M. Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Sünnetin Dindeki Yeri ISAV - Ensar Neşriyat İstanbul 1998
Allah'a hamd, Resulüne salât ve selâm ederek sözlerime başlarım.
"Sünnet'in Dindeki Yeri "ne tahsis edilmiş olan bu sempozyumda, Sünnet'i İslâmî yapının karakteristiği ve gerçekleştirilmesi açısından ele almak herhalde onun sistemdeki asıl yerini belirlemekte gözardı edilemeyecek bir husustur.
"Sünnet'in Dindeki Yeri" denilince genellikle deliller hiyerarşisi akla gelmekte ve mesele bu noktadan ele alınıp yorumlan-maya çalışılmaktadır. Oysa din, sadece inanç ya da amel'- den ibaret değildir. Din'in bir canlı sosyal yapısı, toplum hayatını tanzime yönelik esas ve gayretleri, proje ve uygulamaları vardır. Yani İslâm dünyayı düzenlemek gibi bir misyonu olan dindir.
Bir başka şekilde söyleyecek olursak biz, Sünnet'in dindeki yerini ağırlıklı olarak pratik açıdan, toplum pratiği açısından değerlendirmek istiyoruz. Bu, Sünnet'in bizim için ifâde ettiği mânâ ve öneminin tesbiti anlamına gelir. Sünnetin dindeki yerini ben, Müslüman fertler ve toplumlar olarak "bizim dinimizdeki" açıkçası, "bizim dinî yaşayışımızdaki yeri" olarak değerlendirmek istiyorum. Bir başka ifade ile Sünnet, bizim müslümanlığımız için ne ifade ediyor ya da ne ifade etmeli? Mes'eleye bu açıdan bakmak istiyorum. Yoksa ilke olarak Sünnet'in deliller hiyerarşisindeki (sıralamasmdaki) yeri zaten bellidir. Kimsenin ona bir itirazı da söz konu-su değildir, olamaz da.
Fikrî, siyâsî, içtimaî, terbiyevî... kısaca her türlü yapılanmada, toplumca üniteleşmede Sünnet, nasıl bir görev üstlenmiştir? "Olmazsa olmaz" bir konuma sahip midir? Yoksa toplum yapısını inşa eden unsurlardan sadece biri midir? Özellikle bizim gibi günlük yaşantının ve yönetim sisteminin batılılaşması istenen İslâm toplumları için Sünnet ne ifâde etmektedir?
"İslâmî yapılanma" ifâdesi, müslümanlar için "ümmetin itikadı, kültürel ve sosyal yapısının inşası"; "yeniden yapılanma" da bu yapının onarımı ve kendine has kaidelere uygun bir biçimde sürdürülmesi anlamına gelmektedir. Biz bu iki tür yapılanmanın oluşumunda ve devamında özellikle Hadis ve Sünnet'in yerini ve rolünü tesbite ve takdime çalışacağız.
Kur'ân-ı Kerim'in nüzulü ve peşinden tebliği ile başlayan İslâmî yapılanma, özellikle yorum ve uygulama yönüyle hemen tamamen Sünnet'in yönlendirmesi sonucunda gerçekleşmiş, elle tutulur, gözle görülür hale gelmiştir. Çünkü ilkeler, uygulandıkça hayata geçer ve belli bir yapının oluşumunu ifâde eder. Meseleye bu açıdan baktığımızda Kur'ân ilkelerinin pratiğini Sünnet'in somutlaştırdığını görürüz.
İslâmî yapının Kur'ân âyetleriyle belirlenmiş üç ana inanç temeli olan tevhîd, risâlet ve âhiret, Sünnet'in bu konulara getirdiği yorumla anlaşılabilmektedir.
İslâm'ın beş esasından (kelime-i şehâdet hâriç) dördünün (namaz, oruç, hac, zekât) uygulanabilirliği ve işlerlik kazanması tamamen Sünnet'in önderliğine ve örneklemesine bağlıdır.
İbâdât, mu'âmelât, ukûbât diye üç ana bölümde özetlenen hukukî konular da çözüm ve uygulanabilirlik açısından Sünnet verilerine muhtaçtır.
Beşerî ilişkiler, günlük işler, uluslararası diplomatik münâsebetler de ancak Sünnetle
"İslâmî" bir içerik, biçim ve özellik kazanabilir.
Şah Veliyyullah Peygamberlerin, nefsin terbiyesi ve ümmetin idare-si gibi iki temel meşgale alanlarının olduğunu vurgular. Bu iki konu ile alakaları ölçüsünde diğer konularla ilgilenmişlerdir der(l). Nefis terbiyesi, ferdî alanda, ümmetin idaresi de ümmet düzeyinde geliştirilmek istenen yeni yapının iki ana bölümünü oluşturur. Peygamberler de bu konularla ilgilendiğine göre, İslâmî yapı bu çerçevede Muhammedi uygulamadan soyutlanarak düşünülemez. Nitekim ilk İslâm toplumunun oluşumu tarihî açıdan tetkik edildiği zaman, bu yapının temelini, üç unsurun teşkil ettiği görülür. Bunlar sırasıyla, Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber'in kişiliği, Hz. Peygamberin Sünneti (söz ve davranışlaradır. Dünya İslâm'ı ve İslâm toplum yapısını, bu üç unsur ile tanımıştır.
