Hz. Peygamberin Sünneti Ve Değişim - rahle.org

Hz. Peygamberin Sünneti Ve Değişim - rahle.org

Hz. Peygamberin Sünneti Ve Değişim


Facebookta Paylaş
Tweetle
 
 

 

Bu başlık altında üç mesele üzerinde durulacaktır:

· Hz. Peygamber'in (a.s.) peygamberliği süresince meydana gelen değişimler karşısındaki tutum.

· Onun önderliğinde meydana gelen toplumsal değişimin mahiyeti.

· Hz. Peygamber döneminden itibaren 14 asırlık tarihi süreç içerisinde meydana gelen bir değişimin gerçekleştiği günümüzde, sünnetin pratiğe aktarılmasında hangi ilkelerin esas alınacağı.

Bu sıralamaya bağlı kalmak endişesine düşmeksizin problemler bu üç eksen etrafında ele alınacaktır.

Değişim vakıasına delalet etmek üzere kullanılan kavramların sa­yısı çok fazladır. Mesela değişim, gelişme, evrim, ilerleme, gerileme, terakki, tekamül, teceddüd, yenilenme, modernleşme, çağdaşlaşma, yükselme, çöküş vs. Bu kavramlar genellikle bir değer ifade etmektedir. Bu yüzden sübjektiviteye açıktır. Yine bu kelimeler, değişim ku­ramlarından; evrimci kuram, yükseliş-çöküş kuramları gibi kuramları çağrıştırmakta ve muhatapta belli bir kuramın benimsendiği gibi bir intiba uyandırabilmektedirler. Sosyal bilimciler de çok kere değişim vakıasını farklı kelimelerle ifade etmekte, bu da kavram kargaşasına yol açmaktadır. Bu kavramlar içerisinde bir değer ifade etmeyişi açısından en isabetlisi "değişim (change)" olarak gözükmektedir.1 Ayrı­ca sosyologların da genellikle tercih ettikleri kavram budur.

Biz değişim derken insan iradesinin ürünü olan tarihi alandaki (geçmiş anlamına değil ontolojik anlamıyla) değişimi konu edinmek­teyiz. Tabiî varlık alanındaki değişim konumuz dışındadır. Her ne kadar bu iki alanın birbirlerine tesiri inkar edilemeyecek bir gerçek ise de, değişimin cereyan ettiği alana göre ayırım yapmak durumundayız. İnsan iradesinin ürünü olmayan değişimler konumuz dışındadır. Başka bir ifadeyle söylersek toplumsal/sosyal değişim üzerinde duracağız.

Toplumsal değişim fertten başlar. Bunu söylerken fizik ve sosyal çevre şartlarının insan iradesini sınırladığını, etkilediğini görüyoruz. Fakat bu şartlar insanın iradesini elinden almaz. Toplumsal değişimin benzer şartlar altındaki toplumlarda farklı tezahür etmesi, iradi tercihlerin farklılığındandır. Toplum, sosyal münasebetler ve sosyal teşkilatlar ağı olduğuna göre ne kadar karmaşık olursa olsun bu ağların kurucusu fertlerdir. Fert toplum dışında varolamaz ama cemiyet de fertsiz olamaz. Ne cemiyetin ne ferdin önceliği vardır fakat topluma iradi müdahalede bulunacak yegâne varlık insandır.

Kur'ân-ı Kerim'deki şu ayet bu açıdan dikkat çekicidir: "Bir top­lum kendini değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez."2

Bu ayet insanın ferdin, hem değişen hem değiştiren bir varlık olduğuna işaret etmektedir.

Bu noktada "Allah'ın toplumlara müdahalesi yok mu?" sorusu sorulabilir.

Allah'ın topluma/tarihe müdahalesi de yine insan vasıtasıyla yani peygamberler göndermek suretiyle olmaktadır.

Başka bir problem de şudur. Allah, tabiî varlık alanında kevni yasalar koyduğu gibi, tarihi varlık alanında da yasalar koymuş mudur?

Başka bir ifade ile tarihte determinizm var mıdır? Varsa bu insan hürriyeti ve sorumluluğu ile nasıl bağdaşmaktadır?

