Dünyevileşme - rahle.org

Dünyevileşme - rahle.org

Dünyevileşme


Facebookta Paylaş
Tweetle

 

 
Burhanettin Can tarafından yazıldı.

Mal sevgisi, mal tutkusuna dönüşürse, Allah korkusu, Ahiret hayatı unutulursa; mal, mülk, servet bütün beşeri ilişkilerin odak noktasını işgal eder. Toplumsal normlar değişir Zengin, makam sahibi veya zeki insanların Müslüman olması ile her şeyin düzelebileceğini sanmak; düşünmek yanlış ve son derece tehlikelidir. Kötü olan, yanlış olan; malı, mülkü, serveti sevmek değil, mala, mülke, servete kutsallık düzeyinde bir sevgiyle bağlanmaktır. Mal, mülk, servet edinmeyi bir tutku haline getirmedir. İnsanlarda, genelde servet edinme özlemleri önemli bir duygudur. Burada yadırganan servet edinme değil, servete olan aşırı tutku, bağımlılıktır. Lüks ve israf içinde yaşayanların yaşantılarına, mal ve mülklerine özenme beşeri bir zaaf olarak her zaman karşımıza çıkacaktır. Bu zaafa karşı toplumu, özellikle Müslümanları uyaracak davetçilere organizasyonlara ihtiyaç vardır. Mücadele edenlerin, mal ve makam tutkusuna kapılmaması gerekir. Böyle bir mücadeleye gönül verenler. Bu iki hastalığa karşı teyakkuz halinde olmalıdırlar. Mal sevgisi, mal tutkusuna dönüşürse, Allah korkusu, Ahiret hayatı unutulursa; mal, mülk, servet bütün beşeri ilişkilerin odak noktasını işgal eder. Toplumsal normlar değişir Zengin, makam sahibi veya zeki insanların Müslüman olması ile her şeyin düzelebileceğini sanmak; düşünmek yanlış ve son derece tehlikelidir. Kötü olan, yanlış olan; malı, mülkü, serveti sevmek değil, mala, mülke, servete kutsallık düzeyinde bir sevgiyle bağlanmaktır. Mal, mülk, servet edinmeyi bir tutku haline getirmedir. İnsanlarda, genelde servet edinme özlemleri önemli bir duygudur. Burada yadırganan servet edinme değil, servete olan aşırı tutku, bağımlılıktır. Lüks ve israf içinde yaşayanların yaşantılarına, mal ve mülklerine özenme beşeri bir zaaf olarak her zaman karşımıza çıkacaktır. Bu zaafa karşı toplumu, özellikle Müslümanları uyaracak davetçilere organizasyonlara ihtiyaç vardır. Mücadele edenlerin, mal ve makam tutkusuna kapılmaması gerekir. Böyle bir mücadeleye gönül verenler. Bu iki hastalığa karşı teyakkuz halinde olmalıdırlar.


 

Genelde insanlar özelde müminler, daha da özelde davetçiler için üç vahim hastalık, üç vahim tehlike vardır:

· Makam tutkusu veya makamın ilahlaştırılması

· Mala aşırı tutku

· Zina

Burada, makam ve mal tutkusu üzerinde duracak, bunun Müslümanlar üzerinde yapabileceği tahribatı inceleyeceğiz. Her iki tutku insanda fıtri olarak var olan ve insanın kötülük cephesine has özelliklerdir. Her iki duygu, belli ölçüler içinde tutulamazsa; insan davranışında ciddi bozulmalara neden olurlar.

Öğrencilik yıllarının birçok ateşli dava adamı, devrimcisi, öğrencilik sonrasında ya makamın ya da paranın cazibesine kapılarak yok olup gitmiştir. İnsan realitesi göz önüne alınmadan yapılan eğitim ve  çalışmalar, bu iki öldürücü hastalığın insafsız darbeleri altında heba olmuştur. Zalimlerin, kâfirlerin zülüm ve tehditlerine boyun eğmeyen, onlara aldırış etmeyen nice yiğit insan; daha sonraları bu iki hastalığa teslim olabilmişlerdir.

Bu bakımdan bugün  makam ve mevki  ve servet sahibi Müslümanları bekleyen en büyük iki tehlike bunlardır. Mücadele azim ve heyecanını öldüren, karşı olduğu  kirlenmiş bir sistemle onu aynı düzeye getiren, onu yaşayan ölü haline sokan, onun ruhunu teslim alarak onu köleleştiren, bu iki hastalığa yakalanmak asıl tehlikedir. Bunlar insanın tüm bağışıklık sistemini yok eder, mümini duyarsızlaştırır, ibadetlerini anlamsız hareketlere indirger.