Kur'ân-ı Kerim bu yeni yapıyı oluşturan esasları hem getirmiş hem de topluma duyurulmasını ve anlatılmasını emretmiştir.
Hz. Peygamber bu tebliğ ve anlatım görevini fiilen yerine getirmiştir. Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber'in hem şahsı hem de söz ve davranışları, inananlar için İslâm'ı tanıyıp yaşama örneğini oluştururken, inanmayanlar için de karşı çıkılacak hedefi teşkil etmiştir. Yani iman ve inkâr konusu olmakta Kur'ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber'in bizzat kendisi ortak bir çizgi oluşturmuştur. Bu sebeple Hz. Peygamber'in şahsiyetini ve Sünnetini hiç bir bakımdan İslâm bütününden ve İslâm toplum yapısından, temelinden ayırma, ayrı düşünme imkânı yoktur.
İslâm'ı tebliğ ettiği için şahsına yöneltilen ithamlar karşısın-da, Hz. Peygambere,"yıllarca içinizde yaşadım, düşünseniz ya" (2) diye temiz geçmişini hatırlatması, bizzat Kur'ân-ı Kerim tarafından emredilmiştir. "Güvenilir" diye vasıflandırdıkları kişiyi, peygamber-liğini ilân edince, muhtelif gerekçelerle ve değişik şekillerde yalanla-maya ve ithama kalkanların, "aslında Allah'ın âyetlerini inkâr et-tikleri") yine Kur'ân-ı Kerim tarafından tespit ve ilân edilmiştir. Yani meseleye inkâr noktasından bakıldığında da Kur'ân-ı Kerim ile Hz. Peygamber'in şahsiyetinin muhatablarınca birleştirildiği görülmektedir.
Müminler için Hz. Muhammed, Kur'ân âyetlerini mübarek ağzından duydukları, inançlarının harekete dönüşmesini davranışlarında görüp buldukları odak ve örnek şahsiyettir. Binaenaleyh başlangıçta Hz. Peygamber'in kişiliğini görmezden gelerek, İslâm'ı tanıma, öğrenme, yaşama, savunma ve hatta inkâr etme imkânı yoktur. Öte yandan Hz. Peygamber, Kur'ân-ı Kerîm'in ikmalinden, sistemin bütün üniteleriyle mükemmel şekilde çalıştırılmasından sonra vefat etmiş olmasına rağmen, gerek Ashâb-ı Kiram arasında -geçici ve kısa bir süre için de olsa- bir tereddüt halinin yaşanması, gerekse bir kısım müslümanların irtidât girişimlerinde bulunması, İslâm ile Hz. Peygamber'in şahsiyetinin ne ölçüde aynîleştirilmiş olduğunu bir başka açıdan gösteren olaylardır.
Kur'ân âyetlerinin ve İslâm esaslarının günlük hayâta ferd ve toplum planında uygulama olarak yansımasını kendisinin yaşayışından görüp öğrendikleri, kimlik ve kişiliklerini, dünya ve âhiret mutluluklarını tebliğ ve irşadlarında gördükleri Hz. Peygamber gibi yetkili ve benzersiz bir örnek ve önderi kaybetmiş olmaktan dolayı Ashâb-ı Kirâm'ın duyduğu üzüntü ve geçirdiği şaşkınlığı asla çok görmemek gerekir. Kısa zamanda derlenip toparlanmaları, gerçeği kabullenmeleri, Kur'ân-ı Kerim'in ve onun pratiği demek olan Sünnet-i seniyye'nin yanlarında bulunduğunu hatırlamaları, sonra-ki hayatlarını Hz. Peygamber'den görüp öğrendikleri çizgide sürdürmek için ellerinden gelen gayreti sarfetmeleri, ümmet yapısının prensip ve pratik olarak sağlam bir şekilde sonraki nesillere intikalini sağlamaları, o ilk İslâm neslinin tarihi meziyyetleri olmuştur.
Bu ilk İslâm nesli sahâbilerin ne Hz. Peygamber'in sağlığında ne de ondan sonraki günlerde, "Kur'ân-ı Kerîm'i biz anlarız, ondan anladığımız da İslâm'ın tâ kendisidir" diyerek Hz. Peygambere ve onun Sünnetine başvurmamak gibi bir tavırları asla görülmemiştir. Aksine bütün işlerinde ve karşılarına çıkan yeni olay ve durumları değerlendirmede Kitap ve Sünneti esas almışlardır. Meselâ ilk halife Hz. Ebû Bekir, nineye mirastan pay verip vermeme meselesinde, "senin lehine ne Kitab'ta ne de Sünnette bir hüküm olduğunu bilmiyorum" demiş, sonra konuya dair Hz. Peygamber'in herhangi bir beyânı veya uygulamasından haberdar olanların bulunup bulunmadığını sahâbilere sormuş, Hz. Peygamber'in nineye mirastan altıda bir pay verdiği iki sahâbi tarafından açıklanınca he-men aynı hükmü uygulamıştır^).