Bu soruların Kur'ân-ı Kerim'deki "Fıtrat" ve "Sünnetullah" kav­ramları muvacehesinde cevaplandırılabileceğini düşünüyoruz. İnsan bilimlerinin konusu olan tarihi varlık alanında her bir olgu biriciktir, aynen tekrarı mümkün değildir. Bu yüzden tabiat bilimlerinin konusu olan tabiî varlık alanındaki gibi bir determinizmden bahsetmek mümkün değildir. Pozitivist sosyal bilimcilerce, insan bilimlerinin de tabiî bilimlerin metodlarıyla incelenmesi gerektiği kanaatinin ürünü olan sosyal yasalar fikri büyük tenkitlere uğramış ve ideolojik bir ön­yargı olarak nitelendirilerek sarsılmıştır. Bu durumda "Sünnetullah" tabirini, insan iradesinden bağımsız toplumsal yasalar ve otonom bir mekanizma olarak değil, "İnsan şöyle yaparsa bunun kaçınılmaz so­nucu şu olacaktır" şeklinde bir ucu insana bağlı bir ilahi nizam olarak anlamak daha uygun görünmektedir.3

Burada yine şöyle bir soru sorulabilir: İradesi toplum tarafından sınırlanan insan, tabir caizse bir hapishanedeki mahpus kadar mı hürdür? Ayrıca, insanın benliğinde bu sosyal nizamın idrakine temel olacak bir dayanak yok mudur? Bu, felsefenin, ahlâkın ve diğer insan bilimlerinin temel problemlerinden birisidir. İnsanın "nefha-i ilahi" olan, yani Allah'tan gelen yönü, insanı diğer yaratıklardan ayıran temel insani özelliği, Kur'ân'ın tabiriyle "Fıtrat"ı onun tercihlerinde esas alması gereken temel dayanağıdır. Bu konuda Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: "Sen yüzünü bir hanif olarak (hak) dine çevir. Allah'ın insanları yaratışına uygun olan hal/fıtrat budur. Ama insanların çoğu bilmezler."

Değişme vakıası, beraberinde bir nizam vakıasını gerektirir. Nizam olmayan bir zemin üzerindeki değişmeler ancak kaosa yol açabilir. Nizam için değişmezlerin mevcudiyeti zorunludur. Şu halde fertte ve toplumda değişmezler olmalıdır. Değişmezleri fert planında "Fıtratla, toplum planında da "Sünnetullah"la temellendirmek isabetli görünmektedir. Değişme, değişmezlerden kaynaklanan ilkeler doğrultusunda olduğu sürece olumlu sayılabilir.

Söz buraya gelmişken toplumsal değişme kuramlarına kısaca temas etmekte yarar görmekteyiz. Aslında toplumsal değişme model­leri sadece sosyolojiyi değil bütün insan bilimlerini ilgilendirmekte­dir. Buna rağmen bu konudaki tartışmalar hâlâ sürüp gitmektedir. İnsan bilimlerinin kompleksliği tarihi alanda determinizmin olmayışı, beşerî bilimlerin konu edindiği olguların biricikliği, bilimler içinde halen sürüp giden yöntem tartışmaları, insan bilimlerinin oluşumunun halen devam ediyor oluşu gibi sebeplerden olsa gerektir ki toplumsal değişim kuramlarında bir konsensüse varılamamıştır. Bakınız R.P. Appelbaum toplumsal değişim kurallarına dair yazdığı kitabında ne diyor: "Toplumsal değişim kuramları, genel ku­ramları olarak kaldıkları ölçüde görünüşe göre ne doğrulanabilecekler ne de yanlışlana-bileceklerdir. Belki de Parsons'un karamsar öngörüsüne katılmak gerekiyor: "Bir yapısal değişim kuramı oluşturulabildiği zaman toplumsal bilimin altın çağı gelmiş olacaktır. Bu bizim günümüzde olmayacaktır ve büyük bir olasılıkla hiç olmayacaktır."4

Bu kurumların tasnifinde de konsensüs yoktur. Biz yine Appelbaum'un tasnifini ve kuramlar hakkında verdiği kısa özeti nakletmekle yetineceğiz:

Evrimci kuramlar: Bunlar genellikle doğrusal bir biçimde, daima daha fazla karmaşık ve uyma yeteneği doğrultusunda gelişen düz­gün ve birikimsel bir değişimi savunur.