Makam Tutkusu

Büyük İslam âlimi Hamid el-Gazali, Selçuklu sultanı Muciruddin'e yazdığı bir mektubunda(1): "Oysa sen lüks içinde bir hayat sürdürüyor, yönetimin altında bulunan insanlara, onların sorunlarına karşı ilgisiz davranıyorsun." diye hitap etmektedir. Yönetim mekanizmaları otoriteyi temsil ettiğinden o mevkilerdeki insanlar bu gücü kullanırken dikkatli olmalıdır. Bu gücü, hakkın ve halkın emrinde kullanmalıdır. Gücü nefsi arzularının tatmini için kullanmaya kalkması kaçınılmaz olarak toplumda çatışmaya neden olur.

Her türlü zulme karşı olanları bekleyen ilk tehlike,  Makamın gücünün cazibesine kapılmak, Makamın gücünde asalet ve üstünlüğü aramak, kibir bataklığına saplanıp kalmaktır. İblisin isyanının arkasında yatan temel olgu bu değil miydi? Allah, Hz. Âdem'e secde edilmesini emrettiğinde, iblis bu gerekçeyle Allah'ın emrine karşı çıkmıştır:

"(Allah) Dedi: "Sana emrettiğimde, seni secde etmekten engelleyen neydi?" (İblis) Dedi ki: "Ben ondan hayırlıyım: beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın. (Allah): "Öyleyse oradan in, orda büyüklenmen senin hakkın olmaz. Beklemeksizin çık. Kuşkusuz sen, küçük düşenlerdensin." (7 Araf 12-13)

Sad 75-76'da da benzer ifadeler vardır. İlave olarak "Büyüklendin mi, yoksa yüksekte olanlardan mı oldun" denerek İblis'in ateşten yaratılmış olmasının onu hangi psikolojiye ittiğine ışık tutulmaktadır. Gerek Araf 13 gerekse Sad 75'de, böylesi kibirlenmiş, büyüklenmiş etrafını hor hakir gören iblisten; cennetten çıkması, kendisine verilmiş makamı terk etmesi istenmektedir, Cennet makamı kibirlenen böbürlenen büyüklenenlerin kalabileceği bir makam değildi çünkü.

Benzer bir olayla, Cennet'te, Hz. Âdem'le eşinin tutumunda karşılaşıyoruz. Cennet'e yerleştirilmiş olan Hz. Âdem ve eşine Cennet'te bir tek yasak getirilmiştir. Kur'an-ı Kerim'in değişik surelerinde, bu olay ayrıntılı anlatılır(2): Hz. Âdem'le eşini Cennet'ten çıkarabilmek Allah'ın emrini çiğnetebilmek için İblis'in onlara verdiği vesvesede de; gene makam, mevki sahibi olma duygusunun istismarı veya aşırı tahrik edilmesi vardır:

"Şeytan, kendilerinden örtülüp gizlenen çirkin yerlerini açığa çıkarabilmek için onlara vesvese verdi ve dedi ki: "Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir." Ve "Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim" diye yemin de etti" (7 Araf 20-21)

"Sonunda Şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: ‘Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?'"(Taha 120)

Evet, Cennet'in biri hariç tüm imkânları, Hz. Âdem'le eşine bahşedilmiş olmasına karşılık, "melek olma", "ölümsüz olma" tutkusu; Allah'ın hitabına doğrudan muhatap olmuş Hz. Âdem'in bir anlık kontrolü kaybetmesi ile Allah'ın koyduğu meşruiyet hudutlarını çiğnemesine neden olmuştur. Hz. Âdem ve eşi emirleri çiğnediği için, yeni bir olgunlaşma eğitiminden geçip başarı kazanıncaya kadar. Cennet'te kalamazlardı. Yeni bir olgunlaşma süreci için dünya seçilmiş ve dünyaya gönderilmişlerdi.

Bugün de, tüm müminleri bekleyen tehlike; makam tutkusu, bulunulan makamların kut­sallaştırılması, oralarda kalabilmek için her türlü yağcılığın, yalanın ve entrikanın meşru görülebilmesidir. Mevkilerinde kalabilmek için bukalemun gibi her renge boyanabilmedir. Bu hastalığa yakalananların bu mevkilerde kalması, tutulması yanlıştır.