Bununla şu noktaya işaret etmek istiyoruz. Sünneti bir tarafa bırakıp Kur'ân'ı kendi anlayışlarına göre yorumlayarak hareket etmek isteyenler, bu ümmetin ilk nesli sahâbilerin bile yapmadıkları bir şeyi yapmaya kalkışıyorlar. Kur an'ın nüzulüne şahit olmuş o ne-sil, tüm müşkillerini Resûlüllah'a sorarak hallediyorlardı. Vefatından sonra da onun Sünnetine baş vurmak suretiyle meselelerine çözüm getirmişlerdir. Bunun sayısız ve çok çarpıcı misallerini Abdurrezzâk'ın Musannef inde bulmak mümkündür. Çünkü onlar biliyorlardı ki, vahyi getirip tebliğ edene uymadıkça, vahyi onun gibi yorumlamadıkça Kurana karşı olan insaf ve itaat borcu ödenmiş olmazdı.
Görüldüğü gibi ilk Müslüman nesillerde, Sünnet bilgisini esas alıp kendi düşünce ve tavrını düzeltme eğilimi ağır basmaktaydı. Günümüzde kendi düşüncesine ters düşen Sünnet verilerine karşı seçmeci ve eleştirel yaklaşım adı altında bilimsel kuralları da yete-rince dikkate almayan yeni bir tavır tercih edilmektedir. Bu tavır değişikliğinin temelinde -iddia ne olursa olsun- tek kelime ile "keyfilik" yatmaktadır.
Öte yandan ilk Müslüman nesiller Sünnete uyarken, hayatlarını Kur'ân-ı Kerîm'in ruhuna uygun hale getiren rehber bir irâdeye kendilerini teslim etmiş oldukları şuuru ve gönül huzuru içinde idiler. İşte bu anlayışa bağlı olarak, Sünnetle amel alıştırmasından, imkânlarının son haddine kadar faydalanmaya çalış-maktan geri durmamışlardır. İslâm'ı yaşamakta, bir diğer deyişle Sünnetle amelde, başka yorum ve anlayışları tercih etmemişlerdir. Bu sebeple de sahâbiler için "öğrenci" değil, "mürîd" benzetmesini yapan ve sonuçta " öğrendiklerine kendiliklerinden birşeyler katan" kişiler olarak onları değerlendirmeye kalkan ve özellikle yaşanan Sünneti bu katkıların ürünü sayan Fazlurrahmân'ın görüşüne ve abartılı ifadelerine katılma imkânı bulamamaktayım.
Resûl-i Ekrem'in yüce şahsiyetinin sahâbiler üzerinde bıraktığı büyük tesir, insanlık tarihinin en açık gerçeklerinden biridir. Canlarını, mallarını, Resûlullah yolunda kurban etmeye her an hazır olan o neslin, Hz. Peygamber'in sözleriyle kasdî olarak oynayacaklarını düşünmek, prensip olarak mümkün değildir. Fiilî olarak da böyle bir prensibin aksini ispat edecek örnek bulmak mümkün değildir.
Sahâbilerin din pratiği olarak önem verdikleri en büyük şey, Hz. Peygamber'in sözleri ve işleri idi. Bu, sadece Resûl-i Ekrem'in onlara tesir ederek kalblerini kendisine yöneltmesinden değil, ayrıca hayatlarını en ince teferruatına kadar Resûlüllah'ın söz ve gidişatına uyarak tanzim etmeyi, kesin olarak Allah emri telakki etmelerinden ileri geliyordu. "De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun!..."(5) âyetinin kendilerinden ne istediğini çok iyi takdir ediyor-lardı. İşte bu sebepledir ki, Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhümâ kendisine gelip:
Biz hazar namazı ile havf namazını Kur an'da buluyoruz, fa-kat sefer namazını Kur'ân'da bulamıyoruz. Nasıl oluyor bu? diyen Ümeyye İbni Abdillâh İbni Hâlid'i, pek haklı olarak:
Bak yeğenim! Biz hiçbir şey bilmezken Allah bize Muhammed'i peygamber olarak gönderdi. Biz Muhammed'i neyi, nasıl yaparken görmüşsek onu öylece yaparız!" (6) diye uyarmıştır.
Bu olay, günümüzde "Kur'ân'da yok" diye karşı çıkılan konuların tümü için ölçü alınacak susturucu ve Sünnet'in dindeki yerine oldukça açıklık getirici bir niteliğe sahiptir. Bilinen bir gerçektir ki "din ancak nakil ve tevarüs yoluyla kâim olur. Tevarüs de ancak vahyin inişine şâhid olan, onun yorumunu bilen, Resûlüllah'ın (s.a.) yaşayışını yakînen gören, bu bilgilerinin yanına aşırılık katmayan, dinî konularda ihmalkâr davranmayan, başka dinlerden (ve
kültürlerden) alıntılarda bulunmak gibi bir tavır içine girmeyen kimselerin ta'zîmi, onlara özel bir yer verilmesi ve saygı gösteril-mesiyle olur(7).
