamlayıcı unsurlar olarak düşünmek gerekir.

İnsan şahsiyeti bir bütündür. Bu yüzden, bahsettiğimiz bu üç bo­yut kesin sınırlarla birbirinden ayrılamaz. Kişinin inanç ve zihniyeti, ibadetlerini, ferdî ve sosyal hayatını etkilediği gibi; yaşadığı hayat tar­zı da inançlarını ve zihniyetini etkiler. "İnandığınız gibi yaşamazsanız yaşadığınız gibi inanırsınız" sözü bu karşılıklı etkileşimi ifade eder. Böyle bir üçlü ayırıma konunun kolay tahlil edilebilmesi ve kolay an­laşılabilmesi için başvurulmuştur.

Sünnetin iç bütünlüğü içerisinde en ufak detayının bile önemli bir yeri vardır. Fakat sünnetin kendi içinde mertebeleri olduğu da bir ger­çektir. Bazı sünnetleri yerine getirmek farz, bazıları vacip, bazıları müstehaptır. Tersinden söylersek bazı sünnetlere aykırı davranmak haram, bazılarına aykırı davranmak mekruhtur. Fıkıh ilmi, sünnetle­rin hükümlerini tek tek tesbit etmiştir. Sünnetin müekked ve gayr-ı müekked diye kısımlara ayrıldığı malumdur. Ayrıca kişi bir defada bü­tün sünnetleri bir anda uygulamayacağına göre, önem ve öncelik sırasına göre bir uygulama sıralaması yapacaktır. Kaldı ki Peygamberimi­zin (s.a.v.) öncelikleri ile bizim önceliklerimizin uyuşması da sünnet­tendir. Nitekim âlimlerimiz gayr-ı müekked sünnetleri bazen terketmeyi de sünnet saymışlardır. Fakat burada şu noktaya çok dikkat etmeliyiz. Sünnetin önem sırasını ve mertebelerini biz kafamıza ve key­fimize göre tayin edemeyiz. Bu mertebeleri yine sünnetten çıkaran âlimlerimizin değerlendirmelerine itibar etmek zorundayız.

 

c) Kur'ân/Vahy-Sünnet İlişkisi

Sünnet bütün boyutlarıyla tesbit edilince, Kur'ân-sünnet ilişkisi gündeme geliyor. Yukarı-

da anlatılan geniş boyutlarıyla sünnet Kur'ân'la aynîleşiyor. Bu durumda Kur'ân hükümleri dışında ayrıca sünnete uymaya niçin gerek duyuluyor? Yani bu soruya bağlı olarak "Kur'ân'ı sünnetle tefsire ne gerek var?" "Kur'ân anlaşılmaz bir kitap mı?", "Kur'ân'ı kendimiz yorumlasak olmaz mı?" soruları da akla gelebilir. Bütün bu sorular sünnetin dindeki yeri ile ilgilidir.

Sünnetin Kur'ân'ı açıkladığı genel kabul görmüş bir kanaattir. Alimlerimiz, Kur'ân-sünnet ilişkisini üç maddede ifade etmişlerdir:

Kur'ân'da bulunan bazı hükümleri te'kid ve tekrar eder. Kur'ân'da bulunmayan bazı hükümler getirir.

Kur'ân'da bulunan bazı hükümleri tefsir eder.