İnsan gücünü, mevkisinden almamalıdır. Gücü; kendi içinde kişiliğinde, ahlakında, yeteneklerinde aramalıdır. Kendinde olmayan özellikleri, makamın gücünü kullanarak kapatmaya çalışanlardan, her türlü kötülük gelebilecektir. Bulunduğu makamı aşırı bir şekilde önemseyenler, bütün bilgi ve becerilerine rağmen çevresini tahrip edebileceklerdir. İşte İblis'in hastalığı bu idi. Kıyamete kadar da, insanların yolları üzerinde icra edeceği faaliyetlerde bu kötülük hep olacaktır.

Ateşten yaratılmış olan İblis'in, topraktan yaratılmış olan Hz. Âdem'i hakir görmesi, onu aşağılaması, İblis'in yoldaşı olan makam sahiplerinde, zenginlerde tarihsel süreç içerisinde daima var olan bir duygudur. Çin'den Hindistan'a, oradan Afrika, Avrupa ve Amerika'ya kadar oluşturulmuş "kast sistemleri" sınıflı toplum yapısı bunun en canlı örneğidir.

Bugün için kamusal alanda yönetici olmuş bazı Müslümanlar, geldikleri konumları unutup halkın  taleplerini göz ardı edebilir. İstekler karşısında, kapılarını halka kapatmaya kalkabilir. Yapılması gereken, kapıları kapatmak değildir. Neyi yapıp, neyi yapamayacağını, adalet ölçüleri içinde, açık ve net bir şekilde halka anlatmak, açıklamak olmalıdır.

Bu istekler karşısında şeytan ve taraftarları; yöneticileri, halkı  hor görmesi, anlayışları kıt, cahil ve sosyal yönleri olmayan kaba insanlar olarak nitelemesi için teşvik eder ve onlara daima bu yönde vesvese verir. Yöneticilerle halk arasına mesafeler koymaya gayret ederler. Bu oyuna gelindiği takdirde yöneticiler, ne olduğu belirsiz, kendini Müslüman diye takdim eden ve fakat davranış ve yaşayışı bununla uyum içinde olmayan belli bir grubun kontrolüne girmiş olur. Bunun tabii sonucu olarak toplumda makamlı makamsız, zengin fakir ayırımı vuku bulur ki bu bir başka tehlikedir. Müslüman yöneticiler hiçbir zaman bu olayı göz ardı etmemeliler. Müminlerin, özellikle davetçilerin, makamlı makamsız, zengin fakir ayırımı yapmama konusunda son derece hassas davranmaları gerekir.

Sadece zenginleri veya makam sahiplerini ilgi odağı haline getirip, diğerlerini ihmal etmek; yalnızca, zengin ve makam sahiplerinin İslam'a kazandırılması için uğraşıp, diğer insanları görmemezlikten gelmek yanlıştır. Zengin, makam sahibi veya zeki insanların Müslüman olması ile her şeyin düzelebileceğini sanmak; düşünmek yanlış ve son derece tehlikelidir. Sınıflara ayrılmış toplumların, nasıl bedel ödediği tarih boyu görülmüştür. Özellikle son 100 yıl, bunun en canlı şahididir.

Onun için yöneticiler,  bu gerçeği görmemezlikten gelip; yalnızca iş dünyasının önde gelenleri ile meşgul olmamalı, kapılarını fakir halka kapatmamalılar. Hiçbir mümin Abese suresinde Hz. Peygamber'e yapılan uyarıyı unutmamalıdır:

Surat astı ve yüz çevirdi;

Kendisine o kör geldi diye.

Nerden biliyorsun; belki o, temizlenip-arınacak?

Ya da öğüt alacak; böylelikle bu öğüt kendisine yarar sağlayacak.

Fakat kendini müstağni (hiç bir şeye ihtiyacı olmayan) gören ise,

İşte sen, onda 'yankı uyandırmaya çalışıyorsun.

Oysa, onun temizlenip-arınmasından sana ne?

Ama koşarak sana gelen ise,

Ki o, 'içi titreyerek korkar' bir durumdadır;

Sen ona aldırış etmeden oyalanıyorsun.

Asla olmaz böyle şey! Kur'an ayetleri birer hatırlatmadır öğüttür.

Artık dileyen, onu 'düşünüp-öğüt alsın.'   (80 Abese 1-12)

 Mal Tutkusu

Dünyevileşme sorunu; gerek fert, gerekse toplum bazında üzerine eğilinilmesi gereken bir sorundur. Gerek Kur'an-ı Kerim, gerekse Hz. Peygamber bu konu üzerinde hassasiyetle  durmuştur. 4 Halife döneminde, özellikle Hz. Ömer, valilerinin tutum ve davranışlarını, yaşantılarını yakından izlemiş, makamını putlaştıranları lüks içerisinde yaşayanları, halka yabancılaşanları, hemen görevden almıştır(3) Yöneticilerin yetki sahibi olmaları, her zaman toplumun önünde bulunmaları nedeniyle, yaşantıları ve tavırları, toplumu önemli bir şekilde etkiler. Lüks ve israf içerisinde yaşayan bir yönetici ile lüks ve israf içerisinde yaşayan zengin bir şahsın toplum üzerinde bir tahribatı vardır. Ancak yöneticinin yaptığı tahribat diğerine nazaran çok fazladır.