İslâm teşriinin genel karakteristiği ilk İslâmî yapılanmanın kahramanları sahâbîlerin genel tavırları ile ilgili bu kısa tesbitlerden sonra işin esasına yönelik bazı hususları gözden geçirmek uygun olacaktır.
Değişmezleri mufassal, değişkenleri mücmel olarak ortaya koymak, usûl açısından İslâm teşriinin genel karakteristiğini oluşturmaktadır. Meselâ İslâmî yapının ilk ve temel unsuru Tevhîd ilkesi Kur'ân-ı Kerim'de en ağırlıklı ve detaylı şekilde anlatılmaktadır. Hz. Peygamber'in ilk 11,5 yıllık peygamberlik dönemi hemen hemen sadece Tevhîd'in anlatımıyla geçmiştir.
Öte yandan İslâmî yapının sürekliliği, evrenselliği ve buna bağlı olarak yenilenme (tecdîd) gereği, model ve metodoloji ihtiyacının ana sebebidir.
İslâmî yapının kendine has inanç ve uygulama değerleriyle devamı ve denetimi daima Kitap-Sünnet nassları ve esasları ile sağlanmıştır. Çünkü İslâm toplumunda meşruiyetin vazgeçilmez şartı Kitap ve Sünnete uygunluk olagelmiştir.
İslâmî yapının devamında, "bid'afı reddeden hadislerin fevkalâde denetleyici ve koruyucu etkisi olmuştur. Bid'at'tan, hevâ ve heveslerden ve bid'at ehlinden kaçınmayı öngören hadisler, Sün-nete karşı çıkışın temelindeki keyfîliği, hevâîliği tespit ve ilân etmektedirler. Yeni bir çığır açanların sevap ve vebal açısından durumlarını değerlendiren hadisler ise, İslâm toplumunda atılacak her adımın sürekli bir yanının bulunduğu fikrini zihinlere yerleştirmekte ve köklü bir sorumluluk duygusuyla insanları eğitmektedir. Başka ümmetlere benzememekle ilgili uygulama ve tavsiyeler, İslâmî yapının kendine has özellikleriyle devamını hedefleyen ve denetleyen beyân ve uygulamalardır. İslâm tarihi boyunca yer yer ve devir devir, pörsüyen ümmet yapısını ve gevşeyen himmet ve gayretleri Sünnet ile onarmak ve takviye etmek için bir şeyler yapmak ihtiyacını hisseden Hattâbî (Ö.383), Beğavî ve Nevevî (ö. 676) gibi münevverlerin, bu düşüncelerini hadislerden seçmeler yapmak suretiyle kitap te'lîfi yoluna giderek gerçekleştirmeleri de İslâmî yapıyı korumakta Hadis ve Sünnet'in yer ve rolününün kitaplık çapta bilimsel ve tarihî kanıtlarıdır. Ayrıca Ehl-i Sünnet ve Şîa yapılanmasında da bu grupların kendilerine özgü Hadis ve Sünnet anlayışının belirleyici bir rol üstlendiği açıktır.
Sünnet ve onun yazılı belgeleri demek olan hadis, İslâm ümmetinin durumuna uzun yıllar bir süreklilik ve istikrar kazandırmıştır. Böylece onun kendine has fikrî ve sosyal özellik ve değerlerini koruyarak gelişmesini sürdürmesine zemin hazırlamıştır. Her yeni akıma uygulanan "Kitap ve Sünnete uygunluk" de-netimi, söz konusu zeminde Hadisin otorite payını göstermektedir. Kelâmcılarla hadisçiler arasında cereyan etmiş bulunan tarihî tartışma bu söylediklerimizin şahididir. Aynı şekilde günümüzde veya gelecekte de modernizm adına ortaya atılmış ve atılacak olan düşünceler ve Sünnetin toptan ihmali veya inkârını öngören anlayışlar daima hadisi karşılarında bulacaklardır. Tarihî gelişim de bunu göstermektedir. Zira İslâm toplumu içinde yer tutmak isteyen her fırka öncelikle, kendisi aleyhindeki hadisleri "uydurma" olmakla suçlayarak reddetme, sonra da kendisi lehinde "Hadis uydurma" yoluna gitmiştir. Yasallığını böylesi bir yolla isbata yeltenmiştir. Bu girişimler hadisin, yeni yapılanmaların yasallaşmasında olduğu kadar, ana toplum bünyesinin korunup kollamasında da fevkalâde önemli ve etkili bir rol üstlenmiş olduğunu göstermektedir. Yani fırkaların kendi lehlerine hadis uydurma teşebbüsleri bile, bir anlamda Sünnet ve Hadis'in İslâmî yapılanmadaki yerini fiilen ve tabii farklı bir biçimde itiraf etmeleri anlamına gelmektedir.