Denge Kuramı: Dengeleşim kavramı ve sonuçta kararlılığı sağ­layacak koşullar üzerinde yoğunlaşır.

Çatışma Kuramı: Tüm toplumsal organizmalarda değişimin yaygın olarak bulunduğu varsayımı ve sonuçta kararsızlığı sağlayacak koşullar üzerinde yoğunlaşır.

Yükseliş ve Çöküş Kuramları: Toplumların, kültürlerin, uygarlıkların, hem yükseldiği, hem de gerilediği, bütün toplumların aynı yönde hareket etmediği varsayımlarına dayanır.

Evrimci kuram düzenli ve birikimsel değişimi, dengeci kuram parçalar arasındaki uyumu, çatışmacı kuram istikrarsızlığın ve değişimin doğallığını vurgular.5

Bu kuramların hepsi de ciddi tenkitlere tabi tutulmuştur.6

Son olarak değişimin mahiyeti hakkındaki taksimatı vererek bu konuyu noktalayalım. Değişim:

Miktar bakımından: Geniş ölçekli ve küçük ölçekli;

Zaman bakımından: Uzun dönemli ve kısa dönemli;

Değişen birimin etkisi açısından: Sistemin sürmesini sağlayan süreçler ve sistem içinde yapısal değişimlere yolaçan süreçler şeklinde ikişer kısma ayrılırlar.7

Hz. Peygamber'in peygamberliği süresince değişim vakıasıyla ilişkisi, değişen şartlara göre tavır alarak toplumu dönüştürme şeklinde özetlenebilir. Çünkü o sadece değişen şartlara ayak uydurmakla yetinen birisi olamazdı. Asıl misyonu Allah'ın irade ettiği değişime reh­berlik etmekti. Allah'ın topluma/tarihe peygamberler vasıtasıyla müdahale ettiğini belirtmiştik. Böyle bir müdahaleye şunun için gerek duyulmaktadır: İnsan yeryüzünde fesat çıkarması sonucu oluşan kaos ortamından her zaman kendi imkanlarıyla çıkması mümkün olmamaktadır. İnsanlık ne kadar tecrübe kazanırsa kazansın kendi kendini çıkmaza sokma tehlikesiyle her zaman karşı karşıyadır. Bu yüzden de aşkın bir rehberliğe muhtaçtır. Çünkü insanın en güçlü yanı aynı zamanda en zayıf tarafı olabilmektedir.

Hz. Peygamber'in sünneti Kur'ân rehberliğinde teşekkül ettiğine göre, onun toplumu dönüştürme faaliyetini Kur'ân'dan bağımsız ola­rak ele almak doğru olmaz. Bu sebeple sünnetin, her konuda olduğu gibi, değişim vakıası ile ilgili tavrı da Kur'ân'ın bu konudaki tavrından farklı değildir. Yine sünnetin günümüzde pratiğe aktarılması ile ilgili sorunlar, Kur'ân mesajının bugüne taşınmasının sorunlarından ayrı düşünülemez. O halde problemi şu şekilde ortaya koyabiliriz. Al­lah, Peygamberi vasıtasıyla cahiliye toplumunda neyi gerçekleştirmek istemiştir? Toplumu nasıl bir dönüşüme uğratmıştır?