Mal, Mülk, Servet Sevgisi Fıtri Bir Özelliktir

Bir şeye sahip olma yaratılıştan gelen önemli bir duygudur. Mal, mülk edinme, servet sahibi olma, insan yaşamında önemli bir motivasyon, kaynağıdır. Öyle ki insan bir şeyler kazanabilmek, elde edebilmek için bütün yeteneğini ortaya koymaktadır. Bu gerçeği göremeyen Marksizmin teorisyenleri, mülkiyete ve mülkiyet duygusuna savaş açmışlardır. Böylelikle insanların yeteneklerini lanetlemişler ve çalışma azimlerini kırmışlardır.

Liberalizmin teorisyenleri de, her türlü motivasyonun kaynağı olarak da adeta mülkiyeti görmüşlerdir. Aşırı şekilde tahrik edilmiş mülkiyet duygusu hiç bir şekilde tatmin olmayan, hiçbir şeyle yetinmeyen aç gözlü yeni bir insan unsurunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Böylece insanlık, iki aşırı uç arasındaki kavganın ortasında kalarak, ifratla tefrit arasında bocalayıp durmuştur. Gerçekte; bir şeye sahip olma yaratılıştan gelen, fıtri bir duygudur. Bu duygu, Kur'an-ı Kerim'de şehvet kelimesiyle nitelendirilerek hem konunun önemi vurgulanıyor, hem de bu duyguya karşı insan uyarılıyor:

"Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan şehvet tutkusu, insanlar için süslendirilip çekici kılındı.Bunlar, dünya hayatının metaıdır, asıl varılacak güzel yer, Allah katında olandır" (3 Ali İmran 14)

Bütün bu sahiplenilmek istenen şeyler, dünya hayatının metaı olarak nitelendirilmekle de dikkatimiz bir başka boyuta, Ahiret boyutuna çekilmiş oluyor. Şehvet tutkusu ile bağlanılan şeye, sahip olunulmuş değil teslim olunulmuş olunmaktadır. Hükmedilmiş değil, hükmü altına girilmiş olunmaktadır. Bu açıdan, yararlı değil zararlıdır. Görünüş itibariyle çok güzel cezbedici fakat içyapı itibariyle, bir başka şey yanında güzel olmayan,  geçici olan her şey birer metadır. Tıpkı birçok seyyar satıcı tezgâhlarındaki meyvelerin organizasyon görüntüsü gibi. Tıpkı kurtlu alımlı elma gibi. Meta kavramında aldanma, yanılma yanlış yönelme unsuru vardır. Gerçek, cazip hoş bir örtü ile gizlenmektedir.

"Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, tutkulu bir oyalanma, bir süs, kendi aranızda bir övünme, mal ve çocuklarda bir çoğalma tutkusudur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra da o, bir çerçöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab, Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk da vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir" (57 Hadid 20).

Yukarıda zikrolunan bütün ayetlerde, mal, mülk ve servet edinmenin insan yaşamında önemli bir etkisi olduğu bir yandan ifade edilirken; diğer yandan da bunların dünya hayatının geçici bir günü olduğu, asıl gerçek olanın Allah katında var olduğu ortaya konulmaktadır. Böylelikle insanın bu konudaki tavrının ihtiyatlı ve dengeli olması gerekliliği belirtilmiş oluyor. Burada; insanların mal, mülk edinmesi, servet sahibi olmaları, zengin olmaları eleştirilmiyor, yadırganmıyor. Sadece zenginleşmek için sarf edilen çabalarda ve kazanılan servete hükmetmede takınılacak tavırda dikkatli olmamız gerektiği konusunda uyarılıyoruz. Bu, noktadan hareketle Hz. Ömer, devlet memurlarını şöyle uyarmıştır:

"Parayı temiz tutmanın üç yolunu görüyorum. Birincisi, meşru vasıtalarla kazanılmalıdır, ikincisi meşru şeylere harcanmalıdır, üçüncüsü gayrı meşru şeylere sarf edilmesi önlenmelidir"(4).

Demek ki kötü olan servet edinmek değil, serveti elde etmede, kullanmada ve harcamadaki gayrı meşruluktur.