Buradan "Hadis, İslâmî yapılanmada istismara en uygun malzemeyi oluşturmaktadır" sonucu çıkarılamaz. Aksine, "Kitap'ın he-men yanmasında Hadis'in ya da Sünnet'in onaylamadığı herhangi bir oluşumun asla "İslâmî" bir nitelik kazanamayacağı anlaşılır.
Söz buraya gelmişken tarihî bir gerçeğe daha işaret etmek yerinde olacaktır. İslâmî yapılanma yaklaşık 13 seneyi bulan bir ze-min hazırlama ve 10 senelik bir kurumlaşma döneminin mahsûlüdür. Mekke devri, İslâmî yapılanmanın vazgeçilmez temeli demek olan tevhid ilkesinin anlatımı ve gönüllerde kökleştirilmesi döneminin adıdır. Medine dönemi ise, bu tevhîd temeli üzerine bina edilen İslâm sisteminin gerçekleşme safhasıdır. O halde Müslüman, her olaya ve gelişmeye ilke olarak mutlaka tevhîd inancı ve anlayışı açısından, uygulama olarak da Sünnet örneği noktasından bakmak zorundadır.
Ebû Alkame, "Bildiğime göre Ebû Hureyre (r.a) Resûlüllah (s.a)'dan şöyle buyurduğunu nakletti" demiştir: "Allah, bu ümmete her yüz senede onlar için dîni yenileyecek birini gönderir. "(5)
Hadisteki "her yüz senede ümmete dinini yenileyecek, yani dinin, zaman içinde gelişen ihtiyaçları karşılayacak yönlerini yeni anlatım ve yorumlarla ortaya koyacak bir yenileyici âlimin (müceddid) geleceği" tespit ve müjdesi, her şeyden önce bize İslâmî yapılanmanın fikrî ve kültürel temellerine uygun şekilde yenilenmesi fikrini telkin etmektedir.
Hemen işaret edelim ki, hadisimiz, sûret-i kat'iyyede İslâm'ın her yüzyılda bir reforma tabi tutulacağı anlamında değildir. Tecdîd (yenileme) kelimesini reform ve değişme mânâsında anlayıp, sahih olduğu halde hadisi reddetme yoluna gidenler de çıkmıştır. Ancak tecdîd, kökten ve esastan bir değişiklik değil; aynı temel ve esaslar üzerinde kalmak şartıyla, hurafe ve bid'atlar tarafından istilâ edilen alanları, tamir etmek ve temizlemek, dînin berrak vahyî yüzünü ve özünü kendisine has aydınlığı, parlaklığı, kucaklayıcılığı, bütünlüğü ve evrenselliği ile yeniden ortaya koymak, bir başka ifade ile, onu "asrın idrâkine sunmak" demektir. Bu da dini anlamada, inanmada ve onu yaşamada yenilik demektir ve hiç kuşkusuz, köklü bir ilim, derin bir kavrayış ve kapsamlı bir anlayış ve yorum gücünü gerekli kılmaktır.
Yusuf Kardavî'nin de isabetle işaret ettiği gibi(9), dînin yenilenmesi, tarihî bir binanın yenilenmesi gibidir. Yani binanın aslının, şeklinin, belirgin özelliklerinin aynen kalması, tabiî tesirler sonucu bozulan yerlerinin onarılması, çevresinin ve girişinin güzelleştirilmesi, yollarının yeniden düzenlenmesi ve onun bilinir, tanınır hale getirilmesi anlamındadır. Yoksa onu yıkıp yerine bambaşka ve büyük bir binâ dikmek değildir. Dînin tecdidi de ona yeni bir şekil kazandırmak değil, onu, Resûl-i Ekrem ve sahabe dönemindeki saf haline döndürmek o dönemdekine benzer bir samimiyetle yaşanmasına fert ve toplum seviyesinde zemin hazırlamak demektir.
Allah Teâlâ, yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerim'de üç âyette Resulünü gönderme gerekçesini açıklamış bulunmaktadır. Buyuruyor ki: "Müşrikler istemeseler de, dinini bütün dinlere üstün ve gâlib kılmak için Peygamberini hidâyetle ve hak din ile gönderen Allah'tır." (10); "Bütün dinlerden üstün kılmak üzere Peygamberini hidâyetle, hak din ile gönderen Allah'tır..." (11).