İslam öncesi cahiliye toplumunun kabaca panoraması şuydu: Toplum her açıdan bölünmüş, parçalanmış, sosyal doku çözülmüştü. Bir yandan kabile taassubu, soy sop davası almış yürümüş, kabileler arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen savaşlardan gına gelmişti. Kabileler birbirleriyle tenafürleriyle övünüyorlardı. Her kabilenin ayrı putu vardı. Bu da inanç bakımından bölünmüşlüğe yol açıyordu. Çok ciddi ekonomik adaletsizlik hüküm sürmekteydi. Bir yandan mafyalaşmış kervan ticareti tekelleri, israf ve debdebe içinde yaşayan zenginler, öbür yanda insanlık haysiyetinden uzaklaştırılmış işçiler, köleler, kimsesizler, kadınlar, fakirler, gömülen kız çocukları... Bunlar da toplumda zıtlaşma ve kutuplaşmalara yol açıyordu. Ahlaki, sosyal, iktisadî kriz had safhadaydı. Hayat sadece haram aylardaki savaş yasağı saye­sinde bir nebze normale dönüyordu. Uzak görüşlü kişiler bu duruma çareler arıyorlardı. Hanifler bunlardandı. Onlar bir yerlerde İbrahim dininin kalıntıları olabileceğini düşünerek çevredeki din adamlarını dolaşıyorlardı. Haniflerin çoğu çareyi hristiyan olmakta bulmuştu. Hz. Peygamber de durumun vehametini bütün benliğinde hissedenler­dendi. Onun mağaradaki uzleti bu sebeptendi. İnsan iradesinin, hürri­yetinin, onurunun ayaklar altına alındığı bu ortamda asıl yapılması gereken, insanın insanlığının önündeki yol kesicileri bertaraf etmek, en­gelleri kaldırmaktı. İnsanın basiret körlüğünü ve katı kalpliliğini tedavi etmek gerekiyordu. Asıl değişim gelişmenin önündeki engelleri kal­dırmakla gerçekleşebilecekti. Nitekim öyle de oldu. Bu her açıdan çözülmüş toplum; tek ilaha kulluk eden, tek ümmet haline getirildi. İktisadî ve sosyal adalet sağlandı. İnsanı insana tahakkümünü ve sömü­rüsünü yok etmek için, kuvvetin değil hakkın öne geçtiği, insanın eşref-i mahlukat telakki edildiği, bencillik yerine diğergamlığın benim­sendiği; can, mal, akıl, şeref ve neslin korunduğu; takva, güzel ahlak ve salih amelin değer ölçüsü olduğu, insanın Allah'tan başka kimseye kulluk etmediği bir düzen kuruldu. Hz. Peygamber'in ömrünün son demleri yaklaştığında Cenab-ı Hak dinin tamamlandığını ilan ediyor­du. Artık Peygamber'in misyonunu sürdürmek onun takipçilerine ka­lıyordu. Zaten peygamberlik silsilesi de sona eriyordu.

Sünnetin değişim sürecinde konumunun ne olacağı, bu nebevî misyonun ve ferahlatıcı nefsin her zaman ve mekanda nasıl yenilene­ceği meselesi ümmetin karşısına en müşkil problem olarak çıkmıştı.

Başta sahabe olmak üzere ilk asırlardaki müslümanlar Kur'ân ve sünnetin tarihi arkaplanını çok iyi bildikleri için sünneti değişen şartlar­da uygulanabilir kılmakta son derece başarılı oldular. Sünneti Peygamber dönemine hapsetmediler. Yaşayan bir gelenek haline getirdiler. İlk dönemlerde sahabe ve tabiun fetvalarının, Kur'ân ve sünnet yorumlarının, ümmetin uygulayageldiği hususların, "sünnet" muhtevası altında Hz. Peygamberin hadîsleriyle yanyana hadîs kitaplarına geçirilmiş olması, Medinelilerin amelinin dinde delil sayılması gibi ta­rihî gerçekler, sünnetin, o dönemlerde yaşanan ve değişen şartlara rahatlıkla cevap verebilen dinamik bir gelenek olarak algılandığını ispat etmektedir. Yine ilk dönemlerden beri âlimler nesh, esbâb-ı nüzul ve vürûd, müşkilu'l-Kur'ân, ihtilafu'l-hadîs gibi konularda zengin bir literatür meydana getirmişlerdir. Bu da onların sadece tarihî bağlamla ilgilendiklerinin değil, bundan da öte nassların değişime riayet ettiği anlayışında olduklarının da delilidir.