Mal, Mülk, Servet Tutkusu

Kötü olan, yanlış olan; malı, mülkü, serveti sevmek değil, mala, mülke, servete kutsallık düzeyinde bir sevgiyle bağlanmaktır. Mal, mülk, servet edinmeyi bir tutku haline getirmedir. İnsanın çevresini göremez hale getirecek tarzda mal, mülke servete bağlanmasıdır, yanlış olan. Hz. Süleyman mal sevgisini, bir başka sevgiye ulaşmak için bir araç olarak görür:

"O (Hz. Süleyman)da demişti ki: "Gerçekten ben, mal sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih edip sevdim" (38 Sad 32)

Böyle bir bakış açısı insanı gerçekten özgür kılar, mala, mülke, makama olan esirlikten kurtarır. Onun için Hz. Ömer "Dünyaya daha az meylettikçe daha hür yaşarsın" demiştir.

Hakka yönelme, Hakkı zikretme konusunda mal ve mülkün bir engel oluşturmaması böyle bir anlayışın sonucunda oluşur:

"Ey iman edenler, ne mallarınız, ne de çocuklarınız sizi Allah'ı zikretmekten 'tutkuya kaptırıp-alıkoymasın', kim böyle yaparsa, artık onlar kayba uğrayanların ta kendileridir" (63 Münafikun 9)

Böyle bir anlayış sayesinde, insan kendi mal ve mülkünü kullanmada sonsuz bir özgürlüğe sahip olmadığını, dilediğince kullanamayacağını anlar:

"Dediler ki: "Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi. davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emretmektedir? Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşit bir adam)sın.

Ancak böyle bir anlayış sayesinde insan, kendi malında yoksulların, dilenenlerin de bir hakkı olduğunu (5); maldan infak edilmesi gerektiğini(6) mal ve çocukların bu dünyada birer imtihan olduğunu(7) idrak edecek olgun bir düzeye ulaşır.

Mal sevgisinin, mal tutkusuna dönüşmediği toplumlarda, toplumsal bir denge kurulur. Mal ve mülk farklılığı, sınıfsal bir ayırım oluşturmaz. Toplumsal gerilim yaşanmaz. Kavga ile değil, Allah korkusu, Ahiret hayatı boyutu ile bir denge oluşur. İşte bu, mümin bir toplumla, mümin olmayan bir toplum arasındaki ayırıcı temel niteliklerden biridir. Bunu göremeyen Marksist teorisyenler, İslam toplumlarını izah edebilmek için "Asya türü üretim tarzı" tezleriyle kendilerini anlamsız bir tarza çok zorlamışlardır.

Mal sevgisi, mal tutkusuna dönüşürse, Allah korkusu, Ahiret hayatı unutulursa; mal, mülk, servet bütün beşeri ilişkilerin odak noktasını işgal eder. Toplumsal normlar değişir. Mal, mülk ve servetle öğünme toplumsal bir standart haline gelir:

"(Mal, mülk ve servetle) çoklukla övünme, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi."(102 Tekasür 1)

Böyle bir toplumda; mal tüketimi, israf güçlülüğün bir göstergesidir.

"O, hiç kimsenin kendisine asla güç yetiremeyeceğini mi sanıyor. O: "yığınla mal tüketip yok ettim" diyor. (90 Beled 5­-6).

Evdeki eşya elbise, araba model ve markalarla ölçülür. Bunların mevsimlik, aylık, haftalık hatta günlük olacak tarzda değişmesi gerekir. Her gün ayrı bir elbise giymek, her gün ayrı bir araba kullanmak güçlülüğün tipik sembolleri olur. Düğünler; çöplerinden yiyecek, giyecek toplanılan bir ülkede tam bir israf ve çılgınlık gösterisine dönüşür. Düğünün yapıldığı otel, gelin giysisi ve arabası bir güç, asalet gösterisidir. Bunlar gerçekten güçlülüğün mü yoksa çılgınlığın ve buna neden bunalımın mı bir belirtisidir? Üzerinde belki de hiç düşünülmemektedir. Sosyal patlamalar böyle tezatların sonunda oluşmamış mıdır tarihte.

Mal tutkusunun hâkim olmaya başladığı toplumlarda, ibadet şekli gösterişe dönüşebilir:

"Dini yalanlamakta olanı gördün mü?İşte yetimi itip-kakan, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte şu namaz kılanların vay haline ki onlar namazlarında yanılgıdadırlar, onlar gösteriş yapmaktadırlar. Ve ufacık bir yardımı da engellemektedirler." (107 Maun 1­7) .