Dinin izhârı yani öteki dinlere üstün kılınması, hiç şüphesiz ilk planda delil ve burhanlarla ilmen gerçekleştirilecek bir olaydır. Âyetlerdeki "bi'l-hüdâ" ifâdesi buna işarettir. Dînin yenilenmesi (tecdîd) de, dinin bu mânâda üstün kılınmasıyla ilgilidir. Sonra da onun amelen ve fiilen galib kılınması gelir. Yoksa, diğer dinleri ortadan kaldırmak, yok etmek suretiyle bir izhâr ve galebe asla söz konusu değildir. Bunun böyle olmadığı Hz. Peygamber'in uygulamaları, yâni Sünneti ile sabittir. İslâm hâkimiyetine giren yer ve yörelerdeki tüm dinler, İslâm'ın üstünlüğünü tanımak kaydıyla hiç bir idarî baskıya uğramadan hür ve serbest olarak hayatiyetlerini sürdürmüşlerdir. Bu sebeple İslâm'ın izhârı, üstün kılınması, daha çok, esaslarındaki mükemmelliğin, başlangıçta olduğu gibi her asırda delil ve burhanlarla ilmen isbât ve ilân edilmesiyle temin edilecektir. Fiilen ve amelen üstünlüğü de bu birinci noktadaki isabet ve başarı oranına bağlı gözükmektedir. Bu sebeple, geçici siyâsî başarı ve üstünlükler, dinlerin zafer ve hâkimiyetini ilân etmeye yetmez. Hristiyan Batı bugün siyasal bakımdan başarılı ve üstün gözükmektedir. Ama İslâm, dünyanın her ülkesinde içten içe yayılmakta, gönülleri fethetmektedir. Demek ki dînin gâlib ve üstün kılınması, geçici siyâsî başarılarla değil; sürekli ilmî mesâilerle mümkün olabilecektir. Bu da "fikrî ve kültürel yapımın yenilenerek ortaya konulmasına bağlıdır.
Tecdîd'in önemi, bizce işte bu mânâdaki ızhâr-ı dîn yani İslâm'ın üstün ve hâkim kılınması ile yani İslâmî yapının orijinaline uygun şekilde sürdürülmesiyle ilgisinden kaynaklanmaktadır. Gereği ise, insan toplumlarının asırlık süreler içinde yaşayageldikleri kültürel kirlenme ve yeni meselelere çare bulma ihtiyacına da-yanmaktadır. Bu da hayat kadar zaruridir. İctihâd'ın zarureti de burada ortaya çıkmaktadır.
Hızlı ve karmaşık bir değişim ve yeniden yapılanma sürecine girmiş olan dünyamızda biz şimdi, bu değişim ve yapılanmayı etkileyecek, hatta yönlendirecek, hiç değilse yeni durumlara göre İslâmî reçeteler sunacak kapsamlı ve dinin temel esaslarına dayalı fertten devlete kadar her seviyede bir anlayış, yorum ve tebliğ organizasyonuna ihtiyaç bulunduğunu düşünmekteyiz. Bu sebeple biz, başkaca detaya inmeden sadece İslâmî yapının kendi kendini yenileme me-kanizması demek olduğuna inandığımız tecdîd fikrine ve buna günümüzdeki ihtiyacın her zamankinden daha büyük olduğuna dik-kat çekmek istiyoruz.
Müslümanın mümeyyiz vasfının bir âyette doğruyu aramak, gerçeği yakalamak olduğu belirtilmektedir: "Müslüman olanlar, doğruyu araştıran ve bulanlardır" (12). O halde günün dünyasına doğru yapılanmayı gösterecek olanlar da yine Müslümanlardır. Zira onlar, Sünnet -i seniyye ile "en güzel hayat modeli"ni yakalamış-lardır. Bu modelin yer ve zaman şartlarına göre yorumlanarak hayâta hâkim kılınması, dînin tecdîd ve izhârı yani İslâmî yapının kendine özgü sınırlar ve nitelikleriyle sürdürülmesi için kâfi gele-cektir.
İşaret edelim ki tecdîd, inkarcı, ithamcı, alaycı, bölücü, parselleyici, grupcu değildir. Geçmişteki yorum ve yaklaşımları mahkûm etmekle uğraşmaz. O yeni boyut ve yaklaşımlarla, öncekilerin izhâr ve ilâ etmeye çalıştıkları fikir ve düşünceleri, dinî kavrayış ve an'ayışı güncelleştirme gayreti içindedir. Müceddidler ve tecdîd usûl-leri üzerinde yapılacak ciddî ve ilmî bir araştırma öyle sanıyoruz ki, bu söylediklerimizi misalleriyle ortaya koyacaktır. Çünkü tecdid'de Allah'ın Kitabı ve Resulümün Sünneti ilmî metod ve usuller çerçevesinde bilenler tarafından yeniden değerlendirilmekte ve yorumlanmaktadır. Yâni amaç, araç ve kaynak birliği bulunmaktadır.
Allah Teâlâ'nın, zaten gerçek galibiyet ve üstünlük için gerekli sağlamlıkta ve işlerlikte ortaya koyduğu İslâmî hakîkatları, mevcut ortam ve eğilimleri dikkate alarak yeniden yorumlamak tecdîd'in mâhiyetini ortaya koymaktadır. İşte bu noktada Hadis ve Sünnet'in anlaşılması ve kavranması uyulacak model ve uygulanacak metodoloji açısından büyük ehemmiyet kazanmaktadır.