Günümüzde ise sünnet yaşayan bir gelenek değil, kitaplardan okunan bir tarih malzemesidir. Öte yandan Peygamber döneminden itibaren geçen bu kadar uzun süre çok büyük değişimlere sahne olmuştur. Bu durumda sünnetin günümüzde yeniden yaşanan bir gele­nek olması nasıl sağlanacaktır?

Bu mesele, Kur'ân ve sünnetin daima birlikte mütalaa edilmesi ge­rektiğini, her ikisinin de 23 senelik peygamberlik dönemindeki olay­lar muvacehesinde teşekkül ettiğini hiç unutmadan ele alınmalıdır.

Sünnetin değişen şartlarda uygulanabilirliği, sadece karşılaşılan problemlerle ilgili ayet ve hadîs aramak şeklinde olmamalıdır. Böyle parçacı bir yaklaşımla Kur'ân ve sünnet doğru anlaşılamaz. Yapılacak şey; bütün tarihî verilerden yararlanarak ve bunları her türlü tenkit süzgecinden geçirerek, Kur'ân'ın ve sünnetin tarihî arkaplanını ve tek tek herbir nassın bu arkaplanla bağını ve bağlamını ortaya koymak­tır.8 Bu sayede nasların arkasındaki temel motifleri ve gayeleri kavra­mak mümkün olabilir. Zaten bu yapılmadıkça nassların peygamberlik dönemindeki değişen şartlara riayetinin mahiyetini de bir bütünlük içinde anlamak mümkün değildir. Değişim vakıası karşısında en önemli problem, nelerin değişebileceğini, nelerin değişmeyeceğini tayin etmektir. Sadece Hz. Peygamber'in aynı konudaki farklı uygula­malarını, bağlamı ve bütünlüğü içinde değerlendirmeksizin ele alarak bu mesele halledilemez.

Sünnet, bütüncü bir anlayışla arkaplanına yerleştirildikten sonra, genel ilkeler çıkarmak, araçlardan amaçlara, değişkenlerden değiş­mezlere gitmek gerekir. Bundan sonra yapılacak olan, bu ilkelerin gü­nümüz şartlarında nasıl gerçekleştirileceğine cevap aramaktadır. O il­keler doğrultusunda yapacağımız her uygulama sünnetten sayılır ve sünneti ihya etmek olur. Bir ilkenin gerçekleşmesi, birden fazla yolla olabilir. Bu uygulamaların hepsini de sünnet olarak nitelendirmekten çekinmek için hiçbir neden yoktur. Şekil her zaman sünnetten değil­dir. Şeklin ne zaman sünnetten olduğunu, ne zaman sünnetten olma­dığını yine bu çıkarılmış ilkelerle temellendireceğiz.

Burada şöyle bir endişe ileri sürülebilir: Peki bu ilkeleri çıkarmada hata edilirse ne olacak? İnsanın her yaptığı işte hata ihtimali vardır. Bu iş ister kendi adına ister toplum adına yapılsın hata riski mevcuttur. Hata endişesiyle iş yapmayacak olan kişi eli kolu bağlı oturmalıdır. Kaldı ki yapılacak hatalar ilim camiasının murakabesi altında olacak, uzmanlarca denetlenecektir. İctihad geleneğimizde hata yapana da bir sevap verileceği şeklindeki anlayış çok dikkat çekicidir. Zaten bu bir tecrübe işidir ve biz bunu bir yerinden başlayarak öğrenmek, birikimlerimizi geçmişlerimizin yaptığı gibi sonraki nesillere ak­tarmak durumundayız. Hata korkusuyla nassların lafzı anlamlarından öteye geçemezsek, Kur'ân ve sünneti tarihe hapsetmiş oluruz.

Bu noktada dikkat edilmesi gereken bir husus da, Kur'ân ve sünnetin, İslam tarihindeki yorumlarıyla karıştırılmamasıdır. Bu tarihi birikimi tamamen reddetmek büyük bir hata olduğu gibi, putlaştırmak da büyük hatadır. Bu birikim Peygamber dönemiyle aramızda duvar olmamalıdır. Biz tarihimizin çocuklarıyız ama tarihte yaşama hatasına düşmemeliyiz.

 

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