Bugün için Müslümanları bekleyen temel tehlike, ruhunu özünü kaybetmiş, şekle dönüşmüş olan bu ibadet anlayışıdır. Buna karşı davet ve denetim mekanizmaları ile tedbir alınmalıdır.

Refahtan Şımarıp Azma: Azdırıcı Bolluk

Mal, mülk ve servetin toplumda bütün ilişkileri belirleyen bir ölçü haline gelmesi, daha fazla güç elde etmek için daha çok zenginleşme gerektiği dürtüsünü tahrik edecektir. Zengin daha çok zenginleşmek isteyecektir. Kur'an-ı Kerim'de bu konu şu şekilde vurgulanmaktadır:

"Yoksulu yedirmek için birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Mirası sınır tanımaz bir tarzda yiyorsunuz. Malı da bir yığma tutkusu ve hırsıyla seviyorsunuz." (89 Fecr 18-20)

Güçle, zenginlik eşdeğer hale gelince bunun insandaki ilk tahrip edici etkisi müstağnileşmedir. Yani insanın kendi kendisine yeter olması bir başkasına ihtiyaç duymamasıdır:

"İnsan mutlaka azar. Kendini müstağni gördüğünden." (96 Alak 6,7).

İşte dünyadaki ve Türkiye'deki azgınlığın, çılgınlığın perde arkasındaki en temel etken budur. Kur'an-ı Kerim müminleri bu konuda değişik örnekler vererek sürekli uyarır. Müstağnileşme olayının en tipik temsilcisi olarak Karun, Kur'an-ı Kerim'de örnek olarak tüm insanlara gösterilir.

Aşırı servet edinme tutkusu (cinnet hali) kendi dışındaki kazanımlara karşı tahammülsüzlüğü, onların ellerindeki imkânları elde etme veya yok etme anlayışını beraberinde getirir, 38 Sad Suresi 21-24 ayetlerde İki kardeş arasında geçen bir dava da olduğu gibi: Kardeşlerden birinin 99 koyunu, diğerinin bir koyunu var; 99 koyunu olan, tek koyunu da alıp onu yok etmek istiyor.

Kontrolsüz, ilkesiz mal edinmenin verdiği bir doymazlık bir oburluk duygusudur bu. Çevresini yok ederek büyüme nereye kadar? İnsanlar vücutlarına sülük takarlar. Sülük doyacak kadar değil, kendisini öldürecek kadar kan emer, sonra düşüp ölür: Aşırı mal tutkusu, neticesinde sahibini de tahrip edecek mekanizmayı beraberinde getirir.

İki davacı olayı, tekelleşme düşüncesinin tipik bir örneğidir. Onun için Allah sermayenin belli ellerde toplanmasını istememektedir:

"Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın" (59 Haşr 7)

Mal ve servet dağılımı açısından, toplumun değişik sosyal kesimleri arasında büyük uçurumlar meydana gelirse; zengin olanlar, varlıklarını, fakir insanların ellerindekini de alarak, iki davacı örneğindeki gibi, büyütmeyi hedeflerse, toplumda kaçınılmaz olarak huzursuzluk, bunalım, çatışma ortaya çıkacaktır. Herkes Karun'un sahip olduğu imkânlara, ne pahasına olursa olsun sahip olmak isteyecektir. İnsana tek düşünce hâkim olur; "bende de mutlaka olmalıdır".

İnsanlarda, genelde servet edinme özlemleri önemli bir duygudur. Burada yadırganan servet edinme değil, servete olan aşırı tutku, bağımlılıktır. Bir diğer deyişle servet insanın esiri değil de, insanın servetin esiri olmasıdır. Bu duygu beraberinde ilkesiz kazanma, ilkesiz kullanma ve ilkesiz sarf etmeyi getirir. Müstağnileşme olayının tabii sonucudur bunlar. Genelde müstekbirler müstağnileştikleri için toplumdaki hiçbir kurala uymazlar. Kendi kurallarını kendileri koyarlar. Kendi kurallarını kendiler bozarlar. Kanun, nizam gelenek görenek tanımazlar. Yani tam bir fesatçıdırlar. Fesatçı oldukları için de toplumu yok oluşa sürüklerler:

"Biz, bir ülkeyi yıkıma uğratmak istediğimiz zaman, onun "varlık ve güç sahibi önde gelenlerine 'emrederiz, böylelikle onlar onda bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın ederiz." (17 Isra 16)

İşte Gazali'nin yöneticilerin lüks içinde yaşamamaları gerektiğini vurgulamasının temel nedenlerinden biri budur. Allah'ın, Karun gibi olanları yerle bir yaparak diğer insanları uyarması insanlara karşı rahman ve rahim oluşundandır. Allah'ın rızkı belli bir ölçü ile yayması da müstağnileşmeye mani olmak içindir:

"Eğer Allah, kulları için rızkı (sınırsızca) geniş tutup yaysaydı, gerçekten yeryüzünde azarlardı. Ancak o dilediği miktar ile indirir. Çünkü o, kullarından haberi olandır, görendir." (42 Şura 27).