Halbuki sünnetin Kur'ân'ı açıklaması ile, konu ile ilgili Kur'ân ayetleri arasında ilk bakışta tearuz yani çelişki varmış gibi görünür. Çünkü birçok ayette, Kur'ân'ın apaçık veya herşeye açıklık getirici bir kitap olduğu ifade edilir. Öte yandan Peygamberimize hitaben: "Biz insanlara beyan edesin diye Kur'ân'ı sana indirdik" buyurulur. Kur'ân apaçık bir kitapsa Peygamberimiz (s.a.v.) neyi beyan edecektir? Bu problemin halli sünnetin beyânının mahiyetinin ne olduğundadır. "Be­yan" kelimesinde bir şeyi açığa çıkarma anlamı vardır". Beyanı sadece sözlü açıklama olarak anlarsak bu tearuz giderilemez. Ancak beyanı "hayata aktarma" olarak anlarsak tearuz kalkar. Yani Kur'ân apaçık bir kitaptır. Peygamberimiz sünnetiyle onu hayata aktararak beyan ede­cek, hükümlerini hayatta açığa çıkaracaktır. Bu arada şunu da belirte­lim ki bu durum genel anlamıyla bir Kur'ân-sünnet ilişkisi açısından söz konusudur. Yoksa peygamberimiz Kur'ân'ı sözlü olarak da açıkla­mıştır. Fakat bunlar çok fazla değildir. Çünkü Kur'ân o günkü Arabın anlayabileceği bir kitaptı. Peygamberimizin bazı sözlü izahları şahsî an­layış farklıklarından kaynaklanan yanlış anlamaları ve uygulamaları düzeltmek için olmuştur. Bir Kur'ân ayetini bütün ashabın topyekun veya çoğunlukla yanlış anladığı veya hiç anlamadığı, bu yüzden Pey­gamberimiz tarafından açıklama getirildiği şeklinde bir olaya pek rast­lamıyoruz. Peygamberimiz, Kur'ân ayetlerinden çıkardığı ilke ve pren­siplerle, ayet inmeyen hususlarda, günlük hayatla ilgili düzenlemeler getiriyordu. Vahyi eğitimden edindiği nosyonla, Kur'ân'ın istediği fert ve toplumu oluşturuyordu. Şayet risalet göreviyle ilgili hata yaparsa vahiyle düzeltiliyordu. Kur'ân'daki, O'nun hatalarını düzelten ayetler, O'nun uygulamalarının, başka bir ifade ile sünnetin vahyin murakabe­sinden geçtiğinin delilidir. Bu noktada "Ayrı ayrı her sünnet uygulama­sı veya her hadîs vahye veya ilhama dayanıyor muydu, yoksa sünnet, Peygamberimiz'in (s.a.v.) ictihadları mıdır?" şeklindeki tartışmaların ve tereddütlerin yersizliği ortaya çıkıyor. Çünkü her sünnetle ilgili va­hiy gelmesi ile, her sünnetin vahyin kontrolünden geçmesi aynı neticeye varır. Yani her sünnetin maksad-ı ilâhîye uygunluğunu gösterir. Sünnetin vahiyle gelen ilkelere ters düşmemesi yeterlidir. Kaldı ki sünnet ictihâdî bile olsa Peygamberimizin (s.a.v.) içtihadı herkesinkinden üstündür. Cenab-ı Hakk'ın Peygamberimize (s.a.v.) hem Kur'ân'ı beyan yetkisi vermesi, hem de O'nu bu ehliyet ve liyakatla mücehhez kıl­mamış olması düşünülebilir mi? Kesinlikle hayır. Çünkü bu Peygambe­rimiz (s.a.v.) için teklif-i ma lâ yutak olurdu. Hiç bir nefse gücü yetme­yen şeyi yüklemeyen Allah (c.c), Peygamberine yükler mi? Ayrıca ila­hî hikmet, beyanları kıyamete kadar örnek alınacak olan son nebinin, en mükemmel beyan ehliyetiyle mücehhez kılınmasını gerektirir. O, Kur'ân'ın hayata nasıl aktarılacağını gösteren bir üstad, ferd planında nasıl yaşanacağını bizzat kendi nefsinde gösteren örnek insan ve kâmil mürşid, Kur'ân'ın tarif ettiği ümmeti oluşturan bir lider ve önderdi. Sünnetten müstağni kalarak Kur'ân'ı gerçek manasıyla hayata aktar­mak iddiasında bulunan kişi, kendini bu işe Peygamber'den (s.a.v.) da­ha ehil görüyor, kendi yorumunu O'nunkinden üstün tutuyor demek­tir. Bu tutum Kur'ân'da Rasulullah'a verilen statüye riayetsizlik ve haddini bilmemezliktir.

Burada akla gelebilecek başka bir soruya temas etmek istiyoruz: Vahye muhatab olan, her an ilâhî irşad ve yardıma mazhar bulunan, bir şahsiyeti; bu özelliklere sahip olmayan bizler nasıl örnek olacağız? O'nun peygamberî ve mucizevî vasıflarla yaşamaya ve yaşatmaya mu­ vaffak olduğu hayatı biz nasıl yaşayacağız? Kısaca bu soruya şu cevap verilebilir: O'nun peygamberî vasıfları vahyi almasıyla alakalıydı yok­sa vahyi hayata aktarmasıyla değil. Yani O'nun sebepler, tedbirler ve beşerî imkanlar planındaki hayatı bize örnektir. Kaldı ki O çok yerde ihtiyacı olmamasına rağmen sırf ümmetini talim için esbaba riayet et­miştir. O'nun sünnetiyle ortaya koyduğu hayat, normal insanın yaşa­ması mümkün olmayan beşer-üstü bir hayat değil, yeterli irade disip­linine sahip herkesin yaşayabileceği bir hayattır. Çünkü Kur'ân ve sünnetin buyrukları normal insanı muhatab almaktadır.

 

 

Dipnotlar

1. Muvatta, hüsnü'l-hulk, 8.

2. Mâide 15, Hicr 1, Nemi 1, Şuarâ 195, Nahl 89. 3. Nahl 44, krş 64.

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