Sünnet verilerinin belge niteliklerine yönelik ilmî gayretlerin ötesinde onu evrensel karakteri ve mesajı doğrultusunda kavrayıp usûlüne uygun sonuçlara gidebilmek, mes'elenin can damarını oluşturmaktadır. Verilerin hemencecik inkârı, aslında hiçbir gerçeği değiştirecek değildir. Gazete sütunlarına kadar yansıyan Hadisleri inkâr akımı, İslâm'ın izhârı ve üstün kılınması açısından hiçbir şey va'detmediği gibi, birikimleri de boşu boşuna harcamak demektir. Bu sebeple de ileriye ve iyiye dönük yenilenme çabalarını baltalama anlamına gelmektedir. Daha açık bir ifade ile, usûlü dairesinde ve nasslar üzerinden hareketle yeniden yapılanma imkân ve gayretlerini önleme, böylece de İslâm'ın üstün kılınması çalışmalarını köstekleme demektir. Tabiatıyla, gerekçe ne olursa olsun, böylesi bir tutum, tam anlamıyla yanlış kapı çalmaktır.
Hz, Peygamber'in üsve-i hasene olduğunu belirleyen âyet, siyak ve sibak itibariyle ele alındığı zaman onun, inançları doğrultusunda dürüst davranmakla ilgili olduğu görülür. Düşman kuvvetleri karşısında yaşanan duygu karmaşası ve istikrarsız davranışlar anlatılırken "Allaha ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah'ı hatırdan çıkarmayanlar için", yani imanının adamı olanlar için Hz. Peygamber'in en güzel davranış örneği olduğuna dikkat çekilir.
Sünnet'in model olduğu yerlerde onun belirlediği çerçeve dışına taşmak sorumluluk doğurur, İbnü'l-Müseyyib, fecrin doğuşundan sonra namaz kılmaya devam eden birini gördü ve onu uyardı. Adam;
Ey Ebû Muhammedi Namaz kıldım diye Allah bana azâb eder mi? diye aklınca haklı bir gerekçe zikretti. İbnü'l-Müseyyib'in cevabı, -onun hiç de beklemediği şekilde de olsa-, gerçeği tam an-lamıyla yansıtır nitelikteydi:
Hayır, fakat Allah sana Sünnete aykırı hareket ettiğin için azâb eder! (13).
Bu demektir ki Kur’ân’ın emirlerini Sünnetteki uygulama modeli ile tatbik etme zorunluluğu vardır. Bu nokta dikkate alınmadan, meselâ haccı "belli aylara" yaygınlaştırarak uygulama düşüncesi gibi, Sünnetteki uygulama modeli dışına taşma istekleri de "Sünnete muhalefet" suçunu içermektedir. "Hac menâsikini benden alınız" (14) talimatına mekân bakımından muhalefet edilemeyeceği gibi zaman olarak da muhalefet anlamına gelen bir değişikliğe gidilemez. Çünkü Sünnet değişmezleri belirlemekte bütün de-tayıyla modeldir.
Metodoloji, belli bir ilim dalma uygulandığında, o ilme âit ayrıntıların geliştirilmesini sağlayan uygulamalar sistemidir (15).
Hz. Peygamber'in görevi, insanlığa pratik kaideler öğretmek ve bu kaideleri kendi yaşayışıyla ortaya koymak, böylece kendisine inananların hidâyetine vesile olmak, bir başka deyişle İslâm'ın yaşanmasına örnek ve önderlik etmektir. Onun üsve-i hasene oluşu işte bu uygulama noktasında çok daha belirginleşmekte hatta vaz-geçilmez bir nitelik iktisap etmektedir.
Sünnet'in metodoloji olduğu yerlerden bir örnek vermek istiyorum. Bilindiği gibi başlangıçtan beri Hadisçilere yöneltilen tenkidlerden biri, onların, izahı güç ya da imkânsız, daha açıkçası anlamadıkları bir takım rivayetlere eserlerinde yer vermiş, onlara rivayet kurallarına ek olarak bir çeşit aklî sansür uygulamamış olmalarıdır. Oysa hadisçilerin bu tavrı, tamamen Hz. Peygamber'in açık bir tavsiyesinin uygulanmasından ibarettir. Çünkü bilinen bir gerçektir ki, Resûlullah (s.a.) Veda Hutbesinde tebliğ görevini ümmete yüklerken, "Burada bulunanlar bulunmayanlara duyursun. Umulur ki, kendilerine bilgi ulaştırılanlar, ulaştıranların bir kısmından daha kavrayışlı olabilirler. "(16 ) buyurmuştur.
Hadisçiler kendilerine rivayet tekniği açısından sağlam yollarla intikâl eden Sünnete ait bilgi ve belgeleri, o an için kendileri yorumlayamasalar bile, Hz. Peygamber' in bu uyarısı gereği eserlerinde ümmetin gelecek nesillerine intikâl ettirmeyi bir hizmet ve metod olarak benimseyip uygulamışlar ve o emanetleri asla kendi kafalarına göre sansüre tâbi tutmak gibi bir usulsüzlük yapmamışlardır. Binaenaleyh Hadisçilerin bu noktada tenkid değil, takdir edilmeleri gerekir. Özellikle yazdıkları iki satırlık makalelerinin bile başkaları tarafından şu veya bu gerekçelerle sansüre tabi tutulmasına ta-hammül edemeyen, bunu kendileri için zül telakki eden günümüz in-sanlarının kalkıp hadisçileri, keyfî sansür uygulamadıkları için suçlamaları, meselenin ne kadar dışında ve ne ölçüde bir yaklaşım bozukluğu içinde olduklarını göstermektedir. Böyle bir çifte standart uygulamasına "seçmeci ve eleştirel yaklaşım" demek ve dolayısıyla itibâr etmek asla mümkün değildir.