Bugün için batı toplumlarında özellikle ABD'de karşılaşılan temel sıkıntı, her türlü imkâna sahip olan insanların çılgınlığıdır. Müstağnileşen bu insan unsuru hiçbir ahlaki endişe taşımamaktadır. Azdırıcı bolluğun, baştan çıkarıcı refahın toplumu nasıl tahrip ettiği batılı düşünürleri kara kara düşündürmektedir.

İşte Karun olayında, sade vatandaşla âlimler arasındaki bakış açısının farklılığı burada ortaya çıkmaktadır. Olayların özüne nüfuz edebilme, gidişi görebilme bugün için en çok aranan bir meziyet haline gelmiştir. Lüks ve israf içinde yaşayanların yaşantılarına, mal ve mülklerine özenme beşeri bir zaaf olarak her zaman karşımıza çıkacaktır. Bu zaafa karşı toplumu, özellikle Müslümanları uyaracak davetçilere organizasyonlara ihtiyaç vardır.

"Musa dedi ki: "Rabbimiz, şüphesiz sen, Firavun'a ve önde gelen çevresine dünya hayatında bir çekicilik (güç ve ihtişam) ve mallar verdin. Rabbimiz, senin yolundan saptırmaları için (mi?) Rabbimiz, mallarını yerin dibine geçir ve onların kalblerinin üzerini şiddetle bağla; onlar, acıklı azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyecekler." (10 Yunus 88)

Burada iki farklı nokta var. Birincisi Kur'an örneğinde olduğu gibi insanların mal, mülk, servet karşısında gösterdiği zaaf, mal, mülk sahibi olmak için sınır tanımayan bir tutku, ihtirasa saplanıp kalmak. İlkesizliği bayrak edinme. İkincisi, Firavun gibi sapmış olanların mal ve mülklerini insanları hak yoldan saptırmak için sarf etmeleri, seferber olmalarıdır. Halkı saptırabilmek için her türlü, cazip görüntü altında, değişik kurumlar oluşturmak, ellerindeki tüm imkânları seferber etmek bunların tarihsel bir özelliğidir:

"Gerçek şu ki, küfre sapanlar, (insanları) Allah'ın yolundan engellemek için mallarını harcarlar; bundan böyle de harcayacaklar. Sonra bu, onların kahırlı özlemleri olacaktır, sonra da bozguna uğratılacaklardır. Küfredenler sonunda cehenneme sürülüp toplanacaklardır." (8 Enfal 36)

İşte böyle bir kuşatma içerisinde Müslümanlar bugün güç elde edebilmek için mal ve makam tutkusuna kapılabilirler. Bu zaafa karşı tavır koymak, Müslümanları korumak davetçilerin ve cemaatlerin görevidir:

"Andolsun, sana çiftten yediyi ve büyük Kur'an'ı verdik. Sakın onlardan bazılarına yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme, onlara karşı hüzne kapılma, müminler için de (şefkat) kanatlarını ger. Ve de ki:"Şüphe yok, ben apaçık bir uyarıcı korkutucuyum." (15 Hıcr 87-89)

Uhud Savaşından Alınacak Ders

Uhud'da kazanılmış bir savaş, ganimetten pay kapma duygusunun kurbanı edilerek kaybedilir. Görevi terk eden bu insanlar, muhacir veya ensardı. Her ikisi de İslam davası için dünyayı gözlerinde ve gönüllerinde sıfırlamışlar, yalnızca Allah'ın davası içini seferber olmuşlardı. Muhacirler, mallarını, mülklerini Mekke'de bırakarak Medine'ye göç etmişlerdir. Ensar ise göç eden bu mümin kardeşlerine kucağını açmış her şeylerini onlarla paylaşmıştır. Bir dava için dünyaya ve dünya nimetlerine başkaldırmış, tavır koymuşlardır. Fakat bir anlık gaflet veya dalgınlık veya vukufsuzluk savaşın kaybedilmesine yetmiştir.

Bugün, makamlı veya makamsız tüm Müslümanlar, Uhud Savaşı'ndan ders almalı, Uhud Savaşı'ndaki mesajı iyi değerlendirmelidir. Makamlar mal, mülk edinme, güç kazanma yerleri değildir, olmamalıdır.

Kirlenmiş çürümüş bir sisteme karşı olanlar, herkesten daha çok dikkatli, herkesten daha çok topluma açık, denetime açık, uyarılara, nasihata açık olmalıdır. Başarı ve hedefe ulaşma sonrası gurur, kibir bugüne kadar her hareketin sonunu hazırlamıştır. Türkiye'de toplumun kirletilmesine karşı çıkanlar, bu gerçeği unutmamalıdırlar. İttihat Terakkinin düştüğü en büyük hata, hazırlıksız oluşun yanında, iktidarı bir yağma ve talan mekanizması olarak görmüş olmalarıdır. İktidar olmadan önce karşı oldukları her şeyi kendilerinin yapmalarıdır. Tevfik Fikret, Hane ve Yağma şiirini İttihat-Terakki'nin yağmacılığını yermek için yazmamış mıdır? Namık Kemal birçok şiirini bu anlayışı yermek için yazmamış mıdır?

Müslümanların bir kısmı  yönetim kademelerinde görev alabilirler bu en doğal haklarıdır.  Yönetim kademesine gelenler; mal ve makam tutkusuna kapılıp ilkesiz, gayrı meşru yollara saparak yaşam standartlarını değişirlerse hem zulme ve kirliliğe karşı verilen mücadele hem de toplum yara alacaktır.  Ciddi bir bunalım doğacak ve zulme ve kirliliğe karşı insanların mücadele azmi şevki kırılacaktır.

Hz. Ömer bundan dolayı memurlarına mal beyanı mecburiyetini getirmiş yazdığı bütün mektuplarda valilerini, komutanlarını uyarmıştır. Yapılacak uyarılara da daima açık olmuştur(8)

"Bu haberi Emir-ül-müminine veriniz çünkü o servet ve devlette Allah'ın mutemedidir. Huccac, cüz' ve Bişr'e haber salınsın ve hesaplarını murakabe ettirsin. İki Nafi'ı de unutma, Beni Nasr'ın ileri gelenlerinden ibn Galleb'i de.Asım da pek masum değil, O Beni Bedr'in kayırdığıdır. Şibl ile beraber Muharrişe de sor, çünkü o. da hudutlarda dile düşmüştü.Onlarla çarpıştık onlarla döndük. Ama onlar zengin biz ise değiliz."

Sonuç:

Yönetimlerde adaleti hakim kılarak, müstağnileşmeden kalınabilir. Bu da güçlü yetenekli ve eğitim görmüş  kaliteli kadrolarla başarılabilinir. Kirlenmiş toplumlarda bu kadrolar, kirliliğe karşı kelle koltukta mücadele vermek zorundalar. Hiçbir ahlaki ölçü tanımayan bir menfaat şebekesine karşı verilen bir mücadeledir bu. Ahtapotun kolları gibi her tarafa uzanmış bir zehirli sarmaşık gibi her mekanizmayı sarmıştır bunlar. Bunlara karşı mücadele edenlerin, mal ve makam tutkusuna kapılmaması gerekir. Böyle bir mücadeleye gönül verenler, bu iki hastalığa karşı teyakkuz halinde olmalıdırlar. Hz. Peygamber, tüm müminleri bu konuda şöyle uyarmaktadır:

Vallahi ben vefatımdan sonra sizlerin müşrikliğe döneceğinden hiç endişe etmem. Fakat ben sizlerin dünyaya aşırı düşkünlük yapıp nefsaniyet yarışına kalkışmanızdan (birbirinizle didişmenizden) korkarım" (Buhari 14/6366:14)

Umulur ki bu tarihi gerçeklerden tüm müminler gerekli dersi alır.

 

 

 

 

 


Dipnotlar (1) EI-Attas, H., Toplumların Çöküşünde Rüşvet, Pınar Yayınları, İstanbul (1988). s.171-172. (2) 2 Bakara 30-39,7 Araf 11-31, 15 Hicr 26-48,17 Isra 61­ 65,18 Kehf50, 20 Taha 115,127, 38 Sad 71-85. (3) Numani, S.: Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet idaresi. Hikmet -Dava- çağ Yayınları, İstanbul cilt 2 (4) Numani, S.: A.g.e. s.356 (5) 51 Zariyat 19, 70 Mearic 24,26,68 kalem 17-33 (6) 2 Bakara 261 - 265,274 (7) 17 isra 6, 18 Kehf 32-43, 23 Müminn 55, 74 Müddesir 12, 71 Nuh 12, 9 Tevbe 55, 85 (8) Numani.S., Age  s.49

Copyright 2018 © RAHLE DERGİSİ