Hz. Peygamber, ümmetin önüne koyduğu model ve metodolojiyi yani uygulama kural ve kaidelerini bazan âyetlerden, âyetlerdeki kelimelerin sıralanışından kendi içtihadıyla çıkarır. Meselâ, sa'y'e nereden başlanacağını tayin etmek için "Allah'ın başladığı yerden başlayalım!"
buyurmuş ve "İnne's-safâ ve’l-mervete min şeâinl-lâh.." âyetini okumuştur (17). Neticede sa'y'e Safa Tepesi'nden başlanmıştır. Bu, Sünnet metodolojisinde Kitap-Sünnet birlikteliğinin güzel bir örneğidir.
Netice: Ümmet, fiili planda Sünnetle vardır. Ümmet yapısının ya da İslâmî yapılanmanın özelliği ancak evrensel çaptaki Sünnet ile korunabilir. Çünkü ortak uygulama ve kültür zemini olmadan ümmetten söz etmek mümkün değildir. Bu sebeple Sünnet bilgisini günümüze taşıyan Hadisler, ümmetin sosyal yapısının özellik-lerinin belgesidir. Binaenaleyh bir kaynak olarak' Sünnet ve Sünnet'in yazılı belgeleri demek olan Hadisler değerlendirme dışı bırakılacak olursa ümmet yapısı korunamaz. Çünkü Sünnet salt bir tarihî vâk'a değil; müslümanın hayâtı ile ilgili motif ve ilâhî nizâmın bir rüknüdür (18).
Sünnet, model olduğu sahalarda da metodoloji niteliği taşıdığı alanlarda da İslâmî yapının ve kendine özgü karakteristiğinin korunması açısından vazgeçilemez, olmazsa olmaz bir uygulama örneği ve platformudur. Konuyla ilgili örnekleri görmek isteyenler, Abdurrezzâk’ın Musannefini şöyle bir baştan sona gözden geçirmelidirler. Sünnet'i, târihin belli bir kesimine hapsetmeye, târihi yapan insan gerçeği açısından imkân yoktur. Aksine gayretler, fuzûlî hatta zararlı çabalardır. Zira İslâmî yapılanma Sünnet'siz mümkün olmayacağı gibi, İslâmî yapının devamı da Sünnet dışlanarak sürdürülemez
Dün olduğu gibi modern çağda da biz müslümanlar, Sünnet'i yargılamaya değil, kendine has özellikleri, güzellikleri ve nitelikleriyle, kısaca söyleyecek olursak model ve metodoloji olarak onu kav-ramaya ve yaşamaya muhtacız. Yaşamakta olduğumuz hızlı değişim ve yeniden yapılanma sürecinde, İslâm'ın fikri, kültürel ve sosyal yapı olarak üstün bir konuma getirilmesi Sünnet verilerinin model ve metodoloji olarak yeniden ele alınması ve yorumlanmasıyla mümkündür. Bu da genelde müslümanların, özelde İslâm bilginlerinin sorumluluğudur. Sanırım ümmet olmanın gereği de budur.
Saygılarımla..
1. Bk. Huccetu'ilahi'l-bâliğa, (trc. M.Erdoğan), I, 322
2. Yûnus (10),16
3. Bk. el-Enam (6), 33
4. Bk. Şevkânî, Neylu'l-Evtâr. VI, 175-177
5. Al-i İmrân (3), 3 1
6. Nesâî, Taksir 1; İbn Mâce, İkâme, 73; Hâkim, Müstedrek, I, 258
7. Dihlevî. Huccetu'llahi'l- batığa (trc. M.Erdoğan), II, 676-677
8. Ebû Dâvûd, Melâhim I; Hâkim, Müstedrek, IV, 522
9. Keyfe nete'âme'l ma'a's-Sünneti'n-nebeviyye, s. 42
10. et-Tevbe (9), 33; es-Saff (61), 9
11. el-Feth(48), 28
12. el- Cinn (72), 14.
13. Abdurrezzâk, Musannef, 111,52
14. Nesâî, Menâsik, 220.
15. İslâmî Sosyal Bilimler Dergisi, sy. 2, s. 87, Ya 1994
16. Bk. Buhârî, İlim 9, Hacc 132, Tefsîru sûre(23) 6, Edâhî 5, Fiten 8, Tevhid 24; Müslim, Kasâme 29; Tirmizî, İlim 7; İbn Mâce, Mukaddime 18; Dârimî, Mukad-dime 24, Menasik 72; Ahmed b. Hanbel, V, 37, 39, 41, 45, 49.
17. Muvatta', Hac 126.M. Ahsen, "Mevlânâ Mevdûdî'nin Sünnet Müdafaası" Aylık Dergi, sy.58, 59, 60, s. 82, Ankara 198S.